Konya Mevlâna Asitanesi ve Mevlevihaneler

Konya Mevlâna Asitanesi ve Mevlevihaneler

Konya Mevlâna Asitanesi ve Mevlevihaneler 1024 576 Hz. Mevlâna Dergâhı

Konya Mevlâna Asitanesi ve Mevlevihaneler

Hasan ÖZÖNDER

 Konya Mevlâna Külliyesi, teşekkül, teşkilât ve misyon itibariyle Mevlevîliğin “Âsitânesi” ‘dir. Farsça’dan dilimize geçen “Âsitân” kelimesi, “Eşik; Padişahların, önder ve liderlerin dergahı; Nebilerin, velilerin kabirleri; Payitaht (Başkent)” gibi anlamlara gelir. Âsitânelerin “Dergah”, “Tekke”, “Zaviye”, gibi tarikat yapılarından farklı yönlerini şöylece sıralayabiliriz:

* Âsitâneler, bir tarikatın ana, merkez binasıdır.

* Âsitâneler, çeşitli yerlerde açılan şubeleriyle çalışır, onlara merkezlik eder.

* Âsitâneler, taşıdığı idari vazife, sorumluluk gereği görevlisi bol ve tam teşekküllü idari binalardır.

* Tarikate girmek isteyenler “Çile” yi âsitânede çıkarırlardı.

* Tarikat liderinin kabrinin bulunduğu yapıdır.Bu sebeble Âsitâneye “Huzur”, “Huzur-u Pir” , “Pir Evi” de denilmiştir.

İşte Konya Mevlâna Ma’muresi, bütün bu özelliklere sahip bulunan “Mevlevî Âsitânesi” dir.

“Dergâh” ise Farsça “Kapı, kapı mahalli, eşik, tekke, toplanılacak yer,” gibi anlam gelir. Daha geniş anlamlara ve mahiyete sahiptir.

“Tekke” kelimesinin doğru şekli “Tekye” dir. Farsçadır.”Dayanak, Dayanılacak yer” demektir. Sûfilerin toplantı ve kalacak yerlerine verilen genel addır.

“Zaviye”, “Sığınılacak yer, bucak, köşe” anlamındadır. Tekke’den daha küçük, mütevazi yapılardır.

I. BÖLÜM: KONYA MEVLÂNA ÂSİTÂNESİ

Tefekkür ve tasavvuf tarihimizin ünlü siması Mevlâna Celaleddin Rûmi (D. 30.09.1207, Belh- Ö. 17.12.1273, Konya)’nin babası Sultânu’l Ulema Bahauddin Veled, 1231 yılında vefat eder.Vasiyetine uyularak sağlığında sık sık gezintiye geldiği, sur önündeki “Gül Bahçesi” ne gömülür. Daha ilk günden itibaren ziyaret edilmeye başlanılan bu mütevazi kabir, bu günkü muazzam Mevlâna Ma’muresi’nin ilk yapısını teşkil eder.

Ünlü vezir Muinüddin Pervâne başkanlığındaki bir heyet, babasının yerine posta buyur edilen Mevlâna’ya gelerek, kabrin üzerine, ona yaraşır bir türbe yapmak için başvuruda bulunurlar. Ama Mevlâna “Madem ki senin yapacağın kubbe, feleklerin kubbesinden daha güzel olmayacaktır; O Halde bırak da onun mezarı, bu gökkubbesi ile kalsın; bundan vazgeç.” diyerek taraftar olmamıştır.

Mevlâna, 17 Aralık 1273 tarihinde vefat edince, babasının başucuna hazırlanan kabre defnedilmiştir.

