Dergah Bölümleri

Dergah Kapıları
Dergah Kapıları 768 1024 Hz. Mevlâna Dergâhı

DERVİŞÂN KAPISI

Dergâhın batısında yer alır. Basık kemeri ve kapının iki yanında yer alan söveleri mermerdendir. Kapı ahşaptan olup çift kanatlıdır. Kapı kanatlarının üzerlerinde, iki adet bronzdan yapılmış kapı tokmağı yer almaktadır.

Kapıya ana giriş kapısı olması yanında, dervişlerinde girip çıktıkları kapı olduğu için DERVİŞÂN KAPISI denilmiştir.

Kapının üzerinde kurşunla kaplanılmış bir saçak yer almaktadır. Saçakla kapının mermerden yapılmış basık kemerinin arasında, 1926 yılma kadar Derviş Hücreleri’nin H.992-M.1584 tarihli yapılış kitabesi yer almakta imiş. Müze envanterinin 980 numarasında kayıtlı olan bu kitabe, halen Hâmûşân kapısının önündeki “Kitabeler Bölümünde”sergilenmektedir.

Kapıdan sonra iki kubbeli geçiş mekânına, oradan da ön bahçeye girilmektedir.

ÇELEBİYÂN KAPISI

5 Ocak 1231 tarihinde vefat eden Sültânü’l-Ûlema Bahaeddin Veledin ölümünden, hele 17 Aralık 1273 tarihinde vefat eden Mevlâna’nın, “Sultanların Gül Bahçesi diye bilinen yere defninden sonra bu yer, yavaş yavaş mevlevîlerin ve Mevlânâ’nın soyundan gelenlerin defnedildiği bir mezarlık haline dönüşmeye, bir yandan da yeni yeni yapılan binalar ve ilavelerle, Dergâh büyümeye başlamıştır. Bu gelişme, çevreyi de cazip hale getirmiştir. Özellikle XV7. y.y.’dan itibaren, Mevlânâ’nın soyundan gelenlerin ev ve konakları bu çevrede yer almaya başlamıştır. Dergâhın güneybatısına yapılan Türbe Hamamı, Derviş Hücrelerine bitişik yapılan Sultan Veled Medresesi, Dergâhın çevresine adeta bir küçük şehir görünümü kazandırmış ve türbe önü diye şöhret bulmuştur. Buna bağlı olarak, Dergâhın kuzeyinde sokaklar ve mahalleler oluşmuştur. Bu mahallelere de Çelebi Sokağı, Çelebi Mahallesi gibi isimler verilmiştir.

Bilindiği gibi Mevlânâ’nın erkek tarafından gelme Erkek evlatlarına “ÇELEBİ”, hanım tarafından gelme evlatlarına da “ÜNAS ÇELEBİ” denilmektedir. Çelebi Mahallesinden Dergâha gelmek isteyenler, evlerinden tarafta olduğu için doğal olarak Dergâhın kuzey-batı yönünde yer alan bu kapısını tercih etmişlerdir. İşte bu nedenle bu kapıya, ÇELEBİYÂN KAPISI ismi verilmiştir.

Kapı Kültür Bakanlığının gönderdiği ödenek ile, 1997 yılında restore edilmiştir.

PİR VEYA KÜSTÂHÂN KAPISI

Dergâhın kuzey-doğu köşesinde yer alır. Basık kemeri ve kapı söveleri mermerdendir. Kapının eski halini ve kapısının şeklinin nasıl olduğunu bilmiyorduk. Bu kapıyı da 1991 yılında müze ihata duvarlarında yapılan restorasyon ve onarım çalışmaları sırasında, sıva altından çıkarttık.

