Yearly Archives :

2022

KARAMAN’DA MEVLEVİLER’İN EN ESKİ MEZAR TAŞI LUBBUHU AHMED EL-MEVLEVİ’NİN MEZAR TAŞI
KARAMAN’DA MEVLEVİLER’İN EN ESKİ MEZAR TAŞI LUBBUHU AHMED EL-MEVLEVİ’NİN MEZAR TAŞI 150 150 Hz. Mevlâna Dergâhı

KARAMAN’DA MEVLEVİLER’İN EN ESKİ MEZAR TAŞI LUBBUHU AHMED EL-MEVLEVİ’NİN MEZAR TAŞI

Yusuf Yıldırım

Karaman Mevlâna ilişkisini  bilinmeden Karaman’da Mevleviliğin önemi anlaşılamaz. 2022, Mevlâna’nın Karaman’agelişinin 800.  yılıdır. Belh’ten  başlayan macera dolu yolculuk, Konya’da tamamlanmadan önce 1222 yılında Karaman’da biraz soluklanır. Alâeddin Keykubad’ın ısrarlı davetlerine karşı koyamayan Mevlâna’nın babası Bahaüddin Veled, yedi yıl süren Karaman hayatını 1229 yılında noktalayıp Konya’ya ailesini ve topluluğunu taşır.

Yaşadıkları yedi yıl içinde Mevlana’yı Karaman’a bağlayan birçok hatırayı da meydana getirir. Karaman’la Mevlâna arasındaki kuşkusuz en güçlü bağ, 1224 yılında vefat eden annesi Mümine Hatun’un mezarının Karaman’da olmasıdır. Mevlâna’nın Şerafeddin Lala’nın kızı Gevher Hatun ile evliliği de 1225 yılında Karaman’da gerçekleşir. Sultan Veled’in doğumu da 1227 yılında Karaman’da olur. Yine Mevlana’nın kardeşi Alâeddin Mevlâna Karaman’da vefat etmiştir.

Karaman, ne kadar Mevlana’nın hayatında bir temel olursa Mevlâna ve ailesi de Karaman’a o derece etki eder. Mevlana’nın annesi Mümine Hatun’un Karaman’da yatıyor olması, şehri hep göz önünde

tutmuştur. Mevlana’nın bazen yıl yıl bazen de birkaç yıla bir Karaman’a gelip annesi Mümine Hatun’un mezarını ziyaret ettiği söylenir. Mevlâna ve Karaman arasındaki bağı daha da güçlendiren önemli gelişmelerden hatta en önemli gelişme Mevlana’nın torunu Ulu Arif Çelebi’nin, Konya dışındaki ilk Mevlevihane’yi Karaman’da, 1310 yılına kurmasıdır. 615 yıl boyunca hizmet veren -bugün Aktekke Camii adıyla meşhur Karaman Mevlevîhanesi, önemli bir kültür merkezi görevini görürken Halep, Şam, Bağdat gibi büyük Mevlevihanelere yetiştirdiği önemli şeyhlerle tanınmıştır            (Tanrıkorur, 2001:447-448).

Mevlevilik merkezli Karaman’da gelişen kültürün mezar taşlarına yansıması gayet doğaldır. 1310 yılında kurulan Karaman Mevlevihanesi’ne ait günümüze gelebilmiş en eski mezar taşı hangisidir sorusunun cevabı da Mevlevihane kadar eski sayılabilecek 1375 tarihli bir mezar taşıdır.

Bu mezar taşı aynı zamanda Karaman’ın tarihli en eski mezar taşlarından biridir.

Lubbuhu Ahmed el-Mevlevî adlı bir Mevlevi’ye ait mezar taşı; tip, süsleme, kitabe, malzeme özellikleriyle yazıda anlatılacaktır.

Anlatımda daha çok açıklama, karşılaştırma, nesnel betimleme, tartışma anlatım yöntemleri kullanılmıştır.

Karaman’daki en eski mevlevi mezar taşı

Bu mezar taşından -görmeden, duyumlarına dayanarakilk söz eden, İbrahim Hakkı Konyalı; “Gene mabedin kıble tarafındaki çıkmaz sokağın içinde İstasyon Telgraf Memurluğundan emekli Tahir Çavuş’un evinde sandukalı bir mezar taşı bulunuyormuş. Süleyman Şah’ın mezarının bunlardan biri olduğu rivâyet ediliyormuş. (Konyalı, 1967:242243)” biçiminde bilgi aktarır.

Konyalı’nın sadece varlığına dair bilgi aktardığı bu mezar taşı, 2007 yılında Aktekke Camii’nin kıblesine düşen ve hazirenin karşısındaki bir evin duvarının yıkılmasıyla ortaya çıkmıştır. Bu mezar taşını da içine alacak kadar Aktekke Camii Haziresi 2009 yılında genişletilmiştir.

Lubbuhu Ahmed el-Mevlevî Mezar baş taşı arka yüzü son satırında mezar sahibinin künyesi kayıtlıdır. Eksikleriyle beraber 2011 yılında tarafımdan kitabesi okunan mezar taşı sahibinin künyesi; “Lubbuhu Ahmed el-Mevlevî”ir. Mezar taşının künyesinin bu kadar geç okunmasının sebebi, lakapta geçen “lubbuhu” kelimesinin anlamlı bir kelime olarak tespitinin uzun zaman almasıdır. Buna göre lubbuhu, akıl, seçkin akıl anlamındaki “lubb” kökünden gelmektedir. Akıllı anlamındaki “lebîb” ile üstün akıl sahipleri anlamındaki “ululelbâb” kelimeleriyle “lubbuhu” kelimesi aynı kökten gelmektedir.

Lubbuhu Ahmed el-Mevlevî’yle ilgili en büyük sorun, mezar taşındaki adından başka bir bilgi bulunmamasıdır. Ancak Evliya Çelebi’nin 1672 yılında Karaman ziyaretinde bilgi verdiği kişilerden birisinin Ahmed el-Mevlevî olabileceği ihtimali de vardır. Evliya Çelebi’nin sözünü ettiği kişiye dair bilgiler şöyledir:

Ziyâret-i el-Mevlâ Ahmed ibni Mahmudü’l-Asem mevleviyeti terk idüb terk tecrîd iken maskatı re’si olan Larende içre “Li-edri’l-kudât” diyüb kazaya rızâ verüb vâsılı cinân oldu. Kaddese sirrrah. Hâlâ ziyâretgâhı vardır (Evliya Çelebi, 1935: 314).

Bu metin günümüz Türkçesine şöyle çevrilebilir:

Mahmut Asem oğlu Ahmed Mevlâ’yı ziyaret. Kendisi kadılık/müderrislik görevini terk ederek kendisini Allah’a vererek doğum yeri olan Larende’ye (Karaman) gelip “Li-edri’l-kudât” diyerek kaderine baş eğip Allah’a kavuştu. Allah onun sırrını kutsasın. Hala ziyaretgâhı vardır.

Lubbuhu Ahmed el-Mevlevî ile Mevlâ Ahmed aynı kişi olabilir mi? Mevcut bilgiler analiz edildiğinde ortaya şu sonuçlar çıkmaktadır:

Evliya Çelebi’de bilgisini aktardığı kişinin adı el-Mevlâ Ahmed’dir.

Mezar taşındaki kişi Lubbuhu Ahmed el-Mevlevî’dir.

Terk tecrid etmiş yani mutasavvıftır.

Lubuhu Ahmed el-Mevlevi mezar taşı okuma çalışmaları, 2009 Foto: Yusuf Yıldırım

el-Mevlâ Ahmed’in halen ziyaret edilen bir ziyaretgâhı vardır.

Lubbuhu Ahmed el-Mevlevî’nin mezar taşı da Aktekke’nin kıblesinde bir evin içinde ortaya çıkmıştır. Burası onun sağlığında belki bir zaviye idi.

Mevlevîlikte taç giymiştir.

Has ve âmmdır (Hem halktan hem de seçkindir)

Lubbuhu lakabıyla anılan Ahmed el-Mevlevî de Mevlevîlikte önemli biridir. Ve adına kaliteli mermerden dönemine göre sanatsal bir mezar taşı yapılmıştır.

Bu karşılaştırmadan çıkan sonuca göre Evliya Çelebi’nin Seyahatnâme’de adını verdiği Mevlâ Ahmed ile mezar taşı sahibi Lubbuhu Ahmed el-Mevlevî’nin aynı kişi olduğu kabul edilebilir.

Lubbuhu Ahmed Mevlevî’nin mezar taşı tip özellikleri

Dikdörtgen prizmal bir sanduka üzerinde baş ve ayak taşı yapılmış mezar taşı, Anadolu Selçuklu Devleti mezar taşı geleneğinde Sivas, Tokat, Akşehir örneklerinde olduğu gibi sütunceli mezar taşı tipindedir. Sivas, Tokat mezar taşlarının tersine Lubbuhu Ahmed el-Mevlevî’nin mezar taşında figür yoktur.

Dikdörtgen prizmal sanduka 150 x 3 5 x 35 cm; baş taşı 130 x 35 x 8 cm, ayak taşı, 110 x 35 x 8 cm ölçülerindedir.

Mezar baş taşı

Mezar taşının malzemesi grimsi beyaz mermerdir. Sütunceli ve taçlı mezar taşı tipindedir. Motifler, bitkisel ve geometriktir. Baş taşı, sütunceli gövde, S kıvrımlı ara bölüm, sivri kemerli taç ve üç dilimli tepelik olarak biçimlendirilmiştir. Taş yüzeyinin tepelikten aşağısı beş panoya bölünerek kitabe alanı olarak düzenlenmiştir. İşleme tekniği kabartmadır. Gövde kenarlarına yivli sütunceler yerleştirilmiştir. Yiv çıkıntılarının yüzeyi yuvarlaktır. Sütunce başlığı zarlar, sadece baş taş ön yüzünde işlenmiştir. Üç dilimli tepelikte her dilimin yüzeyine rumi motifi işlenmiştir. Kök rumiler ise taç yüzeyine sarkmıştır. Gövde, S kıvrımlı bölge ve taç yüzeyi kitabe alanı olarak değerlendirilmiştir. Baş taş ön yüzeyinin tamamı altı panoya, arka yüzey ise beş panoya bölünerek kitabe ile doldurulmuştur.

Mezar ayak taşı

Ayak taşı da baş taşı ile hemen hemen aynı özellikleri taşımaktadır. Ayak taşı daha kısa olduğundan pano sayısı dörde düşmüştür. S kıvrımları, yerini C kıvrımlarına bırakmıştır.

Sanduka

Sanduka, dikdörtgen prizmal tek parça kirli sarı renkte tüf malzemelidir. Kenarlar gövde yüzeyinden taşırılarak, kalın silme olarak biçimlendirilmiştir. Sanduka malzeme ve tip olarak 19. yy örnekleriyle örtüşür. Buradan, şahidelerin, 19. yy’da sanduka üzerine alındığı anlaşılmaktadır.

Lubbuhu Ahmed elMevlevî’nin mezar taşındaki süsleme ögeleri

Mezar taşının vurgulu motifleri, gövde kenarlarındaki yivli sütünce, zarlar, tepelik alınlığındaki kapalı rumi motifler ile silmelerdir.

Lubbuhu Ahmed Mevlevî’nin mezar taşı kitabesi

Lubbuhu Ahmed el-Mevlevi mezar ayak taşı dış yüz, 2009 Foto: YusufYıldırım

Mezar taşının hem baş hem de ayak taşının hem ön hem de arka yüzeyler tepelik dışında tamamen kitabelidir. Kitabe, Selçuklu sülüsü üslubunda okumayı çok çok zorlaştıracak derecede istifli ve girifttir. Kitabenin dili Arapça ve Farsçadır. Tam okunamayan baş taş ön yüzünde muhtemelen bir ayet ya da hadis ya da her ikisi yazılıdır. Baş taş arka yüzünde ise mezar sahibinin ölüm tarihi ile künyesi kayıtlıdır. Ayak taşı arka yüzünde Farsça daha çok şiir metnini çağrıştıran bir kitabe vardır. Ayak taşı iç yüzünde ise bir hadis ve ikinci bir tarih bulunmaktadır.

Mezar taşı kitabesinin çeviri ve dil içi çevirisi şöyledir:

Baş taş ön yüz:

(…….. )

fe-stagferû ve-rhamû (… )

ve ikra’ âlâ kitabi’llahi fekûlû

(………..)

(……….)

(……….)

Baş taş iç yüz:

ve kad (.    ) fî sebîlillah

min şehri Zilhicce hamse

ve seb’îneve seb’a-miete

Lubbühü Ahmed el-Mevlevî

Ayak taşı iç yüz:

fî şehri Rebî’u’l-evvel

senete tis’a ve seb’’ine ve seb’a miete

en-nâsu fe-izâ yenâmû mâtu intebehu

Ayak taşı ön yüz:

merg nîst vü hayât hayli nîst

merg nümâ aks-i bed nazar kafirî cihân

bed ömür sanki ömr-i dem nîst

Kitabenin Türkçe çevirisi:

Baş taş ön yüz

(…… )

rahmet dileyiniz ve bağışlanma isteyiniz

Allah’ın kitabı üzerine okuyun ve şöyle deyin…

(……..)

Baş taş arka yüz:

775 yılı Zilhicce ayı

Lubbuhu Ahmed el-Mevlevî

Ayak taşı arka yüz:

779 yılı Rebi’u’l-evvel ayı

İnsanlar uyudukları zaman ölürler

ve ölüm onları uyandırır.

Ayak taşı ön yüz:

ölüm boş ve hayat daha boş

ölüm bu yalan dünyaya kötü bakışın resmidir

kötü geçmiş bir ömür,

ömrün boş bir anı gibidir

Sonuç

615 yıllık bir geniş bir zaman diliminde faaliyet gösteren Karaman Mevlevîhânesi, Karaman şehir kültürünün hep merkezinde olmuş ve bir gelenek oluşturarak Mevlevî kültürüne büyük insanlar yetiştirmiştir. Karaman Mevlevîhanesi’nin Karaman’daki somut kültürel miraslarından birisi de Aktekke Camii ve Haziresi mezar taşlarıdır. Aktekke Camii Hazîresi, mezar taşı çeşitliliği ve sayı bakımından şehrin en büyük hazirelerindendir.

Bu hazirenin tarihli en eski mezar taşı aynı zamanda en eski Mevlevî mezar taşıdır.

Bu mezar taşı, yazı, dil, motif ve tip özellikleriyle Anadolu Selçuklu üslubunda mezar taşı geleneğinin ve Anadolu Selçuklu sanatı mirasının Karamanoğulları tarafından devralınarak sürdürüldüğünü örnekleyen bir tarihi eserdir.

Mezar taşı, dönemine göre sanat değeri yüksek bir eserdir. Tepelikteki kapalı rumi, sütuncelerdeki yivlerin kabartılması, zarların tasarımı hem bağlı olduğu geleneğe hem de Karaman’daki sanatın seviyesine göstergedir.