Vezir Muinüddin Pervane, eşi Gürci Hatun, Alâmeddin Kayserî, Bedreddin Tebrizî gibi tanınmış kişilerden oluşan bir heyet bu defa onun ihya ve irşad postuna getirilen oğlu Sultan Veled’e başvurarak Mevlâna’nın üzerine ona lâyık bir türbe yapmak istediklerini belirtirler. Sultan Veled, sukût eder. Onun bu tutumunu, “sukût ikrardan gelir” şeklinde yorumlayarak güzel bir türbe inşa ederler. Bu, eyvan tarzında tipik bir Selçuklu türbesidir, üzeri yıldız tonozla örtülüdür. Doğu, Batı ve Güneyi kapalı, kuzeyi açıktır. Cesedi, mahzendedir. Onu, üst kattaki sanduka sembolize eder. Üzerine, Selçuklu ahşap sanatının muhteşem örneklerinden olan görkemli bir sanduka yerleştirilir. Onun bu sandukası günümüzde babasının üzerindedir. Sultan Veled 10 Recep 712 / 1312 tarihinde vefat edince, babasının sağ yanına defnedilmiştir.

Mahzen hariç, mimar Bedreddin Tebrizi’nin yaptığı türbe hayli değişikliğe uğramıştır. Günümüzde türbenin “Kubbe-i Hadra” (Yeşil Türbe) diye anılmasını sağlayan yeşil çinilerle kaplı dilimli gövdeli ve külahlı muhteşem gövde ilk türbenin üzerine Karamanoğlu Ali Bey (1357-1358) tarafından yaptırılmıştır. (799 / 1396)
Mahzenin gövde ayaklarının, kemerlerin, yıldız tonozlu örtünün ve bunu örten içte kalmış olduğu kubbenin ilk yapıdan kalmış, diğer kısımlarının mimari ve tezyini büyük değişiklikler gördüğünü bildiğimiz türbe, 25 m yükseklikte. Sikkeli, hilalli, külah alemi, 2.72 m boyunda olup, altınsuyu ile kaplıdır.

Mevlâna’nın kabir ve türbesi, zaman içerisinde yakınlarının, dostlarının ve müntesiplerinin kabirleri ile donatılarak Konya’nın en büyük mezarlıklarından biri oluşmuştur. Ziyaretçilerin ihtiyacını karşılamak üzere de hücreler inşa edilmiştir.Bu yapılanma yedi asrı aşan sürede günümüzdeki muazzam ma’mureyi meydana getirmiştir.

DIŞKAPILARI:

Mevlâna Âsitânesi’nin dört yönde birer dışkapısı vardır. Dervişân Kapısı günümüzde ziyaretçilerin kullandığı batıdaki kapıdır. Dervişler buradan girip çıktıkları için bu adı almıştır. Buradan,vaktiyle mezarlık olduğu için “Hâmûşân” diye anılan geniş avluya geçilir. Hâmûşân Kapısı güneydedir. Tarihî Türbe (Üçler) Mezarlığı’na açıldığı için bu adla bilinir. Üzerinde Sultan II. Abdulhamid’in tuğrası mevcuttur. Pir Kapısı doğudadır.”Küstâhân Kapısı” diye anılır. Görülen lüzum üzerine âsitâne’de kalması uygun bulunmayan veya bu hakkı kaybedenler bu kapıdan yavaşça dışarıya buyur edilerek kendisine “seyyah” verilirdi. “Çelebi Kapısı” kuzeydedir. Bu yönde bulunan konaklarda oturan Çelebiler kullandığı için bu adı almıştır. 6225 m2 lik bir alana sahip bulunan “Konya Mevlâna Âsitânesi” bu dış kapılarla çalışıyordu.

DERVİŞ HÜCRELERİ:

Küçük odacıklar olan bu mekânlar, tarikat mensuplarına tahsis edilmiştir. Sultanu’l Ulema’nın kabrinin teşkilinden itibaren gelmeye başlayan ziyaretçilerin kalması için birkaç hücre yaptırıldığını biliyoruz. Bugünküler Osmanlı dönemine aittir. Batıdakileri Kanunî Sultan Süleyman tarafından yaptırılan bu özel mekânlar, zaman içerisinde bazı tamir, tebdil ve tecdidlerle günümüzdeki şekil ve görevlerini almışlardır. Sultan III. Murad’ın 992 / 1584 yılında diğer hücreleri inşa ve ilave ettirdiğini kitabesinden öğreniyoruz.Hücrelerin toplam sayısı 18’dir. “18” rakamı ise Mevlevilikte önemli, saygın ve sembolik bir sayı olup, “Nezr-i Mevlâna ” diye bilinir.

