AŞKIN SULTANLARI SON DÖNEM İSTANBUL MEVLEVÎLERİ ULUSAL SEMPOZYUMU
14-15 Mayıs 2010 / İSTANBUL
İSTANBUL’DA MEVLEVÎLİK VE MEVLEVÎHÂNELER
Ekrem IŞIN
Mevlevîlik, XIII. yüzyıl sonunda Sultan Veled tarafından kurulur. Çelebilik makamının şekillenmesiyle birlikte tarikat XIV. yüzyıl başlarında Ulu Ârif Çelebi’nin faaliyetleriyle Konya dışında, özellikle Batı Anadolu beyliklerinde yaygınlaşır. Bu dönem Mevlevîliğin Karamanoğulları’nın siyasî patronajı altına girdiği dönemdir. Osmanlı Beyliği’nin en güçlü siyasî rakibi olan Karamanoğulları’nın Mevlevîlik üzerindeki himayeci tutumu tarikatın Osmanlı Beyliği’nde kökleşmesini geciktirmiştir.
İstanbul’un fethiyle başlayan yeni dönem, Osmanlı toplum hayatını eskiye oranla daha farklı bir ölçeğe yerleştirir. Artık devletin yeniden yapılanması söz konusudur ve bu idarî düzenleme köklerini Doğu’ya özgü imparatorluk modelinde bulan bir metotla yapılacaktır. Beylik’ten imparatorluğa geçiş sürecinin en belirgin özelliği, idarî mekanizmanın merkezîleştirilmesidir. Fetihle birlikte Bizans’tan devralınan İmparatorluk vizyonu, din, dil ve etnik köken itibariyle çeşitlilik gösteren bir sosyo-kültürel mozayığın yönetimi için devşirme karakterli bir bürokrasiyi öngörmekte, bunun üstüne de bütün hâkimiyet hakkını elinde bulunduran Osmanlı hanedanının şer’î ve örfî hukuk tarafından onaylanmış mutlakıyetçi statüsünü yerleştirmektedir. Fatih Sultan Mehmed, saltanat dönemi boyunca bu yönetim modelinin gereklerini tam anlamıyla uygulamış, kendi mensup bulunduğu hanedana rakip olabilecek bütün yerel nüfuz odaklarını tasfiye etmiştir. Anadolu’da faaliyet gösteren belli başlı tasavvuf zümrelerini temsil eden mutasavvıfların İstanbul’da etkili olamamalarının başında, işte bu siyaset anlayışı gelir. Bu tasavvuf zümreleri arasında Mevlevîler, hiç kuşkusuz ilk anda dikkati çekmektedirler. Mevlevîlik, Fatih Sultan Mehmed dönemi İstanbul’unda, Kalenderhâne Zaviyesi’ndeki çok sınırlı faaliyet hariç tutulursa, hiçbir şekilde etkili olamaz. Fatih’in ölümüne kadar Mevlevîlerin İstanbul’da kurabildikleri bir tek Mevlevîhâne bile yoktur. Bunun başlıca iki nedeni vardır. Birincisi, Osmanlı hanedan psikolojisinin, kendisine rakip olabilecek Çelebilerin nüfuzunu denetlenebilir bir seviyede tutma siyasetine bel bağlamasıdır. İkincisi ise, Osmanlı hanedanını kuşkulandıran önemli bir faktörü, Mevlevîliğin Karamanoğulları tarafından himaye edilen bir siyasî güç şeklinde değerlendirilmesini içermektedir. Ancak Fatih Sultan Mehmed’in bu engelleyici siyaseti ölümünden sonra devam etmemiş, yerine geçen II. Bayezid tarafından uygulamaya konulan ve yerel güç odaklarını kontrol altında tutma kaydıyla faaliyetlerine izin verme anlayışı devletin yeni yönetim felsefesi olmuştur.