Yine kitabenin boşluksuz ve son derece istifle, giriftle yazılması Selçuklu kitabe yazma yönteminin Karamanoğulları döneminde de devam ettiğine bir kanıttır.

Kitabedeki özellikle ayak taşı dış yüzündeki Farsça metin, mezar taşına daha başka bir nitelik kazandırmakla beraber, Karaman’da yüksek bir edebiyatın o dönem yaşadığına işaret edebilir.

Lubbuhu Ahmed el-Mevlevî hakkında yeterli bilgiye ulaşılamasa da Karaman’da Mevlevîliğin önemli bir büyüğü olduğu, döneminin nitelikli ve sanatsal bu mezar taşından anlaşılmaktadır.


Kaynaklar

Evliya Çelebi. (1935). Seyahatname. İstanbul: Maarif Vekâleti.

Konyalı, İ. H. (1967). Karaman Tarihi. İstanbul: Baha Matbaası.

Tanrıkorur, Ş. B. (2001). Karaman Mevlevihanesi. TDV İslam Ansiklopedisi, 24, s. 447448.

 

Teşekkürler Edirne…
Teşekkürler Edirne… 750 500 Hz. Mevlâna Dergâhı

Edirne’deki tarihi Muradiye Camisi’nin haziresindeki mezar taşları onarıldı

Edirne’de 2. Murat tarafından yaptırılan Muradiye Camisi’nin Mevlevi dergahı şeyhleri ve divan şairlerinin kabirlerinin bulunduğu haziresindeki mezar taşları aslına uygun şekilde onarıldı.

Kent merkezinde Osmanlı dönemi mezarlıkları ve hazirelerinin ihyasına yönelik Edirne Valiliği koordinasyonunda Edirne Belediyesi, İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü, Müze Müdürlüğü, Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Müdürlüğü, Vakıflar Bölge Müdürlüğü ve Trakya Üniversitesi Mimarlık Fakültesi ortak çalışma başlatıldı.

Bu kapsamda 15. yüzyıl Osmanlı sanatının en önemli yapıtları arasında gösterilen, Şeyhülislam Musa Kazım Efendi, Mevlevi divan şairleri Enis Recep Dede, Neşati, Hacı Eşref, Muradiye Mevlevi Dergahı şeyhlerinin kabirlerinin bulunduğu Muradiye Camisi’nin haziresinde bulunan bitkiler ve mezarlarla bağlantısı olmayan döküntü taşlar temizlendi.

Kırık mezar taşları tespit edildi ve önceki restorasyon çalışmalarında yapılan hatalı uygulamalar giderildi. Tespit edilen 52 kırık mezar taşı aslına uygun malzemeler kullanılarak onarıldı.

Tüm mezar taşlarının yüzey temizlikleri ve mezar taşı okumaları yapılarak Türkçe etiketlemeleri yapıldı.

Edirne Valisi H. Kürşat Kırbıyık, hazirede yapılan düzenlemeleri yerinde inceledi.

İl Kültür ve Turizm Müdürü Kemal Soytürk’ten yapılan çalışmalar hakkında bilgi alan Kırbıyık, gazetecilere yaptığı açıklamada, Edirne’nin kadim bir şehir olduğunu ve kültürel değerlerinin ayakta tutulması gerektiğini söyledi.

Tarihi mezarlıklar ve cami hazirelerinde yıpranmalar tespit edildiğini, kurumlar arası güç birliği yaparak çalışmalara başladıklarını anlatan Kırbıyık, şunları kaydetti:

“Trakya Üniversitesinden akademisyenler bu işin rehberlik kısmı ve yönlendirmesini üstlendiler. Belediye ve İl Özel İdare ekipleri ile kurumlardan ekiplerimizle tarihi mezarlıkların bakım ve onarım çalışmasını başlattık. Burada da bunun ilk örneğini görüyoruz. Yapılan işlerden biri de burada yatan zatların kimliklerinin görülebileceği şekilde plakalar oluşturduk.

Gelen ziyaretçiler burada kimlerin bulunduğuna dair bilgiler edinebilecekler. Mezarlıklar tarihi bir vesika, dönemin kültürünü yansıtıyor, mezarda kimin defnedildiğine dair bize bilgiler veriyor, dönemsel ve kültürel anlamda bilgiler elde ediyoruz. Bu anlamda bu çalışmayı çok önemsiyoruz.”

Vali Kırbıyık, çalışmaların Hasan Sezai Cami, Gazi Mihal Bey Cami ve Şah Melek Paşa Cami hazireleri ile Fatma Hatun Mezarlığında devam edeceğini ifade etti.

Soytürk de kent genelinde 41 alanın belirlendiğini ve çalışmalara Muradiye Camisi’nden başladıklarını dile getirdi.

Çalışmaların Müze Müdürlüğü koordinasyonunda yapıldığını belirten Soytürk, mezar taşlarının aslına uygun malzemelerle onarıldığını söyledi.

Vali Kırbıyık’a incelemeleri sırasında, Edirne Belediye Başkan Yardımcısı Selçuk Çakır, Trakya Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Ahmet Hamdi Zafer ve kurum müdürleri eşlik etti.

Anadolu Ajansı

Mevlana Müzesi’nde hafta sonu yoğunluğu yaşanıyor
Mevlana Müzesi’nde hafta sonu yoğunluğu yaşanıyor 750 500 Hz. Mevlâna Dergâhı

18.09.2022

Konya’daki Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin türbesinin bulunduğu Mevlana Müzesi, sıcak havaya rağmen yerli ve yabancı ziyaretçileri ağırlıyor.

Mevlana Müzesi’nde hafta sonu yoğunluğu yaşanıyor

Türkiye’nin farklı yerlerinden kente gelen ziyaretçiler, Kubbe-i Hadra’nın manevi atmosferi altında müzeyi gezerek Hazreti Mevlana’nın kabri önünde dua ediyor.

Ziyaretin ücretsiz olduğu müzede özellikle Hz. Mevlana’nın sandukası önünde ziyaretçiler uzun kuyruklar oluşturuyor.

Eşi ve kızıyla Kocaeli’nden Konya’ya gelen Murat Aktan, AA muhabirine, müzenin manevi atmosferinin kendisini çok etkilediğini söyledi.

Nurcan Aktan da “Bence herkesin gelip görmesi gereken yerlerden bir tanesi ama bugün kalabalığa denk geldik sanırım. Gördüğüm kadarıyla da dışardan baya yoğun bir ilgi var. Hazreti Mevlana ‘Ne olursan gel’ dediği için biz de geldik.” ifadesini kullandı.

Antalya’dan şehre gelen Sertan Şener ise ilk kez müzeyi ziyaret ettiğini belirterek, “Daha önce Konya’da hiç bulunmamıştım. Kızımın üniversite kaydı için gelmiştik, gelince de ‘Türbeyi ziyaret edelim’ dedik. Biraz kalabalık. İçerdeki el işlemesi Kur’an yazmaları, duvarlardaki işlemeler insanı faklı duygular içine sokuyor.” diye konuştu.

 

GÖNÜLLÜ MEVLEVÎ TABURU NİÇİN VE NASIL TEŞEKKÜL ETTİ?
GÖNÜLLÜ MEVLEVÎ TABURU NİÇİN VE NASIL TEŞEKKÜL ETTİ? 150 150 Hz. Mevlâna Dergâhı

BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NDA GÖNÜLLÜ MEVLEVÎ TABURU NİÇİN VE NASIL TEŞEKKÜL ETTİ?[1]

Nuri Köstüklü

        Giriş- Kavramlar Meselesi: “Alay” mı, “Tabur” mu?

Araştırmamızın başlığında “Alay” yerine özellikle “Tabur” ifadesi kullanılmıştır. Öncelikle bu konunun açıklanmasını gerekli görüyoruz. Çünkü konu ile ilgili bazı yayınlarda bu husus, dikkatlerden kaçarak, “Mücahidîn-i Mevleviyye Alayı”, “Gönüllü Mevlevi Alayı” vb. ifadelerle kuruluşundan itibaren “Alay” olarak adlandırıla gelmiştir. Hâlbuki kuruluş sırasındaki yazışmalar ve kaynaklarda “Tabur” ifadesi açıkça yer almaktadır.

Harbiye Nezareti Ordu Dairesi resmi bir yazısında; “… 1330 kanun-ı evvelde … Mevlevi Taburu namıyla bir tabur teşkil” edildiğini[2] belirtmektedir. Kuruluş sırasında, ilgili makamlarla olan bütün yazışmalarda “Mevlevi Taburu” ifadesi kullanılmıştır[3]. Mevlevi gönüllülerinin bağlı bulunduğu 4. Ordunun Komutanı Cemal Paşa, Hatıralarında; Veled Çelebi’den bahsettikten sonra; “… Kendisi Mevlevi Gönüllü Taburu adı ile bir birlik tertip ederek Suriye’ye gelmişti ki, Veled Çelebi Hazretlerinin bu fedakârlıkları takdire layıktır.”[4] ifadelerini kullanmaktadır. Yine kuruluş sırasında Tabur adına yazılan şiir, güfte ve yapılan bestelerde “Mevlevi Taburu” ifadesinin sıkça vurgulandığını görüyoruz. Mesela, Halep Mevlevihanesi post-nişîni Ahmed Remzi Dede tarafından yazılan ve yine Halep Maarif Müdürü Nezih Bey tarafından nev’eser makamında bestelenen güfte; “Mevlevi Taburu teşkil eyledi Sultan Reşad/ Avn-i Hakk’la eyleriz meydan-ı harpte bir cihad” mısralarıyla başlıyor idi. Örneklerini burada vermeyi zâit gördüğümüz bu ve benzeri konu ile ilgili hemen bütün kaynaklarda “tabur” ifadesi geçmektedir. Ancak, kuruluşundan yaklaşık 20 ay sonra Ağustos 1332’de (1916) iki taburlu bir alay hâline dönüştürülmüş[5] ve bu tarihten sonra “Mücahidîn-i Mevleviye Alayı” veya kısaca “Mevlevi Alayı” olarak şöhret bulmuş idi[6].

Adlandırma konusunu bu şekilde açıklığa kavuşturduktan sonra şimdi Mevlevi Taburu’nun niçin teşekkül ettiği, sorusunu sormak istiyoruz. Bu soruya cevap ararken öncelikle dönemin karakteristiğine kısaca göz atmamız gerekiyor.

Gönüllü Mevlevi Taburu Niçin Teşekkül Etti?

Balkan Savaşı ve arkasından patlak veren Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı Devleti açısından fevkalade zor şartları beraberinde getirdi. Özellikle, lojistik ihtiyaçlar ve insan kaynakları bakımından neredeyse tükenme noktasına gelinmiş bulunuyordu. Bunun yanında, eskilerin 93 Harbi dediği 1877-78 Osmanlı- Rus Savaşı ile başlayan Trablusgarb ve Balkan savaşlarıyla yaşanan mağlubiyetler, toplumun psikolojisini, moral ve motivasyonunu olumsuz olarak etkilemişti.

Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı’na girmek mecburiyetinde kaldığında, bütün bu zorluk ve imkânsızlıklara rağmen, var olabilmenin mücadelesi içine girdi. Bu mücadelede, ordu birliklerinin yanı sıra gönüllü birliklerin de önemli bir misyonu üstlendiğini biliyoruz. Aslında gönüllü uygulamasının asırlar öncesinden beri Türk tarihinde türlü değişikliklerle uygulana geldiğini biliyoruz. Ama Trablusgarb ve Balkan savaşlarından itibaren insan kaynaklarının gittikçe azalması, mağlubiyetler vd. dönemin şartları, hem lojistik hem de moral bakımından gönüllülük sisteminin artarak canlanmasını mecbur kıldı. 1911-1912 Türk-İtalyan Savaşı yerli halk ve gönüllü subaylarla yürütüldü. Balkan savaşında gönüllü birliklerin etkili olduğunu söyleyebiliriz. Birinci Dünya Savaşında bütün vatan coğrafyası ve özellikle Doğu Anadolu’da gönüllülük sistemi çok yaygınlaştı. Çarpıcı bir örnek vermek gerekirse, Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele’de sırf Kiğı kazası halkınca 3 Tabur gönüllü milis kuvvet teşekkül etti[7]. İstiklal Savaşı, düzenli orduya geçinceye kadarki  1,5 yıl gönüllülerle yani Kuva-yı Milliye ile yürütüldü dersek hiç de abartmamış oluruz. Bütün bu gelişmelerin gerekçesinde, insan kaynakları yetersizliği ve lojistik ihtiyaçlar bulunmakla birlikte, toplumun maneviyatını yükseltmek, ona moral ve motivasyon kazandırmak gibi bir sebebin de etkili olduğunu biliyoruz.

Bu cümleden olmak üzere, gönüllü hareketlerde tasavvufi kurum, dinî şahsiyet veya kavramlara özellikle ağırlık verilmiş idi. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, yakın Türk tarihine baktığımızda gönüllü milis teşkilatların oluşumunda veya bizzat teşkilat içinde müftü, imam, vb. din görevlisi veya dinî kültürü ağırlıklı şahsiyetler hep bulunagelmiştir. Mesela Batı Anadolu’da ve diğer yerlerde Kuvâ-yı Milliye’nin teşekkülünde yöredeki müftü veya din görevlilerinin çok etkili olduğunu biliyoruz. Denizli’de, Müftü Ahmet Hulusi Efendi, Tavas’da Müftü Cennetzade Tahir Efendi, Çal’da Müftü Ahmet İzzet, Sarayköy’de Müftü Ahmet Şükrü, Buldan’da Müftü Salih Efendizade Mehmet, Acıpayam’da Müftü Hasan Efendi, Isparta’da Hafız İbrahim ve Mevlevi Şeyhi Ali Dede, Uluborlu’da Müftü Tahir Efendi, Burdur’da Müftü Halil Efendi[8], Afyon’da Müftü Şükrü Efendi, Edirne’de Müftü Şaban ve Mevlevi Şeyhi Selahaddin Efendi, Konya’da Post-nişîn Abdülhalim Çelebi ve Konya müftüsü, Kastamonu’da şeyh Amil Çelebi ve burada isimlerini saymakla bitiremeyeceğimiz daha niceleri bölgelerindeki milis gönüllü teşkilatların oluşumunda öncülük ettiler. Aslında bu tablo, Birinci Dünya Savaşı ve İstiklal Savaşı’nda bütün vatan coğrafyası için geçerli bir tablo idi. Bütün bu gerçekler bize,  gönüllülüğün motivasyonunda “din” veya “dinî kavramların” işin tabiatında var veya olması gereken olgular olduğunu gösteriyor.