Dergâhın eski planlarında, burada bulunan kapının isminin “PİR KAPISI” olduğu yazılıdır. Mevlânâ’nın 21. kuşaktan evlâdı rahmetli Celâlettin Çelebi, bu kapının adının “Küstâhân Kapısı” olduğunu söyledi. Nedenini de şöylece izah etti: “Hatalar zincirine devam eden ve bu nedenle Dergâhtan uzaklaştırma cezası atan dervişler, akşam ezanından sonra bu kapıdan çıkartılırdı. Bu nedenle bu kapıya, “KÜSTÂHÂN KAPISI” adı verilmiştir” dediler.

HÂMÛŞÂN KAPISI

Mevleviler, mezarlıklara aslı Farsça bir kelime olan Hâmûş’dan gelen susanlar yurdu ve susmuşlar anlamına gelen Hâmûşâne veya Hâmûşan derlerdi. Geçmişte bu kapı, kapının hemen önünden başlayan üçler mezarlığına açıldığı için, “Hâmûşân Kapısı” denilmiş olmalıdır. Kapının üzerinde II.Abdüihamid’in mermer üzerine işlenmiş tuğrası yer almaktadır.

Geçmişte Üçler Mezarlığı adı ile tanınan mezarlık, dergâhın güney İhata duvarının bitişiğine kadar gelmekte imiş. Tarihini bilmediğimiz bir zamanda, bu mezarlığın içinden doğu batı yönünde, dergâhın ihata duvarına paralel dar ince bir yol açılmış. Böylece yol Üçler Mezarlığını ikiye bölmüş. Dergâhın Hâmûşân Kapısının hemen önünden başlayan, batıya doğru uzayıp, Selimiye Camii’nin yanında biten mezarlığın 122 m’lik bu küçük parçasına, eski haritalardan anlaşıldığına göre “Metruk Mezarlık”(Harap Mezarlık) denilmiş. Bir müddet sonra mezarlığın bu küçük parçası da kaldırılmış. Mezarlığın bu küçük parçasında yer alan Konyalı meşhur Şair Şem’î nin mezarına ait baş, ayak ve yan taşları, müzeye götürülerek muhafaza altına alınmış.

Üçler Mezarlığının ortasından geçen ince yol 1959 yılında genişletilmiştir. Aradan geçen zaman içerisinde ise bu ince yol gidiş-gelişli, geniş kaldırımlı, ortasında refüjü olan bir yol haline dönüşmüştür. Bugün müze ihata duvarı ile Üçler Mezarlığının arasındaki gidiş-geliş yolun eni 30 m’ye ulaşmıştır.

1957 yılında Müze Müdürü Mehmet Önder’e Şair Şemi’nin mezarının yerini, dergâh açıkken burada derviş olan, Dergâh müzeye dönüştürülünce de müzede bekçi olarak çalışmaya başlayan Ankaralı Mehmet Arısoy Dede göstermiş. Gösterilen yerde bir araştırma kazısı yapılmış. Şair Şem’i’ye ait kemikler bulunmuş, yeniden kefenlenip usulüne uygun olarak defnedilmiş. Müzede muhafaza altında bulunan Şair Şem’î’ye ait mezar taşları da getirilerek yeniden, yerine monte edilmiştir.

Türbe Bölümleri
Türbe Bölümleri 1024 427 Hz. Mevlâna Dergâhı
Matbâh-ı Şerîf
Matbâh-ı Şerîf 750 562 Hz. Mevlâna Dergâhı

Matbâh veya Matbâh-ı Şerîf bölümü, Meydân-ı Şerifin güney-doğu köşesinde, avlunun ise güney-batı köşesinde yer alır. Mevlevîliğin en değerli bölümüdür. Elbetteki Matbâhtaki asıl işlev yemek pişirmek ve yemek yemek ise de, Can tabir edilen Mevlevi adaylarının 1001 günlük çile süresi içerisinde, en çok eğitim gördükleri yerin burası olması nedeniyle “Mevleviler Matbâha, insanın pişirildiği yer” derler. Burada gürültü edilmez, yüksek sesle konuşulmaz, gülünmezdi. Hatta Matbâha gösterilen saygının bir ifadesi olarak, Matbâh ın kapısının önünden geçilirken dahi, baş kesilirdi (Selama durulurdu).