II. Bayezid döneminin kamu yönetimi anlayışı, yerel güç odaklarına devletin kontrolü altıda bulunmak kaydıyla kısmî faaliyet özgürlüğü tanımak ve böylece taşradaki denetimini bu aracı kurumlar vasıtasıyla gerçekleştirmektir. Bu aracı kurumlar, başta tarikatlar olmak üzere yerel nüfuza sahip ayanlar, eşraf aileleri ve bunların kontrolü altındaki aşiret yapılanmalarıdır. Kuşkusuz kamu yönetimindeki bu yeni anlayış, patrimonyal devlet geleneğinin ruhunu oluşturan, tüm siyasî otoriteyi padişahın kişiliğinde toplama ilkesiyle çelişmektedir. Sonuç Mevlevîlliğin İstanbul’da kökleşmesi bakımından olumludur. Artık devlet, Mevlevî organizasyonunu imparatorluk coğrafyasındaki kendi sözcüsü gibi görmekte ve bu kurumun sağlıklı bir maddî yapıya kavuşabilmesi için, iktisadî ayrıcalıklar tanımaktadır. Bunun sonucunda Mevlevîlik, İstanbul’daki ilk resmî faaliyet merkezi olan Galata Mevlevîhânesi’ni 1491’de açmış, Bayramiyye, Halvetiyye ve Nakşbendiyye gibi önemli tarikatlar da bu dönemde şehir hayatına katılmışlardır.
İstanbul Mevlevîliğini ana hatlarıyla kavrayabilmek için birbirini izleyen iki tarihsel dönem boyunca tarikatın geçirdiği yapısal dönüşümleri daha yakından incelemek gerekir. Her iki dönem de Mevlevîliğin yönetiminden sorumlu Çelebilik makamının siyasî otoriteyle ilişkilerini kapsayan bir dizi sosyo-kültürel olayın sonuçlarını barındırmaktadır.
II. Bayezid döneminden 17. yüzyıl ortalarına kadar devam eden birinci dönem boyunca İstanbul’daki Mevlevî faaliyetleri, Çelebilik makamı tarafından atanmış şeyhler tarafından yürütülmüştür. Bu dönem zarfında Galata, Yenikapı ve Beşiktaş Mevlevîhânelerinde görev yapan postnişînler, daha önce Anadolu ve Rumeli’de meşihat görevi üstlenmiş şeyhler arasından seçilmişlerdir. Bu dönemin İstanbul’daki Mevlevî kültürü üzerinde derin iz bırakan iki önemli sonucundan söz edebiliriz. Bunlardan birincisi, atama yöntemiyle postnişîn olan şeyhler, yalnızca meşihat süreleri zarfında faal olabilmişler, kendi halifelerini yetiştiremedikleri için kültürel aktarım sürecinde zaman zaman kopukluklar meydana gelmiş, farklı üsluplar birbirini izlemiştir. Ancak bu sistem, İstanbul’a özgü Mevlevî kültürünün doğuşunu geciktirse de, imparatorluk merkezi ile taşra arasında çift yönlü bir iletişimi sağlaması bakımından faydalı olmuştur. İstanbul’u kuşatan farklı coğrafyalarda yetişmiş Mevlevî şeyleri, birbiri ardınca görev aldıkları Mevlevîhânelerde kısa aralıklarla da olsa, taşra dünyasına ait zengin bir kültür repertuarını şehrin gündelik hayatına sokabilmişler ve bu imparatorluk merkezinde inşa edilen Osmanlı medeniyet sentezinin oluşumuna katkıda bulunmuşlardır. Bu dönemde İstanbul Mevlevîhânelerine çelebilik makamı tarafından atanan postnişînlerin toplumsal köken bakımından geniş bir yelpaze çizmesi, aynı zamanda şehir kültürü açısından da bir kazançtır. Orta Anadolu başta olmak üzere, İmparatorluğa katılan Arap ve Balkan vilayetlerinden gelen şeyhler, hiç şüphe yok ki, beraberlerinde yetiştikleri kültür coğrafyasının da kültürel değerlerini İstanbul’a taşımışlar, şehrin gündelik hayatında yer alan farklı cemaatlerin kendi içlerindeki dayanışmacı yapıyı manevî değerler açısından güçlendirmişlerdir.