Birinci Dünya Savaşına girerken, tasavvufi kurumlar içerisinde Konya merkez olmak üzere teşkilatlanma ve hiyerarşik ilişkiler açısından en organize olan kurumun Mevlevihane olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Öteyandan, Gölpınarlı’nın da dediği gibi Mevlevihanenin, 17. Yy.dan itibaren bir devlet kurumu özelliğini taşıması[9], dönemin padişahı Sultan Mehmed Reşad’ın Mevlevi olması ve Yenikapı Mevlevihanesinde Abdülhalim Çelebi tarafından kendisine kılıç kuşatılması[10] da, Mevlevilerce oluşturulacak bir gönüllü birliğin teşekkülünü teşvik eden sebepler arasında görülmelidir diye düşünüyoruz.  Belki bu sebeplere bazı araştırmacıların da söylediği gibi, zaman zaman Jön Türklerle ilişkilendirilerek[11] Mevlevilerin teşkilatçı özelliğinin öne sürülmesi eklenebilir.

Sonuç itibarıyla Mevlevi Taburu niçin teşekkül etti, sorusunun cevabını: yukarıdan beri ele aldığımız tarihi gerçekler ve gerekçeler çerçevesinde; 1-Dönemin insan kaynakları durumu, lojistik ihtiyaçlar, 2- Halkın moral ve motivasyonunun yükseltilmesi ve bunda dinî kavram ve olguların önemi, 3- O günün şartlarında mevcut tasavvufi kurumlar içinde Mevlevihanenin organize ve teşkilatçı özelliği vb. sebeplerde aramak gerektiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Şimdi, Mevlevi Taburu’nun nasıl teşekkül ettiğine ana hatlarıyla bakmak istiyoruz;

Mevlevi Taburu Nasıl Teşekkül Etti?

Mevcut kaynaklar çerçevesinde, Mevlevi Taburu’nun cihad-ı ekber ilanından itibaren aşağı -yukarı üç aylık bir sürede teşekkül ettiğini anlıyoruz.

Bilindiği üzere, İtilaf devletlerinin daha resmen savaş ilan etmeden Osmanlı topraklarını bombalamaya başlaması ve 2 Kasım’da Rusya, 5 Kasım’da İngiltere ve Fransa’nın resmen savaş ilan etmeleri üzerine Osmanlı Devleti 11 Kasım 1914’te tabii olarak savaş kararını aldı. Savaş ilanından iki gün sonra Padişah Sultan Reşad “cihad-ı ekber” ilan ederek[12] dünya Müslümanlarını mücadeleye davet etti. Tabii ki bu davet öncelikle, Anadolu vatan coğrafyasında etkisini göstermeye başladı. Bu etki alanları içerisinde dönemin iki önemli tasavvufi zümresi Mevleviler ve Bektaşiler ile diğer bazı ehl-i tasavvufu öncelikle belirtmemiz doğru olacaktır.

4. Ordu Komutanı olarak Filistin cephesine tayin edilen Bahriye Nazırı Cemal Paşa, görev yerine gitmek üzere 21 Teşrin-i sani 1330 (5 Aralık 1914) de Haydarpaşa’dan ayrılıp 36 saat sonra Konya’ya geldiğinde yaşadıklarını şöyle anlatıyor;

“Vali Azmi Bey’in himmetiyle Konya ahalisinin pek hararetli istikbaline (karşılamasına) mazhar oldum. Bu vesileden istifade ederek Mevlânâ Celaleddin-i Rumî Hazretlerinin mübarek mezarlarını ziyaret ettim. O sırada Veled Çelebi Efendi Hazretleri ile tanıştım. Kendileri bir gönüllü müfrezesi ile Mısır seferine iştirak edecek olurlarsa, Hz. Mevlânâ’nın ruhaniyetinden ordumun müstefid olacağını (faydalanacağını), söz arasında söylemiştim. Gerçekten benim hareketimden bir müddet sonra kendisi ‘Mevlevî Gönüllü Taburu’ adı ile bir birlik tertip ederek Suriye’ye gelmişti ki, Veled Çelebi Hazretlerinin bu fedakârlıkları takdire lâyıktır”[13].

Cemal Paşa’nın bu sözlerinden, Gönüllü Mevlevî Taburu’nun oluşmasında kendisinin teşvik edici olduğunu görüyoruz. Hatta bunun da ötesinde, Cemal Paşa böyle bir organizasyon fikrinin önce kendisinden çıktığı mesajını vermektedir. Ancak, Cemal Paşa’nın bu ifadelerini ihtiyatla karşılamak lâzım. Çünkü, bu günlerde, gerek Mevlevîhâne, gerekse saray ve ordu birimleri içinde gönüllü teşekkülü yönünde hazırlıklar da zaten yapılmakta idi. Tabii ki, bir Ordu Komutanı ve Bahriye Nazırı olarak Cemal Paşa’nın bizzat, Veled Çelebi’ye bu yoldaki teşvikleri şüphesiz Mevlevîleri cesaretlendirmiş olmalıdır.

Aralık ayının ilk yarısında Konya’da oldukça hareketli günler yaşandığını görüyoruz. 14 Aralık (1 Kanun-ı evvel) tarihli İkdam gazetesi bize bu günlerde yaşananları ayrıntılı bir şekilde aktarmaktadır. Gazetenin haberine göre; Cihad-ı mukaddesin ilanı Konya’da büyük bir yankı uyandırdı. Cihad haberi duyulur duyulmaz ulemâ ve eşrafın tamamı Müdâfaa-i Milliye Cemiyeti şubesinde toplanarak fevc fevc akıp gelen gönüllülerin kaydına başlandı. Konya’nın önde gelen ulemasından 12 kişi ilk toplantıda gönüllü kaydoldular. Özellikle Veled Çelebi, Mevlevîlerden gönüllüler teşkiline girişti. Şehirde cihad için büyük bir şevk ve arzu vardı. Her ferd din ve devlet düşmanlarına karşı son nefesine kadar çalışmaya ve bu uğurda canını feda etmeye hazır bulunduğunu beyan ediyordu. Köylere gönderilen teşvik heyeti halk tarafından sevinçle karşılanıyordu[14].

Konya’da bu gelişmeler olurken, aynı günlerde Veled Çelebi, söz konusu gönüllü kuvvetin teşekkülü için, ilgili makamlar nezdinde teşebbüslere başladı. Veled Çelebi, 19 Aralık 1914’de (6 Kanun-ı evvel 1330) Dâhiliye Nezâreti’ne gönderdiği yazıda; İstanbul’daki şeyhlerin ve ihvanın toplanmasıyla Konya’ya gönderilmesi hususunda ilgililere gerekli emirlerin verilmesini arz etti. Veled Çelebi bu yazısında aynen şöyle diyordu;

“Dâhiliye Nezâret-i Celilesi’ne

Amme-i müslimîne farz-ı ayn olan Cihad-ı ekbere tâife-i sâdıka-i Mevlevîye’nin bir gönüllü taburu teşkil eylemek suretiyle iştirakı, cihet-i askeriyece tekarrür eyleyüb (kararlaştırılıp) makrûn-ı müsâade-i seniyye-i cenab-ı hilâfetpenahî (Padişahdan izin verilmiş) olmağla arz-ı şükran ve İstanbul’daki meşâyih ve ihvanın derciyle (toplanmasıyla) Konya’ya irsali (gönderilmesi) babında lâzım gelecek inâyet-i devletlerinin lâzım gelenlere emr ü ferman buyurulması müsterhamdır, ferman”[15]. Bu ifadelerden, gönüllü Mevlevi Taburu’nun Padişah ve askeri makamların emir ve bilgisi dahilinde teşekkül etmeye başladığını anlıyoruz.

Veled Çelebi, hemen Konya Askerlik Dairesi’yle de irtibata geçerek (19 Aralık 1914), Gönüllü Mevlevî Taburu oluşturulması sürecinde, askerî makamlardan kendisine gönderilen resmî telgraflar gibi, kendisinin de teşkilatlanma ile ilgili olarak Mevlevî şeyhlerine ve diğer ilgililere göndereceği tebligatın askerî makamlarca resmen tebliğ edilebilmesi hususunda yardımcı olunmasını arzu etti[16]. Veled Çelebi, yine aynı gün Konya Askerlik Dairesine gönderdiği bir başka yazıda; Mevlevî çelebilerinden taburlarda bulunan üç-beş zatın kendisinin komutası altında oluşturacağı Mücahidîn-i Mevlevîye’ye teslim ve iâdesi hususunda yardımlarını istedi[17].

Mevlevî Taburu’nun teşekkülü yolundaki çalışmalar ve hazırlıklar devam ediyordu. Veled Çelebi, diğer bazı Mevlevî şeyhlerine maiyetleriyle birlikte Tabur’a katılmaları yolunda yazılar yazdı. Ancak, bu işlerin kolaylıkla yürütülmesi için ilgili resmî makamların da yardımlarına ihtiyaç duyuluyordu.

Bu cümleden olmak üzere, 20 Aralık’ta Harbiye Nezâreti’ne gönderdiği arzda; Hükümet ve askerî yetkililerin şeyh efendilerle ortaklaşa çalışma içinde bulunarak, orada bulunan bütün Mevlevîlerin sevki hususunda her türlü koruma ve yardımın yapılması için ilgili vilayet ve müstakil liva mutasarrıflıklarına gerekli emirlerin verilmesi hususunu istirham etti[18]. Gerekli emirlerin verilmesi arzu edilen ve mevlevîhane bulunan valilik, mutasarrıflık ve kaymakamlıklar şunlar idi; İzmir, Edirne, Ankara, Kastamonu, Haleb, Şam, Sivas, Burusa, Karahisar-ı sâhib, Kütahya, Manisa, Gelibolu, Urfa, Ayıntab, Lazkiye Maraş, Kudüs, Trablus, Aydın, Muğla, Tokad, Samsun, Erzincan, Burdur, Isparta, Eğirdir, Niğde, Çorum, Amasya, Antalya, Ertuğrul, Kerkük, Kayseri, Eskişehir, Aydın, Güzelhisarı, Ermenek, Kilis, Beyşehri, Tire, Denizli, Demirci, Ulukışla[19]. Ayrıca Harbiye Nezâreti’nden, gönüllü taburun oluşturulmasında ihtiyaç duyulacak kişilerin gönderilmesi de istendi[20].

Bu arada, söz konusu oluşumu teşvik için Padişah’ın Sancak-ı şerif ihsan buyurduğu haberi Konya Valiliği kanalıyla Veled Çelebi’ye resmen ulaştığında, Veled Çelebi, Saray’a kendisi ve ihvanı adına şükranlarını bildirdi[21].

Gönüllü Taburun teşekkülü yönündeki çalışmalar bütün hızıyla devam ediyordu. Hâlen bir kıtada asker olan veya askerliği tecil edilmiş veya bunların dışında hangi kişilerin birliğe alınacağı hususunda, ilgili makamlar arasında pek çok yazışmaya rastlıyoruz.

Konya Valisi İzzet, 27 Aralık’ta (14 Kanun-ı evvel) Harbiye Nezâreti’ne gönderdiği bir yazıda; “Mevlevîlerden teşkil etmekte olan gönüllü taburuna, te’cil edilmiş efradın da iştirakı istid’a olunuyor (isteniyor). Asker olup hâlen mezun addolunan efraddan arzu edenleri bu tabura iltihakına müsâade ve tabura iltihak etmek üzere buraya gelmelerine engel olunmamasının kolordulara emr ve tebliğ buyurulması”nı arz etti[22]. Harbiye Nezâreti de bir gün sonra Konya Vilayetine gönderdiği cevabi telgrafta; teşekkül edecek tabura iltihak edeceklere kolaylık gösterilmesi hususunda ilgili makamlara gerekli talimatın verildiğini[23], ancak mezun olup henüz davet edilmemişlerin Mevlevî Taburu’na katılmaları uygun olmakla birlikte, silahaltında bulunanların iltihakının uygun olmadığını bildirdi. Bir tereddüde meydan vermemek için bu durum takip eden günlerde ayrıca, Sivas’da 10. Kolordu Kumandanlığına[24], I. Kolordu[25], 4. Kolordu[26], 6. Kolordu[27] Kumandanlıklarına ve diğer ilgili birliklere de yazıldı.

Konya Valisi İzzet, yine aynı gün 27 Aralık’ta Harbiye Nezâreti’ne gönderdiği bir diğer arzında; Konya Amele Taburunda istihdam edilmekte olan tekyede (türbede) neyzen, mutrıb vazifesini ifa eden yirmi neferin Gönüllü Mevlevî Taburu’na iltihak ettirilmelerini Çelebi Efendi’nin arzu ettiğini belirtmiştir. Herhâlde, bu sanat erbabının durumu biraz farklı olmalı ki, Harbiye Nezâreti, bu talep üzerine Levâzımata ve Ordu Dairesi’ne gönderdiği yazılarda söz konusu 20 neferin Gönüllü Tabur’a iltihaklarının uygun olacağını bildirmiştir[28].

Bu günlerdeki Harbiye Nezâreti ile ilgili kolordular ve diğer ilgili makamlar arasındaki yazışmalardan, Gönüllü Mevlevî Taburu’nun teşekkülünde, -bazı istisnalarla birlikte- prensip olarak hâlen silahaltında bulunanlar dışındaki kişilerin tabura alınmasının kararlaştırıldığını ve bu yolda yapılacak hizmetlerin teşvik edildiğini anlıyoruz.

Söz konusu tabura katılacak gönüllülerin özlük hakları konusunda da yine askerî makamlar katında ciddî bazı çalışmaların yapıldığını görüyoruz. Henüz silahaltına alınmamış ama askerlik yaşına gelmiş 1310 (1894) doğumlu mükelleflerden bu gönüllü tabura katılacak olanlar, akranlarının askere alınıncaya kadar gönüllü taburdaki hizmetleri, normal mükelleflik hizmetlerinden mahsub edilecek idi[29].

Yine özlük hakları çerçevesinde, gönüllü taburda memur olarak silahaltına alınanların durumlarına da açıklık getirilmiştir. Bu durumdakiler hakkında 24 Eylül 330 tarihli kanunda belirtildiği şekliyle, hâlen diğer birliklerdeki muvazzaflara yönelik uygulamanın aynısı tatbik edilecek idi.

Bu konuda düşülen tereddüt dolayısıyla Dâhiliye Nezâreti’nin, Harbiye Nezâreti’ne gönderdiği 30 Ocak 1915 (17 Kânun-i sâni 1330) tarihli yazıya[30], Harbiye Nezâreti özetle;

“Mevzu-ı bahs olan Mevlevî Gönüllü Taburu, Nezâret-i Celile (Harbiye Nezâreti) ile haberleşilerek teşkil edilmiş ve kararlaşdırılmış olduğundan dolayı, … Mevlevî Taburu’na alınan memurînin askerî sınıflarına göre, kanun hükümlerinin tatbiki (uygulanması) tabiidir…”[31].  şeklinde cevap vermiştir.

Yine aynı şekilde Evkaf Nezâreti’ne de bu yönde açıklamalar gönderilmiştir[32]. Bu kuruluş aşamasında, Mevlevîhane mensuplarıyla birlikte, alınan karar gereğince muhibban[33] ve diğer sûfî kurumlardan da Tabura katılanlar oluyordu.