Derviş Kapısı’ndan girerken sağ taraftaki hücreler, sırasyla: “Aşçı-başı Efendiye”, “Türbedar” a, “Tarikatçi Efendi’ye” ve zâbitana aitti. Kuzeydeki hücrelerin gerisindeki bahçede görülen genişçe bina, “Çelebi Dairesi” diye de anılan misafir-hânedir.

MEYDÂN-I ŞERİF:

Güney batı köşede, mutfağın bitişiğindedir. Şimdi müdür odasıdır. 1867 yılında inşa edilen bu son derece önemli salonun tavanı motiflerle süslüdür. Herkesin girmesi uygun olmayan bu mekanda “Postnişin Hazretleri” ile davet ettiği şahıslar girebilirdi. Başta âsitâne olmak üzere imparatorluğun dört bir yanına yayılmış bulunan, toplam sayıları yüzü aşkın şubelerin işleri burada görüşülürdü. Yönetimle ilgili işler, mükâfaat ve mücâzaat konuları bu mahrem ve saygın mekanda ele alınarak karara bağlanırdı.

MUTFAK:

İki tanedir. Biri eski mutfak olup, kuzeydeki bahçede, Çelebi dairesinin yanındadır. İkincisi ise batıdaki avlunun güney batı köşesindedir. Meydân-ı Şerif ile birkaç odacığa bitişiktir. Bodrumunda kiler bulunan bu önemli yapı, tam teşekküllüdür. “Ocakbaşı”, yemek yenen “Somatlık” gibi, hizmetlilerin kaldığı “Canlar Odası” da buradadır.

“Mutfak” hem aşın hem de tarikata girmek isteyen adayın kontrol edilip, ruhen pişirildiği gözde mekândır. Mübârek tutulur. Adayın kendisini denemek için belli bir süre kaldığı postun bulunduğu seki de mutfağın önemli müştemilatındandır.

Mutfağın en yetkili yöneticisi, son derecede önemli makama sahip bulunan “Ateş-baz Velî” ünvanıyla anılan şahıstır. Adayın kontrollerle liyakat derecesini o tayin ederek, kalıp kalmayacağını o teklif eder idi. Onayı alana hücrede yer gösterilirdi. Dervişliğe kabul edilen kişiye “Sema” talimleri de Somatlık’daki özel yerde yaptırılırdı.

ÇELEBİ DAİRESİ:

Güneyde, Kıbâbu’l Aktâb’ın duvarına bitişik, Hâmuşân’a nâzır olarak sonradan yapılmış, kârgir, camekânlı, genişçe mekândır. Meşhur “Niyaz Penceresi” de burada kalmıştır. Dergah meşayihinin misafir ve görüşme salonu iken günümüzde ‘Mevlâna Müzesi İhtisas Kütüphânesi’ olarak kullanılmaktadır.

KÜTÜPHÂNE:

Âsitânede özel bir kütüphânenin tesisini, 1271 /1854 yılında Mehmed Said Hemdem Çelebi gerçekleştirmiştir. Âsitâneye ait okunmak üzere alınmış olan ne kadar eser varsa hepsini toplatarak bir araya getirtmiştir. Dervişlerde, Çelebilerde, dolaplarda, sergenlerde, raflarda, hücrelerde bulunarak derlenen bu nâdide eserlere özel kütüphânesini de bağışlayıp katan Hemdem Çelebi böylece bir büyük hizmeti daha gerçekleştirmiştir.

MİSAFİRHÂNE:

Ma’murenin kuzey batı tarafındaki bahçede bu yöndeki derviş hücrelerinin arkasındadır. Tek katlı olup, dört oda ve bir de salondan meydana gelmiş kârgir binadır. Postnişîn Efendi, cuma ve bayram tebriklerini burada kabul ettiği için buraya “Şeyh Dairesi” denildiği de olmuştur.