Bu dönemde Çelebilik makamı tarafından merkezden yapılan şeyh atama yönteminin İstanbul ölçeğinde ortaya koyduğu ikinci önemli sonuç, bizzat bu yöntemin yol açtığı, nüfuzlu şeyh ailelerinin ortaya çıkmasını önleyen sosyo-kültürel süreçteki kopukluk olgusudur. Meşihat yetkisinin babadan oğula geçmesini engelleyen bu yöntem, toplumsal kültür sürekliliğini sağlayan aile kurumunu devre dışı bırakarak, İstanbul’a özgü bir Mevlevî kültürünün inşasını XVII. yüzyılın ortalarına kadar geciktirmiştir. Ancak bu tarihten itibaren Osmanlı coğrafyasının farklı Mevlevî merkezlerinde meşihat görevini yürüten bazı şeyhler, siyasî iktidarın taşradaki temsilcileri konumunu kazanınca, meşihat görevini kendi soylarından gelen aile üyelerine devretmeye başlamışlar, bunun sonucunda da kurdukları aileler, Konya Çelebileri’nden kısmen bağımsız hareket edebilen küçük, ama etkili yerel hanedanlara dönüşmüşlerdir. Artık bu aşamada, söz konusu aileler, Mevlevî kültürünün imparatorluk coğrafyasındaki geniş ölçekli dolaşımını değil, yerleştikleri ve kök saldıkları bölgenin kültürünü temsil etmektedirler. İstanbul Mevlevîliği, bu zümre bünyesinde yetişen birkaç güçlü şeyh ailesinin ürünüdür.
İstanbul’da Mevlevî şeyh ailelerinin gündelik hayat içinde söz sahibi olmaları, dolayısıyla tarikatın tarihinde yeni bir sayfa açmaları, Galata Mevlevîhânesi postnişîni Furuncuzâde Sırrî Abdî Dede’nin meşihatinin Bostan Çelebi (ö. 1630) tarafından kaldırılmasıyla başlar. Abdî Dede, aslen Urfalıdır ve Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhi Kemal Ahmed Dede’nin yanında çile çıkartmıştır. XVII. yüzyılın ilk çeyreğinde Galata Mevlevîhânesi meşihatinden ayrılmak zorunda kalan Abdî Dede, kısa bir süre sonra Kasımpaşa Mevlevîhânesi’ni faaliyete geçirmiş ve 22 yıl boyunca postnişînlik görevini yürütmüştür. Kendisinden sonra meşihate geçen İbrahim Dede ve Kasım Dede’den sonra Abdî Dede ailesine mensup üç şeyh, Halil Fazıl Dede, Mehmed Dede ve Halil Sâlik Dede, 1641-1722 yılları arasında İstanbul’daki ilk Mevlevî şeyh ailesinin temsilcileri olmuşlardır. Kasımpaşa Mevlevîhânesi’nde Abdî Dede ailesinden sonra ikinci önemli şeyh ailesi Musa Safî Dede’ye bağlı olan gruptur. Bu aile, yetiştirdiği şeyhler vasıtasıyla 1722-1788 tarihleri arasında Kasımpaşa Mevlevîhânesi’nde ve 1750-1778 arasında da Galata Mevlevîhanesi meşihatini temsil etmiştir. Kasımpaşa Mevlevîhânesi tarihine damgasını vuran üçüncü şeyh ailesi ise 1788’den II. Meşrutiyet sonrasına kadar meşihat görevini üstlenen Mehmed Dede ailesidir.
Galata Mevlevîhânesi’nde Gavsî Ahmed Dede ailesi, Beşiktaş Mevlevîhânesi’nde Eyyubî Mehmed Dede ailesi ile Ahmed Dede ailesi, Beşiktaş-Bahariye Mevlevîhânesi’nde Hasan Nazif Dede ailesi, Üsküdar Mevlevîhânesi’nde ise Abdullah Necib Dede ailesi, XVII. yüzyıl sonundan XX. yüzyıl başına kadar yaklaşık iki yüzyıllık bir döneme damgasını vuran şeyhler yetiştirmişlerdir. Ancak bunlar arasında hem İstanbul Mevlevîliğini derinden etkilemiş, hem de Osmanlı modernleşme tarihinde siyasî ve kültürel açıdan büyük rol oynamış Mevlevî ailesi, Yenikapı Mevlevîhânesi postnişîni Ebubekir Dede’ye mensuptur.
İstanbul Mevlevîliğinin temelleri, XVIII. yüzyıl sonunda III. Selim döneminde yoğunlaşan modernleşme dönemiyle birlikte atılır. 1746’da Yenikapı Mevlevîhanesi meşihatini üstlenen Kütahyalı Ebubekir Dede’ye mensup Mevlevî ailesi, bu tarihten tekkelerin kapatıldığı 1925’e kadar meşihat görevini kendi üyelerine aktararak İstanbul’un mistik kültüründe süreklilik gösteren ve kalıcı sonuçlara yol açan dönemi başlatmıştır.