Görüleceği üzere, Gönüllü Mevlevî Taburu’nun teşekkülü hususunda başta Harbiye Nezâreti ve askerî makamlar olmak üzere Çelebilik makamı ve diğer ilgili kurumlar arasında ciddî bir yazışma trafiği bulunmakta idi.

Zaman içerisinde gönüllü kuvvetin, teşekkülü hız kazandı. Daha önce de belirttiğimiz üzere, hâlen silahaltında bulunanların Tabura katılmalarına izin verilmemekle beraber, Veled Çelebi’nin bazı birliklerde bulunan bazı Mevlevîlerin kurulacak gönüllü tabura katılmalarına izin verilmesi yönünde ısrarcı davrandığını görüyoruz[34]. Bu ısrarlar karşısında, Konya’daki birliklerin dışında, başka birliklerde bulunan bazı Mevlevîlerin Gönüllü Tabur’a katılmasına müsaade edildiğini görüyoruz[35].

Böyle bir organizasyonun oluşturulması safhasında, şüphesiz ilgili askerî makamlarla olduğu kadar mevlevîhanelerin de kendi aralarında yoğun bir haberleşme trafiği yaşanıyordu. Gönüllü Taburun Komutanı sıfatıyla Veled Çelebi, ilgili makamlardan Mevlevîhaneler arasında çekilecek telgrafların ücretsiz kabul edilmesini istedi. Posta, Telgraf ve Telefon Nezâreti, bu durumu Dâhiliye Nezâreti’ne bildirdi[36].

Dâhiliye Nezâreti de hemen iki gün sonra gönderdiği cevapta;

“Çelebi Efendi Hazretlerinin Mevlevî Taburu teşkilatına müteallik olmak üzere Mevlevîlerin bulundukları yerler arasında teâtî edecekleri (çekecekleri) telgrafların Başkumandanlık Vekâlet-i Celilelerinin iş’arı vechle askerî telgrafnameler gibi meccanen (para almadan) kabulü gerektiğini ve icap edenlere ona göre tebligat yapılması” [37] talimatını verdi.

Yukarıdan beri anlattığımız, aşağı- yukarı Aralık ayının ikinci haftasından itibaren başlayan Gönüllü Mevlevî Taburu’nun kuruluş çalışmaları, bir ay gibi kısa ama yoğun mesâinin sonunda meyvelerini vermeye başladı. Ocak ayının ikinci haftasında, 800 kişilik bir gönüllü rakamına ulaşıldı[38] .

4. Ordu emrinde bulunacak olan bu gönüllü tabura ordudan da subaylar tayin edildi. İstanbul ve civar il ve ilçelerde bulunan Mevlevî ve Mevlevî addolunan gönüllüler, İstanbul’da toplanıp buradan Konya’ya hareket edecek,  İstanbul’a uzak ama Konya’ya yakın olan yerler gönüllüleri ise kendi imkânlarıyla Konya’ya gidecek, Doğu Anadolu ve Şam cephesine daha yakın olan diğer yerlerden katılacak gönüllüler ise doğrudan Şam’a gidip orada buluşacaklardı. İstanbul’da toplanacak kafileyi Konya’ya Komutan Veled Çelebi’ye teslim etmek üzere, Çelebi’nin İstanbul’da kapı çuhadarı (umumî vekili) olan Yenikapı Mevlevîhanesi Şeyhi Abdülbaki Efendi, Komutan vekili olarak görevlendirildi[39]. Ayrıca, tabura ordudan da bazı subaylar tayin edildi. Bu kişiler 16 Ocak 1915 cumartesi günü Konya’ya hareket edecekler idi[40].

Artık İstanbul’da toplanıp Konya’ya hareket etmek zamanı yaklaşıyordu. Kastamonu Mevlevî Şeyhi Amil Çelebi de kırkı geçkin dervişanı ile gönüllü tabura katılmak üzere hazırlıklarını tamamlamıştı. Ancak bu kadar kişinin iaşe ve yol masrafları da bir yekûn tutacağı için Şeyh, Vilayetten 6.000 kuruş kadar bir para talep etti. Kastamonu Valisi Reşid, bu talebi 20 Ocak (1915) tarihinde Dâhiliye Nezâretine telgrafla arz etti[41]. Dâhiliye Nezâreti ise hemen bir gün sonra gönderdiği cevapta; “cihada gidecek Mevlevî dervişânının hükümetçe iaşesi için istenilen paranın hükümetçe verilmesinin mümkün olmadığını ve hiçbir yerde de verilmediğini”[42] bildirdi.

Bu yazışmadan da açıkça anlaşılacağı üzere, gönüllüler, tabura katılıncaya kadar yapacakları masrafları kendileri karşılayacak idi. Bu şekilde, ilgili askerî ve mülkî makamlar ile Çelebilik makamının fevkalâde gayretli çalışmaları sonucu oluşturulmaya çalışılan gönüllü tabur, cepheye harekete hazır bir duruma yaklaştı. Bir taraftan kendi imkânlarıyla doğrudan Konya’ya veya Şam’a hareket edecekler hazırlıklarını yaparlarken, diğer taraftan İstanbul’dan Konya’ya hareket edecek esas kafile toplanmaya başlayacaktır.

Ocak sonlarından itibaren pek çok Mevlevi gönüllü İlk toplanma yeri İstanbul’a gelmeye başladı. Bu gönüllüler, Tabur’u Veled Çelebiye teslim etmek üzere, Şeyh Abdülbaki Efendi’nin komutasında ve Padişah’ın lütfettiği sancakla birlikte 13 Şubat’ta İstanbul’dan Konya’ya hareket ettiler. Şubat’ın ilk haftası içinde, Ankara, Kastamonu, Çankırı ve yakın diğer Mevlevihane şeyhleri maiyyetleri ile birlikte Konya’ya doğru yola çıktılar. Aşağı-yukarı iki hafta içinde Konya dışından gelen Mevlevilerle tekemmül eden Mevlevi Taburu, gerekli hazırlıklar yapıldıktan sonra 26 Şubat (1915) Cuma günü, bütün il protokolü ve askeri ve sivil makamlar ile hemen bütün Konyalıların iştirak ettiği coşkun törenler ve dualar eşliğinde trenle Filistin Cephesine uğurlandı[43].

Sonuç

İleriki aylarda 2 Taburlu Alay’a dönüşerek Filistin Cephesinde 4. Ordu emrinde özellikle askerin moralinin yükseltilmesi ve lojistik alanda fevkalade hizmetlerine şahit olacağımız bu gönüllü vatan erleri, en zor şartlarda bile Türk milletinin teşkilatçı özelliği ile vatan savunmasında neler yapabileceğinin kaydını tarihe düşmüş oldular.

 


[1] 22-24 Ekim 2015 tarihleri arasında Kırıkkale Üniversitesi’nde (Kırıkkale) yapılan Uluslararası Birinci Dünya Savaşı’nda Mevlevi Alayı ve Gönüllü Topluluklar Sempozyumuna sunulan bildirinin genişletilmiş ve yeniden değerlendirilmiş hâlidir.

[2] Genel Kurmay Başkanlığı, Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı (=ATASE) Arşivi, Kutu:71, Gömlek:65, Belge nu:65-1.

[3] Bu konudaki yazışmalar hakkında bkz., Nuri Köstüklü, Vatan Savunmasında Mevlevihaneler (Balkan Savaşları’ndan Milli Mücadele’ye), Atatürk Araştırma Merkezi yay., Ankara 2010, s.69-76. (İlk baskı, Çizgi Kitabevi, Konya 2005)

[4] Cemal Paşa Bahriye Nazırı ve 4. Ordu Kumandanı, Hatıralar, (Tamamlayan ve düzenleyen Behçet Cemal), Çağdaş Yay., İstanbul 1977, s.185- 186.

[5] ATASE Arşivi, Klasör: 56, Dosya:222, Fihrist:26

[6] Abdülbaki Gölpınarlı bu konuda şunları söylüyor: “Mevlevî Taburu sananlar yanılıyorlar. Elimizde Yenikapı Mevlevihanesi’nin Şeyhi Abdülbaki’ye verilmiş bir vesika var. Bu vesikada damga; ‘Hazret-i Mevlânâ Post-nişînliği Alay Kumandanlığı, aded’ yazısını ihtiva ettiği gibi, altta bulunan ve üstüne Veled Çelebi tarafından imza atılmış olan ortası ay-yıldızlı resmî mühürde de ‘Mücâhidîn-i Mevleviye Alay Kumandanlığı’  yazısı var”  (Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevilik, İstanbul 1953, s.177, dipnot, 216).

Burada Gölpınarlı fark edemediği ve dikkatinden kaçan çok önemli bir husus vardır. Gölpınarlı, bahsettiği belgenin tarihini vermemektedir. Bahsettiği bu belge Ağustos 1332 ve sonraki bir tarihe ait olmalıdır. Metin içinde delilleriyle ele aldığımız üzere, söz konusu gönüllü birlik Kanun-i evvel 1330’da önce “tabur” olarak kurulmuş ve Ağustos 1332’ye kadar bu adla anılmıştır.

[7] Ayrıntılı bilgi için bkz., Nuri Köstüklü, “Kiğı Müdafaa-i Hukuk Cemiyetine Ait Bazı Yazışmalar”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Kasım 2013, sayı:87, s.141- 197.

[8] Nuri Köstüklü, Millî Mücadele’de Denizli Isparta ve Burdur Sancakları, Atatürk Araştırma Merkezi yay., Ankara 1999, s.65- 115.

[9] Abdülbaki Gölpınarlı, A.g.e., s.248

[10] Abdülbaki Gölpınarlı, A.g.e.,  s.273-276.

[11] Mevlevilerin Jön Türklerle ilişkileri hakkında bkz., Ahmet Cahit Haksever, Modernleşme Sürecinde Mevleviler ve Jön Türkler, H Yay., İstanbul 2009.

[12] Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), DH-SYS, 22-4/2, Dosya:123-12, sıra:35

[13] Cemal Paşa Bahriye Nazırı ve 4. Ordu Kumandanı, Hatıralar, (Tamamlayan ve düzenleyen: Behçet Cemal), Çağdaş Yay., İstanbul 1977, s.185- 186.

[14] İkdam,  “Konya’da: Osmanlı Heyet-i İstihbariyesinden”, 1 Kanun-ı evvel 1330 (14 Aralık 1914)

[15] S.Ü. Mevlânâ Araştırmaları Merkezi Uzluk Arşivi, Veled  Çelebi’ye Aid Yazışmalar (bundan sonra bu tasnif için VÇAY kısaltması kullanıldı) ,  sıra no:2; Bkz., EK:1.

[16] Uzluk Arşivi, VÇAY, sıra no:4.

[17] Uzluk Arşivi, VÇAY, sıra no:3.

[18] Uzluk Arşivi, VÇAY, sıra no:13; ATASE Arşivi, Klasör:1993, Dosya:419, Fihrist: 1-1.

[19] ATASE Arşivi, Kl:1993,  D:419, Fh: 1-1.

[20] ATASE Arşivi, Kl:1993,  D:419, Fh:1.

[21] Uzluk Arşivi, VÇAY, sıra no: 14; Bkz., EK:2.

[22]  ATASE Arşivi, Kl:1993, D:419, Fh: 1-2.

[23] ATASE Arşivi, Kl: 1993, D:419, Fh:1-3; Ayrıca, Meclis-i Meşâyih’in konuyla ilgili yazısı üzerine (ATASE Arşivi, Kl:1993, D:419, Fh:1-15) Harbiye Nezareti’nin Meşihat Makamına yazdığı cevabî tezkerede. “gerek Konya ve gerek diğer mahallerde bulunan taife-i Mevleviyyeden gönüllü kaydolunarak teşkil olunacak taburlara iltihak edecekler hakkında gerekli kolaylığın sağlanması için ilgililere 25 Aralık 1914 (12 Kanun-i evvel 1330) tarihinde telgrafla tebliğ edildiği; sözkonusu teşkilatın henüz silah altına alınmamış mükellef ve gayr-i mükellefler efraddan oluşturulması, silah altına alınmış olanlara teşmil edilmemesi hususunun Birinci Kolordu Kumandanlığına bildirildiği” ifade edilmektedir (ATASE Arşivi, Kl:1993, D:419, Fh:1-17).

[24]  ATASE Arşivi, Kl:1993, D:419, Fh:1-4.

[25] ATASE Arşivi, Kl:1993, D:419, Fh:1-5 (Riyaset’ten, Birinci Kor. Ahz-ı asker Heyet-i Celilesine 21 Kanun-i evvel 330 tarihli yazı)

[26] ATASE Arşivi, Kl:1993, D:419, Fh:1-16

[27] ATASE Arşivi, Kl:1993, D:419, Fh:1-11.

[28] ATASE Arşivi, Kl:1993, D:419, Fh:1-5.

[29] ATASE Arşivi, Kl:1993, D:419, Fh: 1-11, 1-16 (Harbiye Nezareti’nin 4. ve 6. Kolordulara gönderdiği şifre). Ayrıca konu ile ilgili, aynı dosya Fh:1-9.

[30] ATASE Arşivi, Kl:1993, D:419, Fh:1-22

[31] ATASE Arşivi, KL.1993, D:419, Fh:1-23

[32] ATASE Arşivi, Kl:1993, D:419, Fh:1-24, 1-25. ( Evkaf Nezareti, Harbiye Nezareti’ne gönderdiği yazıda;  her an çağrıldığında askerlikle mükellef olan muhtelif sınıflardan esnan-ı askeriyenin, Gönüllü Mevlevi Taburuna kaydolup olamayacakları ve memurlar hakkında ne gibi bir işlem yapılacağı hakkındaki yazısına,  Harbiye Nezareti; yukarıdaki açıklamaları da teyiden; “Mevlevi Gönüllü Alayına (Taburuna) esnan-ı mükellefe dahilinde olup henüz silah altına alınmayıp halen izinli olarak hanelerinde bırakılmış olanlar ile gayr-i mükellef olanların kayıd ve kabul edilmelerinin uygun olduğu ve bunlardan memur olanlar ve maaşları hakkında da normal silah altına alınanlar gibi ilgili kanun gereğince işlem yapılmasının gerektiğini bildirmiştir.)

[33] Muhibban: tarikattan olmadıkları halde, taraflısı olanlar.

[34] Bir örnek vermek istiyoruz; Veled Çelebi, 9 Ocak 1915’te (27 Kanun-ı evvel 1330) Birinci Kolordu Ahz-ı Asker Heyet-i Riyâsetine (Askeralma Bölge Başkanlığı’na) gönderdiği yazıda; “Şürefâdan bulunan ve toplamı kırk-elli neferden ibaret olan çelebiyânın bazıları sevk ve birkaç neferi de Konya’da amele ve iâşe ve tekâlif-i harbiyede istihdam edildiğinden” bahisle, “şürefâdan bulunan çelebiyanın da bu hayırlı emre iştirakı (gönüllü taburla cihada katılması) tabiî olduğundan halen Konya’da müstahdem bulunan birkaç nefer şürefâ-yı çelebiyanın olsun gönüllü tabura katılmasına müsaade edilmesini” arz etti. Uzluk Arşivi, VÇAY, Belge no: 104; Bkz., EK:3.