AVLULAR:

Âsitâne’nin Dört tarafı avluludur. Bunlar: I. ‘Hadîkatu’l Ervah’ (Ruhlar Bahçesi). Batıdadır. Şadırvan ve havuz buradadır. II. ‘Hâmuşân;’ Güneydedir. Ortasında küçük bir havuz vardır. Türbe mezarlık tarafında olduğu için bu adı almıştır. III. ‘Doğu Avlu:’ Doğu taraftaki bu avluda şimdi mezar taşları sergilenmektedir. IV. ‘Kuzey Avlu:’ Bu tarafta yer alan gül bahçesinden ingin bir duvarla ayrılmış durumdadır. “Çelebiler Kapısı” ve “Valideler Mezarlığı” buradadır.

Avluların hepsi de önceleri ünlü Mevlevîlerin gömüldükleri mezarlık durumunda idiler. 1927 yılında müze olarak yapılan düzenlemeler sırasında, taşları doğu avluya nakledilerek buralar, bahçe haline getirilmişlerdir. Hürrem Paşa, Sinan Paşa, Hasan Paşa, Fatma Hatun ve Mehmet Bey Türbeleri de avlularda yer alan Osmanlı eserlerindendir.

ŞEB’İ ARÛS HAVUZU:

Batı avluda, mutfak ve Meydan-ı Şerif’in önündedir. Eski takvimle, Mevlâna’nın vefatının yaz mevsimine rastladığı yıl dönümlerinde törenler bu havuzun çevresinde yapılırdı.

ŞADIRVAN:

Batıdaki avlu olan Hadîkatu’l Ervah’da bulunmaktadır. Ortasındaki yekpâre mermer havuz, Ulu Arif Çelebi’ye, Kütahya’dan hediye olarak gönderilmiş olup, şadırvanın yapımında buraya yerleştirilmiştir. Su, Yavuz Sultan Selim tarafından getirilmiştir. Buna dair kitabesi güneydedir. Onarımlar görmüştür.Üzeri sayvanla örtülüdür.

SELSEBİL:

Batıdaki avluda, bu yöndeki derviş hücrelerinin önündedir. Hemdem Said Çelebi tarafından yaptırılmıştır.

TİLÂVET ODASI:

Türbe ve mezarların bulunduğu kapalı mekânlara girişi sağlayan odadır. “Okuma Odası” olarak kullanılmıştır. Günümüzde Osmanlı döneminin ünlü hattatlarının nâdide eserleri, Harem-i Şerif maketi, kündekâri kapak gibi müzelik eşyalar sergilenmektedir. Buradan “Gümüş Kapı” ile “Kademât-ı Pir” denilen mekana geçilir. Mevlevi kültüründe önemli yeri olan “Gümüş Kapı” Sokulu Mehmet Paşanın oğlu Hasan Paşa tarafından 1008 / 1599 yılında hediye edilmiştir. Hat ve tezyinatla bezelidir.

KADEMÂT-I PÎR:

Gümüş kapıdan doğuya doğru, Mevlâna’nın türbesi önüne kadar uzanan mekândır, Güneyinde, paralel olarak “Kibabu-l Aktab” yer alır. Kuzeyinde mescid, Horasan erleri ve semahâne bulunmaktadır. Üzeri üç kubbe ile örtülüdür. “Dahil-i Uşşâk” diye de bilinir. Mevlâna’nın türbesinin önündeki Post Kubbesinin altında sona erer.

KIBÂBU’L AKTÂB:

“Kutupların Kubbeleri” anlamına gelen bu mekân, Mevlâna yakınlarının ve ünlü Mevlevîlerin sandukalarının bulunduğu yer olup genişçe iki kubbe ile örtülüdür. Duvarları hat ve motiflerle süslenmiştir.

GÜMÜŞ KAFES:

Kuzeyi açık eyvan tarzındaki Mevlâna türbesinin bu yönünde bulunur. İki fil ayağının arasındaki mermer şebekelerin ortasındadır. Gümüşle kaplı olduğu için bu adı almıştır.Önünde “Gümüş Eşik” ve “Gümüş Basamaklar” (Mirâc-ı Sîm-pâye) bulunmaktadır. Bunların altında, türbenin mahzenine inişi sağlayan merdiven varsa da mahzen kapısı örülü durumdadır.