Söz konusu Mevlevî ailesi, III. Selim, II. Mahmud gibi reformcu padişahları destekleyerek siyasî güç kazanmış, daha sonra da Yeni Osmanlılar ve Jön Türk hareketinin içinde yer alarak aktif siyasete doğrudan katılmıştır. Ebubekir Dede’den sonra Yenikapı Mevlevîhanesi meşihatini üstlenen bu aileye mensup şeyhler sırasıyla şu kişilerdir: Ali Nutkî Dede (ö. 1804), Abdülbakî Nâsır Dede (ö. 1820), Mehmed Hüsnî Dede (ö. 1829), Abdurrahim Künhî Dede (ö. 1831), Osman Salahaddîn Dede (ö. 1886), Mehmed Celâleddîn Dede (ö. 11208) ve Abdülbakî Dede (ö. 1935).
Bu şeyhlerden Ali Nutkî Dede’nin meşihat dönemi I. Abdülhamid ve III. Selim dönemlerine rastlar. Şeyh Galib ve Hamamîzâde İsmail Dede Efendi’yi yetiştirmiştir. Özellikle Şeyh Gâlib’in İstanbul Mevlevîliğinin oluşum sürecindeki ilginç konumuna daha yakından bakmak, şehir hayatındaki toplumsal dönüşümle birlikte tarikatın siyasî ilişkiler ağındaki yerini belirlemek açısından da yararlı olacaktır.
1789-1807 yıllarını kapsayan III. Selim dönemi, Osmanlı modernleşmesinin toplum hayatında ilk etkilerinin hissedilmeye başlandığı bir zaman kesitidir. Şeyh Gâlib, bu gelenekten kopuş döneminde yaşamış ve mensubu bulunduğu Mevlevîlik, modernleşmenin getirdiği yapısal değişikliklere bu dönemde uyum sağlamaya çalışmıştır. Şeyh Gâlib’in Galata Mevlevîhânesi’nde postnişînlik yaptığı 1791-1799 yılları, Mevlevîliğin modernleşme hareketiyle hem çatışma hem de uzlaşma gibi birbirine karşıt iki ayrı ilişki biçimi oluşturmaya çalıştığı bir dönemdir. Mevlevîliğin modernleşme hareketi karşısında takındığı bu iki farklı tavır, XVII. yüzyıldan itibaren tarikatın içinde baş gösteren, Çelebiler ile İstanbul’daki şeyh aileleri arasındaki üstü örtük mücadeleye dayanır. Bir bakıma modernleşme, bu mücadeleyi III. Selim döneminde kısmen açığa çıkarmış, II. Mahmud’un 1808-1839 arasındaki saltanat yıllarında ise daha da netleşmesine neden olmuştur. Söz konusu reformcu padişahların döneminde Konya’daki Mevlânâ Âsitânesi postnişînliğini üstlenen ve Mevlevîliğin merkezî yönetimini temsil eden Çelebiler’in modernleşme hareketinin karşısında bulundukları, diğer yandan İstanbul’daki Mevlevî kökenli şeyh ailelerinin ise modernleşmeyi desteklemek suretiyle iktidarın yanında yer aldıkları görülmektedir. Modernleşmeye karşı Mevlevîlik bünyesindeki bu çift yönlü tavır alışta Çelebiler’in çatışmayı, İstanbullu şeyh ailelerinin ise uzlaşmayı ana ilke olarak benimsedikleri söylenebilir. Şeyh Gâlib’e gelince; Galata Mevlevîhânesi meşihatini üstlendiği dönemde, İstanbul’un güçlü Mevlevî ailelerinden birine mensup bulunmadığı halde, tercihini kendisini yetiştiren Ebubekir Dede ailesinin modernleşme taraftarı politikası yönünde yapmış ve böylece tarikatın uzlaşmacı grubu içinde sivrilen bir isim olmuştur. Bu tercihin sonuçları, Şeyh Gâlib’in sanatında ve temsil ettiği “yaşam üslubu”nda açıkça görülmektedir.