Matbâh-ı Şerîf, III. Murat devrinde 1584 yılında, derviş hücreleri ile birlikte inşa edilmiştir. Zaman zaman tamir, onarım ve ilâveler gören bina, Matbâh’ın batı duvarının, üzerindeki tamir kitabesinden anlaşıldığına göre, son şeklini 1284 H – 1867 M yılında almıştır.

Bina İçten kireç sıvalı ve kalem işi süslemeli, dıştan kesme taş kaplamadır. Matbâha basık kemeri ve söveleri mermer olan, büyük bir ahşap kapıdan girilir. Asıl mekâna 205 x410 cm ebatlarında üzeri tonozlu bir koridordan geçilir.

Matbâh iki kısımdan oluşur. Birinci kısım 9.20×5.20 m ebatlarında, üzeri beşik tonozlu ve kireç sıvalıdır. Bu kısmın kuzey-doğu köşesinde, yerden 60 cm yükseltilmiş, zeminine Saka Postu serilmiş 110×258 cm ebatlarında bir seki vardır Bu seki üzerine serilmiş Saka Postu üzerine, Mevlevîliğe girmek isteyen adaya, önce abdest aldırılır sonra “yapılan işleri yerinde görmesi ve kararını bir kere daha gözden geçirmesi İçin”, üç gün süre ile iki dizi üzerinde (murakabe vaziyetinde) oturtulurdu. Aday yemek, tuvalet ve ibadetten başkaca bir iş için, Saka Postu’nu terkedemez, birşeyler okuyamaz ve konuşamazdı. Bu adaya “Nev-niyâz” (Aday adayı) denilirdi.

Nev-niyâz bir taraftan Matbâhta yapılan işleri göz altından incelerken, bir taraf tanda burada görev yapan dedeler, Nev-niyâz’a;

“Derviştik zordur. Çileyi Kırmak ise hiç iyi değildir. Dervişlik ateşten gömlek, demirden leblebidir. Aç kalmak, haksız yere söz işitmek vardır. Kısacası Dervişlik Ölmeden önce ölmektir. Bunlara tahammül edebileceksen çileye soyun, yoksa yol yakınken çekip git. İkrardan dönenin mahşer günü yüzü kara olur” gibi, telkinde bulunurlardı. Nev-niyâz üç günün sonunda 1001 gün çileye soyunmak istediğini beyan ederse, yani ikrar verirse, Nev-niyâz’a Can denilir ve 1001 gün sürecek çile başlardı.

Nev-niyâz’ın oturduğu “Saka Postu Makamı”nın yükseltisinin hemen altına birde ayakkabıların konulması için yer yapılmıştır. Ayakkabılar buraya, burnu içeriye, topukları dışarıya dönük olmak üzere konulurdu. Eğer ayakkabılar kapı önüne konuluyorsa, bu defa ayakkabıların burnu kapıya yönelik olarak konulurdu. Can tabir edilen derviş adayından sorumlu dede tarafından bu ayakkabılar çevrilirse, yani ayakkabının topukları kapıya yönelik konulursa bu, “Çık git, dergâhı terket, bir daha gelme” demekti.

Birinci kısmın tavanı tonoz örtülü ve kireç sıvalıdır. Güney-batı köşesinde büyük bir aydınlık penceresi, pencerenin hemen altında da mermer aynalı bir çeşme ve yalak yer alır. Bu çeşmeye su, XVI. yy da Yavuz Sultan Selim tarafından Dutlukırı’ndan getirtilmiş ve Dergâha vakfedilmiştir.

Birinci kısmın batısında ve kuzeyinde birer büyük baca vardır. Bacaların sivri kemerleri kesme taş ile yapılmıştır. Birinci bacanın altında iki büyük ocak, ocakların üzerinde de yemek pişirmek için özel yapılmış iki büyük kazan vardır. İkinci bacanın altında ise, kazanlarda pişirilen yemeklerin soğumaması için altında köz ve sıcak külün bulunduğu dört adet küçük ocak ve bu ocaklara uygun büyüklükte konulan kaplar yer almaktadır.