[35] Bu kişiler ve birlikleri hakkında bkz., Nuri Köstüklü, Vatan Savunmasında Mevlevihaneler (Balkan Savaşları’ndan Milli Mücadele’ye),s.74

[36] Başbakanlık Osmanlı Arşivi (=BOA), DH-SYS, 22-4/2 (76).

[37] BOA, DH-SYS, 22-4/2  (75/1).

[38] Uzluk Arşivi, VÇAY, Belge no:128, 129 (Harbiye Nezareti ve Der-aliyye’de Yenikapı Mevlevihanesinde Yenikapı ve Karahisar Post-nişinliklerine yazılan 31 Kanun-i evvel 1330 tarihli şifreler).

[39] Resuhi Baykara, “Birinci Harb-i Umumîde Mücâhidîn-i Mevleviye Alayı”, Yeni Tarih Dünyası, Ekim 1953, C.1, sayı:3, s.108.

[40] Uzluk Arşivi,  VÇAY, (Abdülbaki’den Konya’da Reşadetmaâb Efendimize, 1 Kanun-i sani 330 tarihli telgraf)

[41] BOA,  DH-SYS, 22-4/2 (81).

[42] BOA,  DH-SYS, 22-4/2 (80/1).

[43] Bu konuda ayrıntılı gelişmeler için bkz., Nuri Köstüklü, Vatan Savunmasında Mevlevihaneler (Balkan Savaşlarından Millî Mücadele’ye), s.77-83 vd.

 

MÜCAHİDİN-İ MEVLEVİYE ALAYI
MÜCAHİDİN-İ MEVLEVİYE ALAYI 150 150 Hz. Mevlâna Dergâhı

MÜCAHİDİN-İ MEVLEVİYE ALAYI

NURİ KÖSTÜKLÜ

I. Dünya Savaşı sırasında Filistin cephesine katılan gönüllü Mevlevi alayı.

I. Dünya Savaşı’nda Mevlevihanelerin en göze çarpan faaliyeti, bir gönüllü birlik ile Filistin cephesine katılmaları olmuştur. Kendisi de bir Mevlevi olan devrin padişahı Sultan Reşat bir “Mücahidin-i Mevleviye Alayı” kurulmasını arzu etti ve bu yönde faaliyetler başladı. Kurulması düşünülen gönüllü birlik, başlangıçta “tabur” olarak teşekkül edecek ve bilahare (Ağustos 1332/1916’da) “alay”a dönüşecektir. Aslında böyle bir teşkilatlanma, Padişahın arzusunun yanı sıra 14 Kasım 1914’te “cihad-ı ekber” ilanını müteakip pek çok sufi kurumda gönüllü teşekkülü şeklinde kendiliğinden başlamış idi. Mevlevilerin yanı sıra Bektaşî ve Rifailer de bir gönüllü kuvvet ile cepheye katılma teşebbüsüne giriştiler. Bu teşebbüslerin en göze çarpanı ve organize olanı Gönüllü Mevlevi Taburu olmuştur. Tabii ki askerî makamların da bilgisi ve himayesi ile oluşturulmakta olan Gönüllü Mevlevi Taburu’nun kuruluş amacı Harbiye Nezaretinin ifadesine göre; ordunun maneviyatını artırmak ve halkı askerliğe teşvik etmek idi.

Kısa sürede taburun teşekkülüne başlandı. Komutanlığa atanan Konya Mevlâna Dergâhı Postnişini Veled Çelebi (İzbudak), hemen çalışmalara başladı. Başta Harbiye Nezareti, Konya Valiliği ve Konya Askerlik Dairesi olmak üzere ilgili makamlarla yaptığı yazışmalarla Anadolu’daki hemen bütün Mevlevihanelerin gönüllü teşekkülü ve sevklerinde gerekli kolaylığın ve yardımın sağlanması hususunu dile getirdi. Aralık ayının (1914) ikinci haftasında başlayan kuruluş çalışmaları bir ay gibi kısa ama yoğun bir çalışmanın sonunda meyvesini vermeye başladı. Ocak ayının ikinci haftasında 800 kişilik bir gönüllü sayısına ulaşıldı.

IV. Ordu emrinde bulunacak olan bu gönüllü tabura ordudan da subaylar tayin edildi. İstanbul ve civar il ve ilçelerde bulunan Mevlevi ve Mevlevi addolunan gönüllüler, İstanbul’da toplanıp buradan Konya’ya hareket edecek; İstanbul’a uzak ama Konya’ya yakın olan yerler gönüllüleri ise kendi imkânlarıyla Konya’ya gidecek; Doğu Anadolu ve Filistin cephesine daha yakın olan diğer yerlerden katılacak gönüllüler ise doğrudan Şam’a gidip orada buluşacaklardı. İstanbul’da toplanacak kafileyi Konya’da Komutan Veled Çelebi’ye teslim etmek üzere, Çelebi’nin İstanbul’da kapı çuhadarı (umumi vekili) olan Yenikapı Mevlevihanesi Şeyhi Abdülbaki Efendi komutan vekili olarak görevlendirildi. Ayrıca, tabura ordudan da Sadeddin ve Nizameddin efendiler subay olarak tayin edildiler Harbiye Nezareti tarafından askerî müşavir sıfatıyla Kolağası Hüseyin Hüsnü, Doktor Kd. Yzb. Behçet ve Eczacı Zühtü Beyler taburda görevlendirildiler. Taburun bayraktarı Ankara Şeyhi Mustafa Nureddin Dede idi.

Dervişler er, onbaşı, çavuş oldular. Şeyhlere de muhtelif rütbeler verildi. Her ne kadar Mevlevi taburu olmakla beraber, bu birliğe Kadirî ve diğer tarikatlardan veya hiçbir tarikata mensup olmayanlardan da yazılanlar oldu. Fakat hepsinin başına bir Mevlevi sikkesi giydirilerek “Mevlevi” addolundular.

Bir taraftan kendi imkânlarıyla doğrudan Konya’ya veya Şam’a hareket edecekler hazırlıklarını yaparlarken, diğer taraftan İstanbul’dan Konya’ya hareket edecek esas kafile toplanmaya başladı. 7 Şubat (1915) akşamı Yenikapı Mevlevihanesi’nde Padişah tarafından hediye edilen sancağın teslim merasimi yapıldı. Bir hafta sonra da bu esas kafilenin İstanbul’dan uğurlanma zamanı geldi. Başlarında Mevlevi sikkesi, sırtlarında derviş cübbesi elleri kılıçların kabzalarında olduğu hâlde bu gönül erleri, Harbiye Nezareti (Şimdiki İstanbul Üniversitesi merkez binası) önünde toplandılar. 13 Şubat 1915 (31 Kânunusani 1330) günü burada yapılan tören ve dualardan sonra gönüllü Tabur, İstanbul’dan Konya’ya uğurlandı. Yol boyunca diğer zaviye ve tekkelerden de katılanlar oldu. Gönüllüler İzmit, Afyonkarahisar, Akşehir istikametinden 14 Şubat 1915 günü Konya’ya geldi. Tabii ki bu güzergâh üzerinde uğranılan yerlerde törenlerle karşılamalar yapıldı.

Mevlevi Taburu’nun esasını teşkil edecek bu kafile İstanbul’dan padişahın lütfettiği sancakla birlikte Konya’ya hareket ettiğinde, diğer yerlerde bulunan pek çok şeyh de maiyetiyle birlikte bu kuvvete Konya’da katılmak üzere daha önce hareket etmişlerdi. Ankara, Kastamonu, Çankırı ve yakın bölgelerdeki Mevlevi şeyhleri maiyetleri ile birlikte Afyon üzerinden 8 Şubat (1915) akşamı Konya’ya geldiler. Bu gönüllüleri, Çelebi’nin oğlu Arif Çelebi, Ateşbaz Veli Şeyhi Yakup Dede, belediye meclis üyelerinden Muytapzade Rıfat Çelebi Akşehir’de karşılayıp onlara refakat ettiler. Takip eden bir-iki gün içerisinde de İzmir, Manisa, Tire, Denizli, Muğla Mevlevi dergâhları şeyhleri Nuri Dede Efendi, Celaleddin Çelebi Efendi, Hayrullah, Hasan Ali Dede ve Cemal Dede efendiler ile maiyetleri tabura katılmak üzere Konya’ya geldiler. Yukarıda bahsedildiği üzere, İstanbul’dan hareket eden esas kafilenin de 14 Şubat’ta Konya’ya ulaşmasıyla taburun kadrosu tamamlanmaya başladı. Ayrıca bu gün Konya valisi, Veled Çelebi’ye; Padişah’ın, Mücahidin-i Mevleviye Komutanı olarak kendisine bir kılıç ihsan buyurduğu müjdesini verdi.

Mevlevi gönüllüler, Konya’da toplandıktan sonra cephe hazırlıkları için bir müddet burada kaldı. Bu sürede dönemin mülki ve askerî erkânı, sivil toplum kuruluşları ve özellikle halk, Mevlevi Taburu’na büyük ilgi gösterdi. Dönemin Konya basını da bu günlerde sayfalarının büyük kısmını Mevlevi gönüllülere ayırdılar. Bu arada cephe hazırlıkları devam ediyordu. Levazımat olarak Harbiye Nezareti tarafından Veled Çelebi için komutan çadırı, şeyhlere subay çadırı ve nefer için de çadırlar ile kaput, karavana, matara, fıçı vb. malzemeler gönderildi. Konya Valisi Azmi Bey’in talebi üzerine civar kaza ve sancaklardan Mevlevi Taburu için ayni ve nakdi yardımlar gelmeye başladı.

Günden güne kadrosunu ve hazırlıklarını tamamlayan taburun, Konya’dan cepheye hareket zamanı yaklaşmıştı. 26 Şubat (1915) Cuma günü Konya’da olağanüstü bir gün yaşandı. O gün Mevlevi Taburu cepheye uğurlanacaktı. Cuma namazı Sultan Selim Camii’nde kılındıktan sonra Mücahidin-i Mevleviye komutanı, şeyhler ve diğer gönüllüler, daha önce Mevlâna Dergâhı mescidine konan sancağı dualarla çıkardılar. Uğurlama için Dergâh önünde toplanmış bulunan nizamiye askerleri, jandarma, okul öğrencileri ve halk olduğu hâlde Sertarik Adil Çelebi tarafından dua ve arkasından Gülbank-ı Mevlevi okundu. Burada gönüllülere silahlar dağıtıldı. Daha sonra kışlada ve hükümet önünde de coşkulu törenler yapıldı. Bu törenleri müteakip, başta Vali Azmi Bey, Mevki Komutanı Yusuf Ziya Bey, diğer mülki ve askerî erkân ve eşrafla birlikte hemen bütün Konya halkının bulunduğu muhteşem kalabalık ile birlikte gönüllü Mevlevi Taburu istasyona hareket etti ve gönüllüler buradan Şam’a uğurlandılar. Konya’ya gelemeyen diğer Mevlevihane mensuplarının bazıları güzergâh üzerinde bazıları da Şam’da tabura katıldılar.

27 Mart 1915 (14 Mart 1331) günü Şam’a ulaşan gönüllüler, Şam Mevlevihanesi’ne misafir oldu. Bir kısım gönüllü de yakındaki bir otele yerleştirildi. IV. Ordu emrinde gönüllü olarak görev yapacak olan tabur, Şam’da tekemmül ettikten sonra Cebel-i Lübnan’da karargâhını kurup talimlere başladı. Mevleviler konusunda kıymetli mesaileri bulunan Süheyl Ünver’in tespitlerine göre bu gönüllüler, 1.026 kişiden oluşuyordu. Tabur, bir gönüllü birliği olduğu için, zaman zaman azalma ve çoğalmalar olabileceğini dikkate alarak, verilen bu rakamı yine de ihtiyatla karşılamak lazımdır. Şeyhleriyle birlikte, ileride alaya dönüşecek olan bu gönüllü kuvvete 47 Mevlevihane iştirak etmişti. Bunun yanında Uşakiyye, Rifaiyye tarikatları ile farklı dergâhlardan da katılanlar vardı. Mesela kendileri dâhil Bursa Mevlevi Şeyhi Şemseddin Dede 67 gönüllü ile, Ankara Mevlevihanesi Şeyhi Mustafa Nureddin 25, Çankırı Mevlevihanesi Şeyhi Hasip Dede 33, Amasya Şeyhi Hüsameddin Efendi 2, Urfa Mevlevihanesi şeyhi 5 gönüllü ile tabura katılmışlardı. En fazla gönüllü ile katılan Mevlevihane Yenikapı Mevlevihanesi olup, tabura 138 mevcutla iştirak etmişti. Şeyhi ve maiyetiyle birlikte bu gönüllü birliğe katılan Mevlevihaneler şunlar idi: Konya, Afyonkarahisar, Manisa, Halep, Bursa, Yenikapı, Kasımpaşa, Gelibolu, Kastamonu, Edirne, Ankara, Denizli, Tire, İzmir, Eskişehir, Bahariye, Aydın, Bilecik, Karaman, Beyşehir, Sivas, Antep, Kilis, Erzincan, Samsun, Maraş, Antakya, Çankırı, Tokat, Üsküdar, Muğla, Burdur, Amasya, Kütahya, Lazkiye, Çorum, Eğirdir, Kayseri, Urfa, Trablusşam, Humus, Niğde, Kudüs, Galata, İslâhiye, Şam-ı Şerif ve Ulukışla.

Görüleceği üzere, Kıbrıs gibi intikali zor olan veya düşman işgalinde bulunan yerler haricinde Anadolu ve diğer yerlerdeki bütün Mevlevihaneler vatan savunmasına koşmuşlardır.

IV. Ordu emrinde olan bu Tabur, zaman zaman yürüyüş ve atış talimlerinde bulunmakla beraber fiilen savaşa katılmalarına fırsat doğmadı. Ancak Ordu Komutanı Cemal Paşa’nın da belirttiği gibi, söz konusu taburun muhtelif hususlarda orduya pek çok yardımı dokunmuştur. Hizmetleri açısından burada öncelikle, ordunun maneviyatını yükseltmek yönündeki mesaisini belirtmek gerekir.

Edebî yönü de olan Komutan Veled Çelebi’nin “Erenler Gönüllüsü” dediği taburu hakkında yazdığı ve Halep Maarif Müdürü Nezih Bey tarafından acemaşiran makamında bestelenen on yedi dörtlük hâlindeki manzumede, bir “alperen” ruhu tasvir edilmektedir. Ellerinde silahlarıyla dervişler tarafından okunan bu beste şüphesiz ordunun kahramanlık duygularının yükselmesine katkı sağlıyor idi.