Klasik anlamda bürokratik yönetim geleneğinin dayandığı ve idarî yetkinin yerel gruplara devrini esas alan bu devlet felsefesi, ilk defa Şeyh Gâlib’in de tanık olduğu III. Selim reformlarıyla değişim sürecine girer. Bu sürece damgasını vuran modernleşme hareketi, devlet yönetiminde merkezîleşme ilkesini gündeme getirmekte, dolayısıyla yerel güç odakları sayılan şeyh ailelerinin siyasî nüfuzunu ortadan kaldırmaktadır. Taşra yönetiminde âyân ve şeyh ailelerinin elinden alınmaya başlayan idarî tasarruf hakkının doğurduğu boşluğu devlet, bürokratik rasyonaliteyi benimseyen modern elit kadroyu yetiştirmek suretiyle doldurmaya çalışmıştır.
Şeyh Gâlib, söz konusu ettiğimiz toplumsal sürecin başlangıcına tanık olmuş ve kendisini bir Mevlevî şeyhi olarak tarih sahnesine çıkartan modernleşmenin, mensubu bulunduğu tarikat bünyesinde yol açtığı dalgalanmaları yakından yaşamıştır. Bu dalgalanmaların Çelebilik makamı üzerindeki ilk etkisi, III. Selim’in kişiliğinde sembolleşen Nizâm-ı Cedîd’e karşı şiddetli muhalefettir. 1804’te patlak veren el-Hac Mehmed Çelebi’nin muhalefeti, bu açıdan örnek bir olaydır. 1785-1815 yılları arasında Mevlevîliğin makam postunu işgal eden el-Hac Mehmed Çelebi’nin meşihati, III. Selim’in saltanat dönemine denk düşer. Kişilik bakımından reform düşüncesine açık olmakla birlikte, temsil ettiği makamın “kazanılmış haklar”ından geri adım atmak istemeyen bu Mevlevî figürü, belki de hiç arzulamadığı halde modernleşme karşıtlığının sembolü olmuştur. Sorun, 18. yüzyılda başlayan vakıf denetimini merkezîleştirme çalışmaları neticesinde, Mevlevîliğin en önemli gelir kaynağını meydana getiren Evkâf-ı Celâliyye’nin Dârüssaâde Ağası’nın nezaretine verilerek fiilen merkezî yönetimin kontrolüne geçmesiyle başlamış ve Çelebilik makamı, avârız muafiyetini kaybetme tehlikesiyle karşılaşınca, bütün bu uygulamaların nedeni olarak gördüğü Nizâm-ı Cedîd’e karşı tavır almıştır.
1785-1815 tarihleri arasında Çelebilik görevini üstlenen el-Hac Mehmed Çelebi, geçmişte devlet tarafından temsil ettiği makama tanınmış ayrıcalıkların birer birer elinden alınması, vakıf gelirlerinin kısıtlanması üzerine tepkisini Mevlevîlik adına modernleşme aleyhtarlığı şeklinde göstermiştir. Kendisi de bir Mevlevî olan III. Selim’in bu tavra karşı ses çıkarmadığı, hatta Konya’da Mehmed Çelebi’nin öncülük ettiği ufak çaplı bir ayaklanmayı dahi müsamahakârlıkla karşıladığı bilinmektedir. Mevlevî muhalefeti, modernleşmenin yarattığı orta tabaka muhalefetinden, temsil ettiği toplumsal değerler noktasında farklılık göstermektedir. Özellikle Tanzimat sonrasında netleşecek olan orta tabaka Osmanlı muhafazakârlığı, hem ideolojik içeriği hem de siyasî boyutuyla modernleşme sürecinin köklü bir eleştirisini yapmıştır. Oysa Mevlevîliğin el-Hac Mehmed Çelebi hareketiyle somutlaşan tepkisinde bu türden bir ideolojik içerik ya da siyasî boyut aramak, boşuna bir çaba olacaktır. Diğer taraftan merkezî yönetimin bu tepki hareketine karşı Mevlevî organizasyonu içinde bazı şeyh ailelerini Çelebilik makamına rağmen güçlendirme girişimi, tarikatı doğrudan modernleşmeci siyasetin odağına yerleştirmiş, faaliyetlerine ideolojik bir boyut eklemiştir.