Mevlevilerce son derecede önemli olan “Gümüş Kafes”, Maraş Mir-i Mírânı Mahmud Paşa tarafından, kalem-kâr İlyas’a yaptırılmıştır. Son derecede zarif ve gayet sanatlı olarak meydana getirilmiş olan bu eserin üzerinde, şair Mâni’nin 32 beyitlik Türkçe manzumesi yazılıdır.Yazı, Mirza Ali’ye aittir.

ÇERAĞ KAPISI:

Gümüş Kapı’dan, Dâhil-i Uşşâk’a girilince solda vaktiyle kandil, şamdan ve mumların bulundurulduğu yerde olduğu için bu adı almıştır. Mescid’e açılır.

MESCİD:

Dahil-i Uşşâk’ın kuzeyindedir. Semahâne ile müşterek yapılmıştır. Her ikisi de Kanuni Sultan Süleyman zamanına tarihlenir. Üzeri yüksek geniş ve ferah bir kubbeyle örtülüdür. Mermer kürsüsü, mihrabı, kârgir müezzin mahfili dikkati çekecek zerafettedir. Günümüzde Sakal-ı Şerif, nâdide yazma eserler ve müzelik değeri büyük olan eşyalar sergilenmektedir.

SEMAHÂNE:

Mescidin doğu bitişiğimdedir. Mimari yönden Kânuni Devri özelliklerini taşır. Üzeri geniş ve ferah bir kubbeyle örtülü olup, altında bulunan geniş mekân semâ yapılan Meydan-ı Şerif’tir. Doğu ve kuzeyinde Sultan II. Abdülhamit’in inşa ettirdiği (1306/1881) iki katlı mahfiller yer almıştır. Bunların alt katı mutribân heyetine ve misafirlere; üst kat ise hanımlara aittir. Güneyinde “Naathân Mevkii” görülür.
Semahâne ve mescidin kubbe ve duvarlarında yer alan sıra ve pencereler içeriye ferah bir görüntü kazandırırlar. “Şeriat” ve “Tarikat” sembolleri olan bu iki mekânın arasında ingin bir süs duvarı mevcuttur. Bunun süslü, az yüksek ve kapılı olması, “Şeriat” ile “Tarikat” birliğini ve beraberliğini de sembolize eder gibidir.

Her iki mekândaki vitrinlerde Mevlâna yakınları ve Mevlevîlere ait nâdide eşyalar, folklorik, etnografik malzemeler sergilenmektedir. Müze olduktan sonra buraya armağan edilen değerli objeler de vitrinlerde alâka ile seyredilmektedir.

DİĞER YAPILAR:

Mevlâna Âsitânesine yedi yüz yıllık tarihi içerisinde bir çok sosyal, dînî ve kültürel yapılar eklenmiştir. Türbe (Kürkçüler) Hamamı, Selimiye Camii, İmâret, Yusuf Ağa Kütüphânesi, Muvakkıthâne, Türbe (Sultan Veled) Medresesi bunlardandır. Bir kısmı son yarım asır içerisinde maalesef kaybolmuştur.

Başta “Âsitâne” olmak üzere bütün Mevlevihâneler, bol gelirli,zengin vakıflarla yönetile gelmişlerdir. “Celaliye Evkafı” adıyla bilinen bu vakıfların her türlü ihtiyaca cevap veren gelirleri sayesinde Mevlevilik ve Mevlevihâneler, gayrinin yardım, destek, dolasıyısıyla baskı ve tekliflerine konu olmadan görevlerini ifâ ve icrâ etme imkanıyla yaşamışlardır.

Konya Mevlâna Âsitânesi, İcra Vekilleri Heyeti’nin 2 Eylül 1341 /1922 tarihli kararıyla, diğer tekke, dergah ve zaviyeler gibi seddedilmiştir. Aradan fazla zaman geçmeden, Mevlâna Âsitânesi’nin “Âsâr-ı Atika Müzesi” haline getirilmesi uygun görülmüştür. Gerekli düzenlemelerden sonra Âstâne, 2 Mart 1927 tarihinde “müze” olarak merasimle ziyarete açılmıştır.Bu gün yurdumuzun Topkapı Sarayı’ndan sonra en çok ziyaretçisi olan müzesidir.