Yine bu gönüllülerle ilgili olarak Halep Mevlevihanesi Postnişini Ahmet Remzi Dede’nin yazdığı ve Halep Maarif Müdürü Nezih Bey tarafından neveser makamında bestelenen on mısralık bir başka güftede, dervişlikle gaziliğin tek bir ruhta birleşmesinin mesajı verilmekte ve dinleyenlerin kahramanlık duyguları kabartılmaktadır.

Manzumenin sözleri şöyledir:

“Mevlevî Taburu teşkîl eyledi Sultân Reşâd

Avn-i Hakkla eyleriz meydân-ı harbde biz cihâd

Sâlikân-ı Mevlevî meydân-ı harbe hû salâ

İşte hazırdır gelin aşkıyla meydân-ı vikâ

Pirimizdir pişvâmız Hazret-i Molla Celâl

Azmimiz düşmân ile savletle etmekdir cidâl

Halık-i kaib-i aduvdur fahrimiz serde külâh

Emr-i hayr harbe sevk etdi bizi çün Padişâh

Velvele-endâz-ı âfâk ola çün nây kudüm

Allah Allah hû deyü düşmâna etmekde hücûm”

Tabii ki bütün bu gelişmeler, Mevlevi Taburu’nun ordu içinde manevi bir coşku kaynağı olduğunu göstermektedir.

Mevlevilerin hizmetleri yalnızca ordunun maneviyatını yükseltmeyle sınırlı kalmamış, lojistik pek çok alanda hizmet vermiştir.

Bir Osmanlı yedek subayı Gödeneli Abdullah Kemal’in Hicaz cephesine sevki sırasında Şam’da bizzat şahit olduğu üzere; Şam’da Hamidiye Çarşısı içinde bir tekkede bulunan Mevlevi 2. Bölüğü buradan gelip geçen Osmanlı askerlerine ücretsiz yemek vermekte ve onları misafir etmekteydi. Yine lojistik faaliyetlerden olarak Mevlevi gönüllülerin sağlık alanındaki hizmetleri de oldukça dikkat çekmektedir. Balkan Savaşı sırasında da bu konuda tecrübeye sahip olan Mevleviler, Şam’da bir sıhhiye bölüğü oluşturdular. Hatta bir seyyar hastane ile sağlık alanında daha verimli olabileceklerini düşündüler ve Tabur Komutanı Veled Çelebi, 4 Temmuz 1915’te IV. Ordu komutanına müracaatta bulundu. IV. Ordu Komutanı Cemal Paşa, Mevlevilerin bu hizmet aşkından fevkalade memnun oldu. Ancak, seyyar hastanenin yerine, mevcut sıhhiye bölüğünün güçlendirilmesini uygun görerek Veled Çelebi’den bu yönde hizmet bekledi.

Birinci Dünya Savaşının bütün cephelerde şiddetle devam ettiği günlerde, IV. Ordu’dan Bağdat, Bitlis ve Çanakkale’ye kuvvetler gönderildiğinden Ordu kadrosu on iki tabura kadar düşmüştü. Kurmay Başkanı Ali Fuat’ın (Erden) ifadesine göre; Suriye’de Ordu karargâhında piyade ve süvari birlikleriyle bir Mevlevi Taburu ve Deliorman muhacirlerinin oluşturduğu gönüllü bir piyade bölüğünden başka kuvvet yoktu.

Ordu Komutanı Cemal Paşa’nın takdirleri ve Kurmay Başkanı Ali Fuat’ın bu sözleri, 1916 yılının ortalarına gelindiğinde, Gönüllü Mevlevi Taburu’nun Ordu içinde hatırı sayılır bir konuma ulaştığını göstermektedir. Hatta gelişen şartlar, taburun takviye edilerek alaya dönüştürülmesi ihtiyacını doğurmuştur. Mevlevi Taburu Ağustos 1332 (1916)’da iki taburlu bir alay hâline getirildi. Artık bu tarihten sonra cephedeki gönüllü Mevlevi organizasyonu “Mücahidin-i Mevleviye Alayı” veya kısaca “Mevlevi Alayı” olarak şöhret bulacaktır.

Bilindiği üzere, 1917 yılı Filistin cephesi açısından şiddetli çarpışmaların ve önemli gelişmelerin yaşandığı bir yıl oldu. Bu gelişmeler çerçevesinde Türk kuvvetlerinde yeni bir yapılanmaya gidildi. 26 Eylül 1917’de IV. Ordu lağvedilerek, Büyük Cemal Paşa, yeni ihdas edilen Suriye ve Batı Arabistan Genel Komutanlığına atandı. IV. Ordu yerine Yıldırım Ordular Grubu teşkil edildi. Halep’te Yıldırım Ordular Grubu’nun dört karargâhı vardı. Bunlar; Yıldırım Ordular Grubu Karargâhı, VII. Ordu, III. Ordu, 15. Kolordu karargâhları idi. Mevlevi Alayı da böyle bir yapılanma içinde 15. Kolorduya bağlı 43. Fırka (Tümen) bünyesinde yer almış idi. Mevlevi Alayı 2. Tabur Komutanı Mehmet Emin’in Ağustos 1917’den itibaren aşağı-yukarı bir yıllık tutmuş olduğu harp ceridelerinden anlaşıldığına göre, Cebel-i Lübnan’da karargâhı bulunan Mevlevi Alayı, Şam-Rayak-Zahle-Aliye mıntıkasında faaliyetlerde bulunuyordu. Bu faaliyetler rutin askerî tatbikat ve talimlerin yanı sıra siper kazmak ve diğer lojistik alanlarda hizmet etmek şeklinde yoğunlaşıyordu.

1918 yılının ikinci yarısından itibaren kritik bir döneme girildi. 9 Eylül günü başlayan İngiliz genel taarruzu, Arap kuvvetlerinin de verdiği destekle kuzeye doğru yayılmaya başladı. Eylül sonunda Filistin’in tamamı İngiliz kuvvetlerinin eline geçti. 1 Ekim’de Şam, takip eden günlerde de Rayak, Humus ve Beyrut İngiliz kuvvetlerinin eline geçti. Bu gelişmeler çerçevesinde bölgede bulunan Mevlevi Alayı da kuzeye doğru çekildi ve bir gönüllü birlik karakteri taşıdığından da kolayca dağıldı. Bu fiilî durum karşısında muhtemelen 1918 Eylülü sonlarında Mücahidin-i Mevleviye Alayı resmen lağvedildi.

Alay Komutanı Veled Çelebi’nin: “Suriye bozgunu başlayınca Konya’ya döndük. Bu tarihî Mevlevi Alayı dağılarak dergâhlarına gittiler” ifadeleriyle tasvir ettiği son perde şüphesiz kolay yaşanmadı. Büyük bir heyecanla ve fedakârlıklarla, vatan savunmasına koşan bu insanlar, böyle bir sonun verdiği acı ve ıstırabın altında kaldılar. Pek çok gönüllü, yaşı ve sağlığı müsaade etmediği hâlde, cepheye koşmuş idi. Bu seferde Veled Çelebi gibi, ilgilenemediklerinden dolayı yakınlarını kaybedenler oldu, kimileri sağlığını, kimileri de hayatını kaybetti. Bu dağılışta âdeta bir dram yaşandı. Bir örnek vermek gerekirse, Erzincan Mevlevihanesi Postnişini İbrahim Hakkı oldukça yaşlı olmasına rağmen maiyetindeki gönüllülerle birlikte alaya katılmış, ancak harp mıntıkasının zor şartlarında gözlerini kaybetmiş idi. Üstelik memleketine dönerken yol parasını bulamadığı için Sivas’ta çaresizlik ve yardıma muhtaç durumda kalmıştı. Ancak resmî makamlardan kendisine yapılan yardımı ile memleketine dönebilmişti.

12. Kolordu Komutanı Fahreddin’in (Altay) 16 Ocak 1919 tarihinde Veled Çelebi’ye gönderdiği yazıda: “İlâ-yı kelimetullah uğrunda en mühim bir harp cephesinde îsâr-ı hûn ederek (kanını dökerek) hidemat-ı hasene ve fedâkârane ifası suretiyle gösterdiği kıymetdar muavenetden dolayı Alay mensubîni ilel ebed iftihar ve tarikat-ı aliyye-i Mevlevîye’de asil tarihini bu şanlı menkabe ile tezyîd edebilir” şeklinde takdir dolu ifadelerine muhatap olan bu gönüllüler için daha sonra ne gibi bir işlem yapıldığı şimdilik kaynaklardan ayrıntılı olarak takip edilememektedir. Ancak Ahmet Remzi (Akyürek) Dede’ye gönüllü alaydaki üstün gayretlerinden dolayı harp madalyası ve beratı verildiği bilinmektedir. Herhâlde, diğer gönüllülere de ordunun takdir ettiği belge verilmiş olmalıdır. Veled Çelebi’nin de alay mührünü ve diğer evrakı teslim etmesiyle Gönüllü Mevlevi Alayı tarihteki yerini almış oldu.

 İstanbul’dan Konya’ya hareket eden Mevlevi Taburu İzmit Tren İstasyonu’nda mola anında
 Mevlevi Taburu cepheye hareketten önce Mevlana Dergahı önünde
Mevlevi Taburu vilayet binası önünde uğurlanırken
 Mevlevi Taburu cepheye hareketten önce Mevlâna Dergâhı önünde

 

BİBLİYOGRAFYA

  • Cemal Paşa, 1977; Erden, 2003; İzbudak, 1946; Köstüklü, 2010.
İSTANBUL’DA MEVLEVÎLİK VE MEVLEVÎHÂNELER – Ekrem Işın
İSTANBUL’DA MEVLEVÎLİK VE MEVLEVÎHÂNELER – Ekrem Işın Hz. Mevlâna Dergâhı

AŞKIN SULTANLARI SON DÖNEM İSTANBUL MEVLEVÎLERİ ULUSAL SEMPOZYUMU
14-15 Mayıs 2010 / İSTANBUL

 

İSTANBUL’DA MEVLEVÎLİK VE MEVLEVÎHÂNELER

Ekrem IŞIN

Mevlevîlik, XIII. yüzyıl sonunda Sultan Veled tarafından kurulur. Çelebilik makamının şekillenmesiyle birlikte tarikat XIV. yüzyıl başlarında Ulu Ârif Çelebi’nin faaliyetleriyle Konya dışında, özellikle Batı Anadolu beyliklerinde yaygınlaşır. Bu dönem Mevlevîliğin Karamanoğulları’nın siyasî patronajı altına girdiği dönemdir. Osmanlı Beyliği’nin en güçlü siyasî rakibi olan Karamanoğulları’nın Mevlevîlik üzerindeki himayeci tutumu tarikatın Osmanlı Beyliği’nde kökleşmesini geciktirmiştir.

İstanbul’un fethiyle başlayan yeni dönem, Osmanlı toplum hayatını eskiye oranla daha farklı bir ölçeğe yerleştirir. Artık devletin yeniden yapılanması söz konusudur ve bu idarî düzenleme köklerini Doğu’ya özgü imparatorluk modelinde bulan bir metotla yapılacaktır. Beylik’ten imparatorluğa geçiş sürecinin en belirgin özelliği, idarî mekanizmanın merkezîleştirilmesidir. Fetihle birlikte Bizans’tan devralınan İmparatorluk vizyonu, din, dil ve etnik köken itibariyle çeşitlilik gösteren bir sosyo-kültürel mozayığın yönetimi için devşirme karakterli bir bürokrasiyi öngörmekte, bunun üstüne de bütün hâkimiyet hakkını elinde bulunduran Osmanlı hanedanının şer’î ve örfî hukuk tarafından onaylanmış mutlakıyetçi statüsünü yerleştirmektedir. Fatih Sultan Mehmed, saltanat dönemi boyunca bu yönetim modelinin gereklerini tam anlamıyla uygulamış, kendi mensup bulunduğu hanedana rakip olabilecek bütün yerel nüfuz odaklarını tasfiye etmiştir. Anadolu’da faaliyet gösteren belli başlı tasavvuf zümrelerini temsil eden mutasavvıfların İstanbul’da etkili olamamalarının başında, işte bu siyaset anlayışı gelir. Bu tasavvuf zümreleri arasında Mevlevîler, hiç kuşkusuz ilk anda dikkati çekmektedirler. Mevlevîlik, Fatih Sultan Mehmed dönemi İstanbul’unda, Kalenderhâne Zaviyesi’ndeki çok sınırlı faaliyet hariç tutulursa, hiçbir şekilde etkili olamaz. Fatih’in ölümüne kadar Mevlevîlerin İstanbul’da kurabildikleri bir tek Mevlevîhâne bile yoktur. Bunun başlıca iki nedeni vardır. Birincisi, Osmanlı hanedan psikolojisinin, kendisine rakip olabilecek Çelebilerin nüfuzunu denetlenebilir bir seviyede tutma siyasetine bel bağlamasıdır. İkincisi ise, Osmanlı hanedanını kuşkulandıran önemli bir faktörü, Mevlevîliğin Karamanoğulları tarafından himaye edilen bir siyasî güç şeklinde değerlendirilmesini içermektedir. Ancak Fatih Sultan Mehmed’in bu engelleyici siyaseti ölümünden sonra devam etmemiş, yerine geçen II. Bayezid tarafından uygulamaya konulan ve yerel güç odaklarını kontrol altında tutma kaydıyla faaliyetlerine izin verme anlayışı devletin yeni yönetim felsefesi olmuştur.

II. Bayezid döneminin kamu yönetimi anlayışı, yerel güç odaklarına devletin kontrolü altıda bulunmak kaydıyla kısmî faaliyet özgürlüğü tanımak ve böylece taşradaki denetimini bu aracı kurumlar vasıtasıyla gerçekleştirmektir. Bu aracı kurumlar, başta tarikatlar olmak üzere yerel nüfuza sahip ayanlar, eşraf aileleri ve bunların kontrolü altındaki aşiret yapılanmalarıdır. Kuşkusuz kamu yönetimindeki bu yeni anlayış, patrimonyal devlet geleneğinin ruhunu oluşturan, tüm siyasî otoriteyi padişahın kişiliğinde toplama ilkesiyle çelişmektedir. Sonuç Mevlevîlliğin İstanbul’da kökleşmesi bakımından olumludur. Artık devlet, Mevlevî organizasyonunu imparatorluk coğrafyasındaki kendi sözcüsü gibi görmekte ve bu kurumun sağlıklı bir maddî yapıya kavuşabilmesi için, iktisadî ayrıcalıklar tanımaktadır. Bunun sonucunda Mevlevîlik, İstanbul’daki ilk resmî faaliyet merkezi olan Galata Mevlevîhânesi’ni 1491’de açmış, Bayramiyye, Halvetiyye ve Nakşbendiyye gibi önemli tarikatlar da bu dönemde şehir hayatına katılmışlardır.