Şeyh Gâlib’in yaşadığı dönem, buraya kadar ana hatlarıyla özetlemeye çalıştığımız, tarikat bünyesindeki yapısal dönüşümlerin artık netleşmeye başladığı, Çelebilik makamının onaylamadığı modernleşme hareketinin ise, Mevlevîlik bünyesinde bu netleşmeyi gerçekleştiren bir kutuplaşmaya yol açtığı zaman kesitidir. Şeyh Gâlib, siyasî zeminin İstanbullu şeyh aileleri tarafından iktidarın desteğiyle şekillendirildiğini görmüştür. Nitekim bunun sonucunda kendisi de bir İstanbullu olan ve şeyh ailelerinin temsil ettiği şehir kültürüyle yetişen Şeyh Gâlib, sosyo-kültürel referans olarak Çelebilik makamının modernleşme karşıtı tavrını değil, Ebubekir Dede ailesinin birinci kuşak postnişînlerinden Ali Nutkî Dede’nin iktidarla bütünleşen reformcu kimliğini seçecek ve bu ideolojik referans onu, geleceğin Galata Mevlevîhânesi şeyhi olarak tarikatın yönetim kademesine yükseltecektir.
Şeyh Gâlib, İstanbullu şeyh ailelerinin Mevlevî organizasyonu içinde söz sahibi oldukları bir dönemde yetiştiği halde, fiilen bir Mevlevîhânede meşihat görevi almamış bir aileye mensuptur. Babası Mustafa Reşîd Efendi, Kasımpaşa Mevlevîhânesi postnişîni Musa Sâfî Dede’nin dervişidir. Oğluna Melâmî meşrep Mevlevîlik anlayışını miras bırakmış, Şeyh Gâlib de bu tasavvuf neş’esini, Yenikapı Mevlevîhânesi postnişîni Ali Nutkî Dede’ye intisap ederek sürdürmüştür. Ali Nutkî Dede, III. Selim döneminin karizmatik bir figürüdür. Temsil ettiği Mevlevîliğin kültürel zemininde, kökeni Sarı Abdullah’a kadar uzanan Melâmî mistisizmi yatar. Bu mistisizm Lale Devri’nde, başta La’lîzâde Abdülbakî olmak üzere Nakşbendîlikle kaynaştırılmış, Sadrazam Damad İbrahim Paşa’nın himayesinde şekillenen ve aralarında şair Nedim’in de bulunduğu aydın zümrenin elitist ideolojisi olarak gelişmiştir. Nitekim Ali Nutkî Dede’nin yanısıra Şeyh Gâlib’e ders veren Nakşbendî şeyhi Neş’et Süleyman Efendi de bu ekole mensuptur. Şeyh Gâlib’in kültürel dünyasını kuşatan bu mistik figürlerin etkisi, onun daha sonra 18. yüzyıl başlarında La’lîzâde Abdülbakî tarafından şekillendirilen elitist tasavvuf çevresinin bir örneğini, aynı yüzyılın sonlarında Galata Mevlevîhânesi’nde oluşturmasına yol açacaktır. Aralarında Esrâr Dede’nin de bulunduğu bu aydın Mevlevî zümresi, siyasî açıdan III. Selim reformlarının da destekçisidir.
Ali Nutkî Dede’nin kardeşi Abdülbakî Nâsır Dede ise, ünlü şair Keçecizâde İzzet Molla’yı yetiştirmiştir. 1804-1820 yılları arasında meşihat görevi yapan Nâsır Dede aynı zamanda bir musıkî nazariyatçısıdır. Tahrîriyetü’l-Mûsıkî ve Tetkîk ü Tahkîk başlıklı eserlerinde Türk musıkîsi için geliştirdiği bir nota yazımının esaslarını sergilemiştir. Nâsır Dede’nin kardeşi Abdurrahim Künhî Dede, ünlü bir bestekârdır. Bu ailenin en ünlü üyesi ise, hiç kuşkusuz Osman Salâhaddîn Dede olmuştur. Abdülbakî Nâsır Dede’nin oğlu olan Salâhaddîn Dede, 50 yılı aşkın bir süre Yenikapı Mevlevîhânesi meşihatinde bulunmuştur. Ebubekir Dede ailesinin reformcu kimliği, 1831’de Yenikapı Mevlevîhânesi meşihatini üstlenen Osman Salâhaddîn Dede ile birlikte siyasî bir boyut kazanır. Salâhaddîn Dede, kısa bir sürede çevresine Tanzimat’ın güçlü devlet adamlarını toplamayı başarır. Keçecizâde Fuad Paşa ve Âli Paşa gibi sadrazamlar, Mısırlı Kâmil Paşa ve Şeyhülislâm Sâhib Molla gibi devleti en üst seviyede temsil eden bürokratlar, oluşan bu yeni siyasî grubun aslî üyeleridir. Diğer taraftan Salâhaddîn Dede’nin Sadrazam Midhat Paşa’yla da çok yakın ilişkisi vardır. Bu ilişkiler yumağı, Osman Salâhaddîn Dede’nin kişiliğinde Mevlevîliği doğrudan siyasetin içine çekmiş, bunun sonucunda nüfuzu iyice artan söz konusu aile, fiilen Çelebilik makamının idarî kararları üzerinde etkili olmaya başlamıştır. Bunun açık kanıtı, Osmanlı İmparatorluğu dâhilinde faaliyet gösteren tarikatlara ait bütün tekkeleri denetlemekle görevli Meclis-i Meşayih’in başkanlığına, 1868’de Salâhaddîn Dede’nin getirilmesidir.