BÖLÜM: MEVLEVİHÂNELER

Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled tarafından, muhterem babasının günlük yaşantısına, evrâd u ezkârına, gelenek ve göreneğine ait âdet, alışkanlık ve hatıraların kaybolmaması için ortaya konulan prensipler, ” Mevlevilik ” gibi yüce bir yaşama sevincini ve eğitim müessesesini insanlığa armağan etmiştir. Selçuklular, Beylikler ve Osmanlılar zamanında devletin geniş topraklarında şubeler açarak, misyonunu yerine getirmek üzere teşkilatlanmıştır. Tarihi boyunca ulaştığı her yerde hemen hemen bütün devlet yöneticileri ve halk tarafından alâka, yakınlık ve himaye görmüştür. 700 yıldan beri dünyanın çeşitli ülke, coğrafya ve kültüründe; dili, dini, ırkı, cinsi, mezhebi, meşrebi, mektebi, zamanı farklı milyonlarca insanın gönüllerini uyandırmıştır. Kuruluşunu tamamlayarak faaliyete geçtiği her sosyal ve kültürel ortamda Türk kültür ve tefekkürünü, fahrî ateşesi gibi hizmetlerde bulunmuşlardır. Girdiği her gönülü, sevgi, saygı, birlik, beraberlik, hoşgörü, düzen, âhenk ve huzur ortamını tesis yolunda eğitip olgunlaştırmışlardır.
Kaynağını Kur’an- Kerim ve Sünnet-i Şerif’ten alan Mevlâna’nın yüksek ve çağları aşan mesajları, İslam Dini’nin gerçek, gülen yüzüyle ve berrak mahiyetiyle tanınıp, benimsenmesini temin etmiştir. Günümüzde ileri ülkelerde Mevlâna ve Mevlevilik ile ilgili eserlerin satış rekorları kırmasındaki sır, işte bu ulvî, lâhûtî ve derûnî mesajlardadır.Mevlevîhâneler bir ruh terbiye mimarisidir. Bir ahlak, fazilet, meziyeti edep mektebidir. Buralara noksan gelen tamam olur. Selçuklu, Beylik ve Osmanlı dönemlerinin hemen bütün sultanları Mevlevîliğe olan saygı ve bağlılıklarından dolayı; siyasi, sosyal gücü de arkalarında bulundurmak için Mevlevîliğe son derece önem ve değer vermişlerdir. Hemen hepsi de, Mevlevîhânelere önemli hizmet ve katkılarda bulunmaya özen göstermişlerdir. Dergâhların imar ve onarımı üstlenen nice beyler, paşalar, hatunlar, vezirler bu hizmeti kendileri için bir onur ve şans saymışlardır.

Bu müesseselere yapılan bağışlarla muazzam bir teşekkül olan “Celâliye Evkâfı” nın tesis edildiğini belirtmiştik. Arazi, dükkan, bağ, bahçe, değirmen gibi bol gelir sağlayan emlâkı ile son derece zengin imkânlarla donatılmışlardır. Dolayısıyla maddi yönden sıkıntı söz konusu olmadığı için vakıf gelirlerinin muntazam işlediği dönemler boyunca amacı doğrultusunda büyük hizmetler ifa etmişlerdir.