Bu ocakların önündeki küçük alana “Ateş-bâz-ıt Velî Makamı” da denilir. Burada suyun olması ve ısıtılma imkânının bulunması nedeniyle, bu yer aynı zamanda “Gasil-hâne” (cenazenin yıkanıldığı yer) olarak da kullanılmıştır.

Birinci kısımdan ikinci kısmı ayırmak için mermer bir duvar, yerden 93 cm yükseltilmiş ve 500×1120 cm ebatlarında bir set oluşturulmuştur. İki adet beşik tonozlu kubbesi olan mekâna, dört adet mermer merdivenle çıkılır. Bu mekanın doğusunda ve batısında ikişer, güneyinde ise dört adet ahşap penceresi vardır. Pencerelerin üzerinde, içi sitilize bitki motifleriyle bezenilmiş taçlara yer verilmiştir.

İkinci kısmın kuzey doğusunda yer alan ahşap dolabın kenarından başlayan siyah ve mavi renkli iki şerit, pencereleri çepe çevre dolaştıktan sonra, bu kısmın kuzey batısında yer alan dolabın kenarında son bulur.

İkinci kısmın zemini ahşap döşemedir. Semâ çıkarmak için Mevlevi adayları burada talim yaptıklarından, mekânın ahşap zemin döşemesi üzerine sarı pirinçten, tepesi parmağı kesmeyecek tarzda pürüzsüz ve yuvarlak olan, “Semâ talim çivisi” de çakılmış ve etrafına dairevi bir yuva açılmıştır. Matbahlarda semâ öğrenecekler için (Semâ çıkarmak – Semâ talim etmek) aynı şekilde hazırlanmış, taşınabilir “semâ meşk tahtaları” da vardır. Semâ talimleri burada yapılıyordu.

Semâ talimine yeni başlayan Can, Önce çıplak ayakla “Semâ talim çivisi”nin veya “Semâ meşk tahtası”nın yanına gelir, baş keser, sonra sol dizini yere koyar, sağ dizini bükerek çökerdi. Çivi ile görüştükten (çiviyi öptükten) sonra, bir miktar tuzu, parmaklarının arasını pişirsin ve yara olmasını önlesin diye, destur çekerek çivinin bulunduğu yere dökerdi. Sonra ayağa kalkar, sol ayağının baş parmağı ile, yanındaki parmağının arasına talim çivisini yerleştirirdi. Dökülen tuz, sol ayağının dönüş sırasında rahat kakmasını da sağlamış olurdu.Semâzenin sol ayağına “direk”, sağ ayağına ise “çark’ denilirdi. Direk denilen sol ayak yerinden hiç kaldırılmaz ve diz hiç bükülmezdi. Çark direğin etrafında , çivi merkez olmak üzere, sağ ayağını, sol dizinin hizasına kadar kaldırdıktan sonra, sol ayağı merkezde kalmak üzere, vücudunu 360 derece döndürür ve sağ ayağını yine kaldırdığı aynı yere gelmek üzere yere basardı. Böylece vücut, kendi ekseni etrafında bir tur atmış olurdu ki buna, “Çark atmak” denilirdi. Bu hareket 180 derecelik dönüşlerle de yapılırdı ki, buna “Yarım Çark” denilirdi. Semaya başlayanlara önce yarım çark atmak öğretilir, sonra tam çark atmaya geçilirdi. Bu alıştırma, semâzenler çivisiz devir yapmayı öğreninceye kadar devam ederdi. Direği, yerde sürümeden sabit tutarak çark atmaya, “direk tutma” denilirdi.