İstanbul Mevlevîliğini ana hatlarıyla kavrayabilmek için birbirini izleyen iki tarihsel dönem boyunca tarikatın geçirdiği yapısal dönüşümleri daha yakından incelemek gerekir. Her iki dönem de Mevlevîliğin yönetiminden sorumlu Çelebilik makamının siyasî otoriteyle ilişkilerini kapsayan bir dizi sosyo-kültürel olayın sonuçlarını barındırmaktadır.

II. Bayezid döneminden 17. yüzyıl ortalarına kadar devam eden birinci dönem boyunca İstanbul’daki Mevlevî faaliyetleri, Çelebilik makamı tarafından atanmış şeyhler tarafından yürütülmüştür. Bu dönem zarfında Galata, Yenikapı ve Beşiktaş Mevlevîhânelerinde görev yapan postnişînler, daha önce Anadolu ve Rumeli’de meşihat görevi üstlenmiş şeyhler arasından seçilmişlerdir. Bu dönemin İstanbul’daki Mevlevî kültürü üzerinde derin iz bırakan iki önemli sonucundan söz edebiliriz. Bunlardan birincisi, atama yöntemiyle postnişîn olan şeyhler, yalnızca meşihat süreleri zarfında faal olabilmişler, kendi halifelerini yetiştiremedikleri için kültürel aktarım sürecinde zaman zaman kopukluklar meydana gelmiş, farklı üsluplar birbirini izlemiştir. Ancak bu sistem, İstanbul’a özgü Mevlevî kültürünün doğuşunu geciktirse de, imparatorluk merkezi ile taşra arasında çift yönlü bir iletişimi sağlaması bakımından faydalı olmuştur. İstanbul’u kuşatan farklı coğrafyalarda yetişmiş Mevlevî şeyleri, birbiri ardınca görev aldıkları Mevlevîhânelerde kısa aralıklarla da olsa, taşra dünyasına ait zengin bir kültür repertuarını şehrin gündelik hayatına sokabilmişler ve bu imparatorluk merkezinde inşa edilen Osmanlı medeniyet sentezinin oluşumuna katkıda bulunmuşlardır. Bu dönemde İstanbul Mevlevîhânelerine çelebilik makamı tarafından atanan postnişînlerin toplumsal köken bakımından geniş bir yelpaze çizmesi, aynı zamanda şehir kültürü açısından da bir kazançtır. Orta Anadolu başta olmak üzere, İmparatorluğa katılan Arap ve Balkan vilayetlerinden gelen şeyhler, hiç şüphe yok ki, beraberlerinde yetiştikleri kültür coğrafyasının da kültürel değerlerini İstanbul’a taşımışlar, şehrin gündelik hayatında yer alan farklı cemaatlerin kendi içlerindeki dayanışmacı yapıyı manevî değerler açısından güçlendirmişlerdir.

Bu dönemde Çelebilik makamı tarafından merkezden yapılan şeyh atama yönteminin İstanbul ölçeğinde ortaya koyduğu ikinci önemli sonuç, bizzat bu yöntemin yol açtığı, nüfuzlu şeyh ailelerinin ortaya çıkmasını önleyen sosyo-kültürel süreçteki kopukluk olgusudur. Meşihat yetkisinin babadan oğula geçmesini engelleyen bu yöntem, toplumsal kültür sürekliliğini sağlayan aile kurumunu devre dışı bırakarak, İstanbul’a özgü bir Mevlevî kültürünün inşasını XVII. yüzyılın ortalarına kadar geciktirmiştir. Ancak bu tarihten itibaren Osmanlı coğrafyasının farklı Mevlevî merkezlerinde meşihat görevini yürüten bazı şeyhler, siyasî iktidarın taşradaki temsilcileri konumunu kazanınca, meşihat görevini kendi soylarından gelen aile üyelerine devretmeye başlamışlar, bunun sonucunda da kurdukları aileler, Konya Çelebileri’nden kısmen bağımsız hareket edebilen küçük, ama etkili yerel hanedanlara dönüşmüşlerdir. Artık bu aşamada, söz konusu aileler, Mevlevî kültürünün imparatorluk coğrafyasındaki geniş ölçekli dolaşımını değil, yerleştikleri ve kök saldıkları bölgenin kültürünü temsil etmektedirler. İstanbul Mevlevîliği, bu zümre bünyesinde yetişen birkaç güçlü şeyh ailesinin ürünüdür.

İstanbul’da Mevlevî şeyh ailelerinin gündelik hayat içinde söz sahibi olmaları, dolayısıyla tarikatın tarihinde yeni bir sayfa açmaları, Galata Mevlevîhânesi postnişîni Furuncuzâde Sırrî Abdî Dede’nin meşihatinin Bostan Çelebi (ö. 1630) tarafından kaldırılmasıyla başlar. Abdî Dede, aslen Urfalıdır ve Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhi Kemal Ahmed Dede’nin yanında çile çıkartmıştır. XVII. yüzyılın ilk çeyreğinde Galata Mevlevîhânesi meşihatinden ayrılmak zorunda kalan Abdî Dede, kısa bir süre sonra Kasımpaşa Mevlevîhânesi’ni faaliyete geçirmiş ve 22 yıl boyunca postnişînlik görevini yürütmüştür. Kendisinden sonra meşihate geçen İbrahim Dede ve Kasım Dede’den sonra Abdî Dede ailesine mensup üç şeyh, Halil Fazıl Dede, Mehmed Dede ve Halil Sâlik Dede, 1641-1722 yılları arasında İstanbul’daki ilk Mevlevî şeyh ailesinin temsilcileri olmuşlardır. Kasımpaşa Mevlevîhânesi’nde Abdî Dede ailesinden sonra ikinci önemli şeyh ailesi Musa Safî Dede’ye bağlı olan gruptur. Bu aile, yetiştirdiği şeyhler vasıtasıyla 1722-1788 tarihleri arasında Kasımpaşa Mevlevîhânesi’nde ve 1750-1778 arasında da Galata Mevlevîhanesi meşihatini temsil etmiştir. Kasımpaşa Mevlevîhânesi tarihine damgasını vuran üçüncü şeyh ailesi ise 1788’den II. Meşrutiyet sonrasına kadar meşihat görevini üstlenen Mehmed Dede ailesidir.

Galata Mevlevîhânesi’nde Gavsî Ahmed Dede ailesi, Beşiktaş Mevlevîhânesi’nde Eyyubî Mehmed Dede ailesi ile Ahmed Dede ailesi, Beşiktaş-Bahariye Mevlevîhânesi’nde Hasan Nazif Dede ailesi, Üsküdar Mevlevîhânesi’nde ise Abdullah Necib Dede ailesi, XVII. yüzyıl sonundan XX. yüzyıl başına kadar yaklaşık iki yüzyıllık bir döneme damgasını vuran şeyhler yetiştirmişlerdir. Ancak bunlar arasında hem İstanbul Mevlevîliğini derinden etkilemiş, hem de Osmanlı modernleşme tarihinde siyasî ve kültürel açıdan büyük rol oynamış Mevlevî ailesi, Yenikapı Mevlevîhânesi postnişîni Ebubekir Dede’ye mensuptur.

İstanbul Mevlevîliğinin temelleri, XVIII. yüzyıl sonunda III. Selim döneminde yoğunlaşan modernleşme dönemiyle birlikte atılır. 1746’da Yenikapı Mevlevîhanesi meşihatini üstlenen Kütahyalı Ebubekir Dede’ye mensup Mevlevî ailesi, bu tarihten tekkelerin kapatıldığı 1925’e kadar meşihat görevini kendi üyelerine aktararak İstanbul’un mistik kültüründe süreklilik gösteren ve kalıcı sonuçlara yol açan dönemi başlatmıştır.

Söz konusu Mevlevî ailesi, III. Selim, II. Mahmud gibi reformcu padişahları destekleyerek siyasî güç kazanmış, daha sonra da Yeni Osmanlılar ve Jön Türk hareketinin içinde yer alarak aktif siyasete doğrudan katılmıştır. Ebubekir Dede’den sonra Yenikapı Mevlevîhanesi meşihatini üstlenen bu aileye mensup şeyhler sırasıyla şu kişilerdir: Ali Nutkî Dede (ö. 1804), Abdülbakî Nâsır Dede (ö. 1820), Mehmed Hüsnî Dede (ö. 1829), Abdurrahim Künhî Dede (ö. 1831), Osman Salahaddîn Dede (ö. 1886), Mehmed Celâleddîn Dede (ö. 11208) ve Abdülbakî Dede (ö. 1935).

Bu şeyhlerden Ali Nutkî Dede’nin meşihat dönemi I. Abdülhamid ve III. Selim dönemlerine rastlar. Şeyh Galib ve Hamamîzâde İsmail Dede Efendi’yi yetiştirmiştir. Özellikle Şeyh Gâlib’in İstanbul Mevlevîliğinin oluşum sürecindeki ilginç konumuna daha yakından bakmak, şehir hayatındaki toplumsal dönüşümle birlikte tarikatın siyasî ilişkiler ağındaki yerini belirlemek açısından da yararlı olacaktır.

1789-1807 yıllarını kapsayan III. Selim dönemi, Osmanlı modernleşmesinin toplum hayatında ilk etkilerinin hissedilmeye başlandığı bir zaman kesitidir. Şeyh Gâlib, bu gelenekten kopuş döneminde yaşamış ve mensubu bulunduğu Mevlevîlik, modernleşmenin getirdiği yapısal değişikliklere bu dönemde uyum sağlamaya çalışmıştır. Şeyh Gâlib’in Galata Mevlevîhânesi’nde postnişînlik yaptığı 1791-1799 yılları, Mevlevîliğin modernleşme hareketiyle hem çatışma hem de uzlaşma gibi birbirine karşıt iki ayrı ilişki biçimi oluşturmaya çalıştığı bir dönemdir. Mevlevîliğin modernleşme hareketi karşısında takındığı bu iki farklı tavır, XVII. yüzyıldan itibaren tarikatın içinde baş gösteren, Çelebiler ile İstanbul’daki şeyh aileleri arasındaki üstü örtük mücadeleye dayanır. Bir bakıma modernleşme, bu mücadeleyi III. Selim döneminde kısmen açığa çıkarmış, II. Mahmud’un 1808-1839 arasındaki saltanat yıllarında ise daha da netleşmesine neden olmuştur. Söz konusu reformcu padişahların döneminde Konya’daki Mevlânâ Âsitânesi postnişînliğini üstlenen ve Mevlevîliğin merkezî yönetimini temsil eden Çelebiler’in modernleşme hareketinin karşısında bulundukları, diğer yandan İstanbul’daki Mevlevî kökenli şeyh ailelerinin ise modernleşmeyi desteklemek suretiyle iktidarın yanında yer aldıkları görülmektedir. Modernleşmeye karşı Mevlevîlik bünyesindeki bu çift yönlü tavır alışta Çelebiler’in çatışmayı, İstanbullu şeyh ailelerinin ise uzlaşmayı ana ilke olarak benimsedikleri söylenebilir. Şeyh Gâlib’e gelince; Galata Mevlevîhânesi meşihatini üstlendiği dönemde, İstanbul’un güçlü Mevlevî ailelerinden birine mensup bulunmadığı halde, tercihini kendisini yetiştiren Ebubekir Dede ailesinin modernleşme taraftarı politikası yönünde yapmış ve böylece tarikatın uzlaşmacı grubu içinde sivrilen bir isim olmuştur. Bu tercihin sonuçları, Şeyh Gâlib’in sanatında ve temsil ettiği “yaşam üslubu”nda açıkça görülmektedir.

Klasik anlamda bürokratik yönetim geleneğinin dayandığı ve idarî yetkinin yerel gruplara devrini esas alan bu devlet felsefesi, ilk defa Şeyh Gâlib’in de tanık olduğu III. Selim reformlarıyla değişim sürecine girer. Bu sürece damgasını vuran modernleşme hareketi, devlet yönetiminde merkezîleşme ilkesini gündeme getirmekte, dolayısıyla yerel güç odakları sayılan şeyh ailelerinin siyasî nüfuzunu ortadan kaldırmaktadır. Taşra yönetiminde âyân ve şeyh ailelerinin elinden alınmaya başlayan idarî tasarruf hakkının doğurduğu boşluğu devlet, bürokratik rasyonaliteyi benimseyen modern elit kadroyu yetiştirmek suretiyle doldurmaya çalışmıştır.

Şeyh Gâlib, söz konusu ettiğimiz toplumsal sürecin başlangıcına tanık olmuş ve kendisini bir Mevlevî şeyhi olarak tarih sahnesine çıkartan modernleşmenin, mensubu bulunduğu tarikat bünyesinde yol açtığı dalgalanmaları yakından yaşamıştır. Bu dalgalanmaların Çelebilik makamı üzerindeki ilk etkisi, III. Selim’in kişiliğinde sembolleşen Nizâm-ı Cedîd’e karşı şiddetli muhalefettir. 1804’te patlak veren el-Hac Mehmed Çelebi’nin muhalefeti, bu açıdan örnek bir olaydır. 1785-1815 yılları arasında Mevlevîliğin makam postunu işgal eden el-Hac Mehmed Çelebi’nin meşihati, III. Selim’in saltanat dönemine denk düşer. Kişilik bakımından reform düşüncesine açık olmakla birlikte, temsil ettiği makamın “kazanılmış haklar”ından geri adım atmak istemeyen bu Mevlevî figürü, belki de hiç arzulamadığı halde modernleşme karşıtlığının sembolü olmuştur. Sorun, 18. yüzyılda başlayan vakıf denetimini merkezîleştirme çalışmaları neticesinde, Mevlevîliğin en önemli gelir kaynağını meydana getiren Evkâf-ı Celâliyye’nin Dârüssaâde Ağası’nın nezaretine verilerek fiilen merkezî yönetimin kontrolüne geçmesiyle başlamış ve Çelebilik makamı, avârız muafiyetini kaybetme tehlikesiyle karşılaşınca, bütün bu uygulamaların nedeni olarak gördüğü Nizâm-ı Cedîd’e karşı tavır almıştır.

1785-1815 tarihleri arasında Çelebilik görevini üstlenen el-Hac Mehmed Çelebi, geçmişte devlet tarafından temsil ettiği makama tanınmış ayrıcalıkların birer birer elinden alınması, vakıf gelirlerinin kısıtlanması üzerine tepkisini Mevlevîlik adına modernleşme aleyhtarlığı şeklinde göstermiştir. Kendisi de bir Mevlevî olan III. Selim’in bu tavra karşı ses çıkarmadığı, hatta Konya’da Mehmed Çelebi’nin öncülük ettiği ufak çaplı bir ayaklanmayı dahi müsamahakârlıkla karşıladığı bilinmektedir. Mevlevî muhalefeti, modernleşmenin yarattığı orta tabaka muhalefetinden, temsil ettiği toplumsal değerler noktasında farklılık göstermektedir. Özellikle Tanzimat sonrasında netleşecek olan orta tabaka Osmanlı muhafazakârlığı, hem ideolojik içeriği hem de siyasî boyutuyla modernleşme sürecinin köklü bir eleştirisini yapmıştır. Oysa Mevlevîliğin el-Hac Mehmed Çelebi hareketiyle somutlaşan tepkisinde bu türden bir ideolojik içerik ya da siyasî boyut aramak, boşuna bir çaba olacaktır. Diğer taraftan merkezî yönetimin bu tepki hareketine karşı Mevlevî organizasyonu içinde bazı şeyh ailelerini Çelebilik makamına rağmen güçlendirme girişimi, tarikatı doğrudan modernleşmeci siyasetin odağına yerleştirmiş, faaliyetlerine ideolojik bir boyut eklemiştir.