En büyük ve en önemli yatırımın ‘insan’ a yapılması gereken yatırım olduğu prensibiyle, kişi ve toplumlar üzerinde son derecede yapıcı etkiler meydana getiren Mevlevîhaneler, yüzyıllar boyunca kişi ve kitlelere yön vermiştir. Bütün bunlardan dolayıdır ki,”Dû cihanda eger altun ola dirsen nâmın / Sikkesi altına gir Hazreti Mevlâna’nın” tenbih, tavsiye ve tercihi, büyük alâka ve intisap görmüştür.
Mevlevîhaneler, kişinin iç dünyası ve kişiliği ile baş başa kalıp nefs, murakabe ve muhasebe imkanı sağlayan eğitim terbiye ekolleridir. Hücrede kalan kişi her işini kendisi yapardı. Başkasından bir şey istememek ve kimseye yük olmamak ana kuraklardan idi. Hücrede bekârlar kalırlardı. Evlenen dışarıya çıkarak eve yerleşirdi. Sabah gelir akşama doğru evine dönerdi. Mevlevîhânelerin kapıları Ramazan ayı dışında sabah namazı açılır, akşam ezanı ile seddedilirdi.

Günde iki öğün yemek çıkardı. Kalori derecesi yüksek olmayanlar yenirdi. Bazı mübarek gece ve günlerde hafif tatlı çıkarılırdı. Böylece “az yemek, az konuşmak, aza uyumak” prensibi ile bedene hafiflik, ruha incelik kazandırılırdı. Nefse sukûnet temin edilirdi. “Mide tehî ten dürüst; kese tehî can dürüst” prensibine göre hareket edilirdi.

Hücreler bir tefekkür, tezekkür ve teemmül mekanı olduğu gibi, sanat atölyesi gibi de hizmet yapardı. Güzel sanatlara vakıf bulunan dedeler bu sanatını burada icra ederek, eserler verirlerdi.Yapılan bu eserleri “Pazarcı” adındaki görevli dede çarşıya, pazara götürerek satar, bedelini sahibi olan dedeye teslim ederdi.Dede de özel ihtiyaçlarını bununla karşılardı.

Uygun gün ve saatlerde kendisine başvuranlara hücrede sanat öğretilirdi. Sanat tarihimizde Mevlevîhânelerden yetişmiş çok değerli, ünlü sanatkârlar biliyoruz. Bunlar arasında eserleriyle haklı şöhrete kavuşmuş nice mûsiki-şinas, hattat, ressam, mücellit, müzehhib, nakkaş, sedefkâr, oyma, katı’, ebrû, âhâr, ustası bulunmaktadır. Bu kıymetli sanatkârlar isimlerinin sonuna ekledikleri “el- Mevlevi” ünvânı ile, bu büyük kapıya mensup ve müntesip olduklarını bildirmekten her zaman şeref ve kıvanç duymuşlardır. Mevlevîhâneler, liyâkatli, dirayetli,yöneticilerin elinde amacına uygun, kendisinden beklenilen kalite ve evsafta, büyük hizmetler yapmışlardır.

Mevlevîlik, Konya dışına taşmaya Mevlana’nın torunu Ulu Arif Çelebi’nin yönetiminde başlamıştır. XIV. yüzyıl Anadolu’sunun böyle bir ulvî sese ihtiyaca vardır. Çelebi, Anadolu’nun bir çok yerlerine giderek şubeler açılmasını sağlar. Lârende (Karaman), Beyşehir, Akşehir, afyon, Denizli, Birgi, Alanya, Niğde, Aksaray, Sivas, Tokat, Amasya, Erzurum, Bayburt Mevlevîhâneleri birbiri ardınca hizmete girer. Tebriz’e, Merend’e, Sultaniyye’ye kadar gidilir.

Daha sonra Afyon Mevlevîhânesi Şeyhi Dîvânî Mehmet Çelebi, yeni bir yayılma programı uygular. Kerbelâ ve Necef ziyaret edilir. Bağdat’ta Mevlevî Tekkesi kurulur; Şam ve Kahire Mevlevîhâneleri faaliyete geçirilir.