Salâhaddîn Dede’nin en dikkat çekici özelliği, Tanzimat kadrolarıyla kurduğu siyasî ilişki sonucunda Yenikapı Mevlevîhânesi’ni özgürlük fikirlerinin tartışıldığı modernleşme yanlısı bir kuruma dönüştürmüş olmasıdır. I. Meşrutiyet Anayasası’nın ilk tartışıldığı yer, Yenikapı Mevlevîhânesi’dir. Midhat Paşa aracılığıyla Namık Kemal’in öncülük ettiği Yeni Osmanlılar hareketi içinde yer alan Osman Salâhaddîn Dede, diğer Anayasacı aydınlar gibi V. Murad’ı desteklemiş, bu nedenle II. Abdülhamid tarafından Yenikapı Mevlevîhânesi sürekli gözaltında tutulmuştur. Tanzimat’ın getirdiği idarî reformlar sonucunda şeyhülislâmlığa bağlı olarak kurulan ve tarikatları devlet denetimine sokmayı amaçlayan Meclis-i Meşayih’in de ilk başkanı olan Salâhaddîn Dede, İstanbul’daki Mevlevî ailelerinin merkezî otoriteyle kurdukları siyasî ilişkiyi en çarpıcı şekilde gösteren temel bir figürdür.
Osman Salâhaddîn Dede’nin siyasî mirası, ailenin diğer üyeleri tarafından Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar korunmuştur. II. Abdülhamid’in tahta geçmesiyle, aile üzerinde yoğunlaşan baskılar Meşrutiyet’in ilânına kadar devam etmiş, özellikle Mehmed Celâleddîn Dede’nin meşihatine denk düşen bu dönemde Yenikapı Mevlevîhânesi, siyasî otorite tarafından gözaltında tutulmuştur.
Ana hatlarıyla altını çizmeye çalıştığımız Ebubekir Dede ailesinin Mevlevîlik ve modernleşme tarihindeki siyasî ağırlığı, aynı zamanda Çelebilik makamını da Osmanlı reformcu düşüncesine kazandıran güçlü bir motivasyondur. Özellikle İstanbul merkezli Tanzimat sonrası Mevlevîliği, aşamalı bir şekilde Osmanlı Anayasacı akımların siyasî çizgisini izlemiş, mensupları doğrudan bu hareketlerin içinde yer almış, İttihad ve Terakki ile kurulan yakın ilişki sonucunda, başta Türkçülük ideolojisi olmak üzere Batıcı düşünce ekolleri Mevlevîlik bünyesinde taraftar bulmuştur. Veled Çelebi’nin İttihad ve Terakki saflarında yer alması, Mücâhidîn-i Mevleviyye Alayı’nın bizzat başına geçerek İttihatçı ideolojiye destek vermesi, ayrıca Abdülhalim Çelebi’nin Kurtuluş Savaşı’nı yürüten kadrolarla yakın ilişki kurup Cumhuriyet’in temellerini atan I. Meclis’te görev yapması, Mevlevîliğin modernleşme serüveni içinde katettiği uzun ve yorucu yolun belli başlı kilometre taşlarıdır.