Şeyh Gâlib’in yaşadığı dönem, buraya kadar ana hatlarıyla özetlemeye çalıştığımız, tarikat bünyesindeki yapısal dönüşümlerin artık netleşmeye başladığı, Çelebilik makamının onaylamadığı modernleşme hareketinin ise, Mevlevîlik bünyesinde bu netleşmeyi gerçekleştiren bir kutuplaşmaya yol açtığı zaman kesitidir. Şeyh Gâlib, siyasî zeminin İstanbullu şeyh aileleri tarafından iktidarın desteğiyle şekillendirildiğini görmüştür. Nitekim bunun sonucunda kendisi de bir İstanbullu olan ve şeyh ailelerinin temsil ettiği şehir kültürüyle yetişen Şeyh Gâlib, sosyo-kültürel referans olarak Çelebilik makamının modernleşme karşıtı tavrını değil, Ebubekir Dede ailesinin birinci kuşak postnişînlerinden Ali Nutkî Dede’nin iktidarla bütünleşen reformcu kimliğini seçecek ve bu ideolojik referans onu, geleceğin Galata Mevlevîhânesi şeyhi olarak tarikatın yönetim kademesine yükseltecektir.

Şeyh Gâlib, İstanbullu şeyh ailelerinin Mevlevî organizasyonu içinde söz sahibi oldukları bir dönemde yetiştiği halde, fiilen bir Mevlevîhânede meşihat görevi almamış bir aileye mensuptur. Babası Mustafa Reşîd Efendi, Kasımpaşa Mevlevîhânesi postnişîni Musa Sâfî Dede’nin dervişidir. Oğluna Melâmî meşrep Mevlevîlik anlayışını miras bırakmış, Şeyh Gâlib de bu tasavvuf neş’esini, Yenikapı Mevlevîhânesi postnişîni Ali Nutkî Dede’ye intisap ederek sürdürmüştür. Ali Nutkî Dede, III. Selim döneminin karizmatik bir figürüdür. Temsil ettiği Mevlevîliğin kültürel zemininde, kökeni Sarı Abdullah’a kadar uzanan Melâmî mistisizmi yatar. Bu mistisizm Lale Devri’nde, başta La’lîzâde Abdülbakî olmak üzere Nakşbendîlikle kaynaştırılmış, Sadrazam Damad İbrahim Paşa’nın himayesinde şekillenen ve aralarında şair Nedim’in de bulunduğu aydın zümrenin elitist ideolojisi olarak gelişmiştir. Nitekim Ali Nutkî Dede’nin yanısıra Şeyh Gâlib’e ders veren Nakşbendî şeyhi Neş’et Süleyman Efendi de bu ekole mensuptur. Şeyh Gâlib’in kültürel dünyasını kuşatan bu mistik figürlerin etkisi, onun daha sonra 18. yüzyıl başlarında La’lîzâde Abdülbakî tarafından şekillendirilen elitist tasavvuf çevresinin bir örneğini, aynı yüzyılın sonlarında Galata Mevlevîhânesi’nde oluşturmasına yol açacaktır. Aralarında Esrâr Dede’nin de bulunduğu bu aydın Mevlevî zümresi, siyasî açıdan III. Selim reformlarının da destekçisidir.

Ali Nutkî Dede’nin kardeşi Abdülbakî Nâsır Dede ise, ünlü şair Keçecizâde İzzet Molla’yı yetiştirmiştir. 1804-1820 yılları arasında meşihat görevi yapan Nâsır Dede aynı zamanda bir musıkî nazariyatçısıdır. Tahrîriyetü’l-Mûsıkî ve Tetkîk ü Tahkîk başlıklı eserlerinde Türk musıkîsi için geliştirdiği bir nota yazımının esaslarını sergilemiştir. Nâsır Dede’nin kardeşi Abdurrahim Künhî Dede, ünlü bir bestekârdır. Bu ailenin en ünlü üyesi ise, hiç kuşkusuz Osman Salâhaddîn Dede olmuştur. Abdülbakî Nâsır Dede’nin oğlu olan Salâhaddîn Dede, 50 yılı aşkın bir süre Yenikapı Mevlevîhânesi meşihatinde bulunmuştur. Ebubekir Dede ailesinin reformcu kimliği, 1831’de Yenikapı Mevlevîhânesi meşihatini üstlenen Osman Salâhaddîn Dede ile birlikte siyasî bir boyut kazanır. Salâhaddîn Dede, kısa bir sürede çevresine Tanzimat’ın güçlü devlet adamlarını toplamayı başarır. Keçecizâde Fuad Paşa ve Âli Paşa gibi sadrazamlar, Mısırlı Kâmil Paşa ve Şeyhülislâm Sâhib Molla gibi devleti en üst seviyede temsil eden bürokratlar, oluşan bu yeni siyasî grubun aslî üyeleridir. Diğer taraftan Salâhaddîn Dede’nin Sadrazam Midhat Paşa’yla da çok yakın ilişkisi vardır. Bu ilişkiler yumağı, Osman Salâhaddîn Dede’nin kişiliğinde Mevlevîliği doğrudan siyasetin içine çekmiş, bunun sonucunda nüfuzu iyice artan söz konusu aile, fiilen Çelebilik makamının idarî kararları üzerinde etkili olmaya başlamıştır. Bunun açık kanıtı, Osmanlı İmparatorluğu dâhilinde faaliyet gösteren tarikatlara ait bütün tekkeleri denetlemekle görevli Meclis-i Meşayih’in başkanlığına, 1868’de Salâhaddîn Dede’nin getirilmesidir.

Salâhaddîn Dede’nin en dikkat çekici özelliği, Tanzimat kadrolarıyla kurduğu siyasî ilişki sonucunda Yenikapı Mevlevîhânesi’ni özgürlük fikirlerinin tartışıldığı modernleşme yanlısı bir kuruma dönüştürmüş olmasıdır. I. Meşrutiyet Anayasası’nın ilk tartışıldığı yer, Yenikapı Mevlevîhânesi’dir. Midhat Paşa aracılığıyla Namık Kemal’in öncülük ettiği Yeni Osmanlılar hareketi içinde yer alan Osman Salâhaddîn Dede, diğer Anayasacı aydınlar gibi V. Murad’ı desteklemiş, bu nedenle II. Abdülhamid tarafından Yenikapı Mevlevîhânesi sürekli gözaltında tutulmuştur. Tanzimat’ın getirdiği idarî reformlar sonucunda şeyhülislâmlığa bağlı olarak kurulan ve tarikatları devlet denetimine sokmayı amaçlayan Meclis-i Meşayih’in de ilk başkanı olan Salâhaddîn Dede, İstanbul’daki Mevlevî ailelerinin merkezî otoriteyle kurdukları siyasî ilişkiyi en çarpıcı şekilde gösteren temel bir figürdür.

Osman Salâhaddîn Dede’nin siyasî mirası, ailenin diğer üyeleri tarafından Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar korunmuştur. II. Abdülhamid’in tahta geçmesiyle, aile üzerinde yoğunlaşan baskılar Meşrutiyet’in ilânına kadar devam etmiş, özellikle Mehmed Celâleddîn Dede’nin meşihatine denk düşen bu dönemde Yenikapı Mevlevîhânesi, siyasî otorite tarafından gözaltında tutulmuştur.

Ana hatlarıyla altını çizmeye çalıştığımız Ebubekir Dede ailesinin Mevlevîlik ve modernleşme tarihindeki siyasî ağırlığı, aynı zamanda Çelebilik makamını da Osmanlı reformcu düşüncesine kazandıran güçlü bir motivasyondur. Özellikle İstanbul merkezli Tanzimat sonrası Mevlevîliği, aşamalı bir şekilde Osmanlı Anayasacı akımların siyasî çizgisini izlemiş, mensupları doğrudan bu hareketlerin içinde yer almış, İttihad ve Terakki ile kurulan yakın ilişki sonucunda, başta Türkçülük ideolojisi olmak üzere Batıcı düşünce ekolleri Mevlevîlik bünyesinde taraftar bulmuştur. Veled Çelebi’nin İttihad ve Terakki saflarında yer alması, Mücâhidîn-i Mevleviyye Alayı’nın bizzat başına geçerek İttihatçı ideolojiye destek vermesi, ayrıca Abdülhalim Çelebi’nin Kurtuluş Savaşı’nı yürüten kadrolarla yakın ilişki kurup Cumhuriyet’in temellerini atan I. Meclis’te görev yapması, Mevlevîliğin modernleşme serüveni içinde katettiği uzun ve yorucu yolun belli başlı kilometre taşlarıdır.

 

Çinilerden ibret çıkarmak mı lazım acaba?
Çinilerden ibret çıkarmak mı lazım acaba? 730 268 Hz. Mevlâna Dergâhı

Hz. Mevlâna Dergahındaki değişiklikler, düzenlemeler, bozmalar sebebiyle acaba bir manevi işaret mi veriliyor?

İnandırıcı bir açıklama yapılmadan Hz. Mevlâna’nın merkadinin üzerinde değişiklikler yapıldı, Hz. Mevlâna ve Sultan Veled Hazretlerinin kabirlerinin üzerindeki sandukalar ayrıldı. Aslına döndürüldü deniliyor. Aslı Sultan’ul Ulemâ’nın üzerindeki 1274 yılında kabri üzerine ceviz ağacından kündekari tekniğinde yapılmış ahşap sandukayı yerine kaldırmanız gerekirdi. 16’ncı yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman tarafından Hz. Mevlana ve oğlu Sultan Veled hazretlerinin kabirlerini çevreleyecek şekilde yapılan mermerden sandukayı neden kaldırmadınız o zaman.

Bu zamana kadar akıllara, dimağlara kazınan heybetli, naçiz ve benzeri olmayan; Sultan Abdülhamid Han tarafından 1895 yılında, deri üzerine Maraş işi tekniğindeki puşidenin yer aldığı  Merkad-i Şerif görüntüsünün yerine bilgisayar nakışlı puşidesiyle 2 ayrı sandukaya alışamadık.

Tamam değiştirebilirdiniz, 125 sene öncesinin tekniği estetiği ve üzerinde yer alan ayet, hadis ve duaların manevi bilgisine sahip ehil ve ehliyetli kimselerle istişare edilerek Hz. Mevlâna’yı ve bendelerini üzmeyen bir icraat yapabilirdiniz ama yapmadınız.

Hz. Mevlâna Dergahı’nda restorasyon adı altında yapılan düzenlemeler var. İyi niyetli her çaba için Allah razı olsun ama bazı güzellikleri bozmadan düzeltelim ne olur.

Bir büyüğümüz şöyle demişti, Hz. Mevlâna’ya hizmet ediyorum diye büyük kötülükler yapılıyor, sevdiğini söyleyenler zarar veriyor diye.

“Manevi işaret mi veriliyor?” diye sorarken İcra ve yetki makamındaki  kişilerin  bunları düşünmesini ve bir ders çıkarmasını ümit ediyoruz.

Yorumu siz yapın…
Yorumu siz yapın… 485 1024 Hz. Mevlâna Dergâhı

Rüzgar aldı götürdü!

Kubbe-i Hadra yaklaşık 1,5 yıllık restorasyonun ardından geçen yıl Aralık ayında yeniden açılmıştı. Ancak restorasyonun üzerinden daha çok geçmeden çiniler dökülmeye başladı. Bu durum kafalarda soru işareti bırakıyor

KAPSAMLIYDI!

Mevlana Celaleddin Rumi’nin 17 Aralık 1273’te Hakk’a yürüyüşünün ardından 1274 yılında yaptırılan türbesi içerisinde yer alan Kubbe-i Hadra, bugünkü şeklini Kanuni Sultan Süleyman döneminde aldı. Kubbe-i Hadra’da 1698, 1798, 1816, 1835, 1912, 1949 ve 1964 yıllarında restorasyon yapılarak bugüne kadar korunmuştu. Son olarak Haziran 2020’de tarihinde de yetkililere göre “en kapsamlı” restorasyon başlatıldı.

KİMİN HATASI?

Yaklaşık 1,5 yıllık çalışmaların ardından Kubbe-i Hadra, geçtiğimiz yıl Aralık ayında düzenlenen Hz. Mevlana’nın Vuslat Yıldönümü Etkinliklerine yetiştirilerek, restorasyonun ardından yeniden ziyaretçilere açıldı. Restorasyonla Kubbe-i Hadra’nın çinileri ile altındaki tuğla kubbe arasında yer yer 15 ila 18 santimetre kalınlığa ulaşan yaklaşık 100 ton beton temizlenmiş, Kubbe için özel çiniler üretilmişti.

PARALAR UÇTU!

Son restorasyonun ardından daha çok kısa bir zaman geçmesine rağmen Kubbe-i Hadra’nın çinileri dökülmeye başladı. Şehir merkezinde dün etkili olan rüzgarın etkisiyle döküldüğü tahmin edilen çinilerin ardındaki boşluklar çıplak gözle görülebiliyor. “En kapsamlı restorasyon” olarak lanse edilen restorasyonun ardından kısa bir süre geçmesine rağmen, harcanan para da göz önüne alınınca yaşanan bu dökülmeler düşündürüyor.

ABDULLAH AKİF SOLAK’IN HABERİ

https://www.konyayenigun.com/yenigun-ozel/ruzgar-aldi-goturdu-h741665.html

Oy çiniler çiniler
Beni kimler yeniler
Güya yeni yapıldı
Konya şimdi iniler

Kiminin gemileri
Eskiymiş yenileri
Dört ay anca dayandı
Türbenin çinileri

Yalanlarla baygınız
Size dünden dargınız
Artık şuna inandım
Yok tarihe saygınız

Sıkıntı başa gitti
Vatandaş yaşa gitti
Milyonlar harcanmıştı
Paralar boşa gitti

Yüreğini dağlayan
Karaları bağlayan
Konya Konya diyerek
Bir ben miyim ağlayan

Sırtını sıvazladı
Olmadı vaz vazladı
Ta ezelden ecdadın
Kemikleri sızladı

Liyakatsiz atanan
Kalmadı ki bir adam
Şu koskoca Konya’da
Bir ben miyim utanan

Kurgusu yok rüyanın
Dibi de yok dünyanın
Orucum beş olurken
Sahibi yok Konya’nın

TAHİR SAKMAN

https://tahirsakman.blogspot.com/2022/04/ramazam-manileri-20212-5.html