Diğer yıllar ve asırlarda yeni şubelerin açılışı birbirini takip etmiştir. Başlıca Mevlevîhâneler şunlardır;

Adana, Afyon, Akçahisar, Akşehir, Aksaray, Amasya, Ankara, Antakya, Antalya, Aydın, Ayntab (Gaziantep), Bağdat, Bahariyye, Bahriye, Belgrat, Beyşehir, Bilecik, Bingazi, Bosna-Saray, Bozkır, Burdur, Bursa, Çorum, Demirci, Denizli, Şam, Diyarbakır, Edirne, Eğirdir, Elbasan, Ermenek, Ertuğrul, Erzincan, Eskişehir, Filibe, Girit, Gelibolu, Galata, Halep, Hama, Humus, Isparta, İpek, İzmir, İzmit, Kahire, Çankırı, Karaman, Kasımpaşa, Kastamonu, Kayseri, Kerkük, Kırşehir, Kilis, Kriva-palanko, Kudüs, Kütahya, Lazkiye, Lefkoşe, Manisa, Maraş, Marmaris, Mavşil, Medine-i Münevvere, Mekke-i Mükerreme, Midilli, Mostar, Muğla, Musul, Niğde, Niş, Peç, Peşte, Piriştina, Sakız, Samsun, Sandıklı, Serizâr, Selanik, Siroz, Sivas, Tatar, Tavşanlı, Tebriz, Tekirdağ, Tirana (Albania), Tire, Tokat, Trablusşam, Ulukışla, Urfa, Üsküdar, Üsküp, Vadina, Vidin, Yenikapı, Yenişehir (Larizsa), Yozgat.

Birçok yerde Mevlevî Zâviyeleri de bulunmakta idi. Bazı yerlerde birden fazla Mevlevîhânenin faaliyette bulunduğunu biliyoruz. Mesela İstanbul’da altı tane şube vardı. Mevlevîliğin henüz ele alınmamış belgeleri incelendikçe bunlara başkaları da katılacaktır.

Hepsi de Konya Mevlevî Âsitânesine bağlı olarak hizmet görmüşlerdir. Bulundukları yöre halkına , Mevlâna’nın çağlar üstü mesajlarını ulaştırarak jeneratörlük yapmışlardır.

Bu şubelerin yöneticileri ve bazı görevlileri genellikle Konya Âsitânesi’nde yetiştirilip hazır edilerek gönderilmişlerdir. Bulundukları bölge halkından liyakatli, fedakâr, hizmet ehli şahsiyetleri yetiştirerek bazı işlerle görevlendirmişlerdir. Bu şubelerin büyük kısmı ayaktadır. Bir kısmı ise zamanla ilâve ve değişiklikler gördüğü için özel plânını büyük ölçüde kaybetmiştir. Yıkılarak kaybolanlar da vardır. Başka amaçlarla kullanılanları da bilinmektedir.

Tarihi belgelerde adı geçen bütün bu şubelerin yanı sıra dünyanın çok çeşitli ve farklı ülkelerinde “Çağdaş Mevlevîhâne” diyebileceğimiz toplantı mekânları süratle çoğalmaktadır. Japonya’dan Amerika’ya kadar uzanan coğrafyada bu yeni sohbet ve fikir yerlerinde çağın getirdiği, yüksek düşünce ve yaklaşımların, müspet ilmin ortaya koyduğu derin bilgi, bulguların ışığında Mevlâna ve Mevlevîliğin son derece önemli tetkik, tahlil ve tatbikleri yapılmaktadır. Müspet ilimlerin henüz yeni ulaşabildiği derin bilgilere Hz. Mevlâna’nın yedi yüz yıl önce ışık tutup tohum atmış olması büyük bir hayranlık ve teslimiyet uyandırmaktadır. Bu yakın ve sıcak alaka ve yöneliş, Mevlâna’nın eserlerine büyük rağbet meydana getirmektedir.
Mevlevîhaneler, Mevlâna’nın yüksek fikir, duygu ve düşüncelerinin yayılma noktası olan Konya Mevlâna Âsitânesi ve onun etrafındaki yörüngelerde yer alan şubeleri fert ve toplumlara yön veren eğitim müesseseleri olarak tarihe geçmişlerdir. Halihazırda ve istikbalde bu alanlarda araştırmalar yaparak yeni sonuçlar elde etmek isteyecek tetkikçilere bu tarihi mekanların sağlam, bakımlı ve mevcut orjinalitesi ile korunarak intikal ettirilmesi bize düşen ilmî ve insanî bir görevdir.