Semâzene usulünce çark atmak öğretilirken, bir taraftan da kol açmak öğretilirdi. Sol eli parmakları biraz açık halde, sağ omuz üzerinde, sağ eli yine parmaklan biraz açık halde, sol kolun üzerinden geçip sol omuz üzerinde olan semâzen, ellerini yavaşça aşağıya doğru indirip, sonra ellerinin dış yüzünü vücudu ve sikkesine temas ettirip, kollarını yukarıya doğru açardı.

Semâzenler çark atarlarken (dönerlerken) sağ elleri yukarı, sol elleri ise aşağıya dönüktür. Ellerin bu duruşu, “Biz bir vasıtayız. Allah’tan alır, kula naklederiz” veya, “göğe ağarız, yere yağarız” demektir. Semâzenlerin başı hafifçe sağa eğik, yüzü bir miktar sola dönük, gözleri ise biraz kısık halde, sol elin başparmağına bakar halde olur.

Mevlevi Dervişin başındaki “Sikkesi”, “mezar taşına”, giydiği “tennuresi”, “kefenine”, sırtındaki “hırkası” ise, “mezarına” işarettir.

Semâzenler geçmişte semâya çıplak ayakla çıkarlarmış. Bazı eski fotoğraflarda semâyı “Beyaz renkli yün çorapla” yapanlara da rastlanılmıştır. 1960 lı yıllardan sonra ise, semâzenler ayaklarına siyah renkli “çorap mest” giymeye başlamışlardır. Yalnızca “semâzen başları’nın, meydana çıkacak semâzenlerin meydanın hangi tarafında semâ etmeleri gerektiğini, tennuresinin altından hafifçe çıkartıp gösterdiği çorap mestleri ile tayin ettiklerinden, semâ sırasında beyaz renkli “Çorap mest” giydiklerini görüyoruz. Buna sebepte semâzen başlarının semânın başlangıcında, semâyı ayak hareketleriyle yönlendirmesidir. Siyah renkli tennurelerinin altından çıkarıp çektikleri beyaz renkli çorap mestleri ile, semâzenlerin meydanın hangi tarafına doğru yürüyüp çark atacaklarını bildirmiş olurlardı. Siyah renkli tennurenin altındaki beyaz renkli çorap mestin, daha dikkat çekici olması nedeniyle, semâzen başları semâ sırasında “beyaz renkli çorap mest” leri tercih etmişlerdir.
Matbâh’ta, Saka Postu makamının üzerinde bulunan ahşap merdivenlerle giriş tonozunun üzerinde yer alan 3.85 x 9.00 m ebatlarında bir mekâna daha ulaşılır. Birisine kapı takılmış olan bu üç küçük kemerli mekân, aslında ambar olarak yapılmışsa da, zaman zaman Mevlevi adayları burayı yatakhane olarak kutlandıkları için, bu mekâna “Canlar Odası”da denilmiştir.

Yukarı çıkış merdivenlerinin altından başlayıp matbahın 2. kısmının altına doğru giden, ikinci bir merdiven daha vardır. Taş basamaklı olan bu merdivenlerle, bodrumda ambar olarak kullanılan iki büyük odaya gidilir.

Yukarıda özelliklerini yazdığımız Matbâh-ı Şerîf, 1990 yılında gördüğü restorasyon ve onarım çalışmalarından sonra, daha görsel olması ve burada yapılan işlerin daha rahat anlatılabilmesi için, Matbahın eğitimle alakalı konularından olan Nev-niyâz denilen aday adayı, burada Saka Postu’nun üzerine oturtulurken, Semâ Talim Çivilerinin yanında Semâ Dedesi’nin Can tabir edilen derviş adayına semâ talim ettirişi, somat veya sımat denilen Mevlevi sofrasında da, Mevlevilerin yemek yeme adapları anlatılmaya çalışılmıştır. Ayrıca burada bulunan Gazancı Dede, Pazarcı ve diğer mankenlerle bazı işler ve Mevlevîlerin giyinişleri görsel olarak anlatılmıştır.

Dergâh zabıtanının başı “Ser-tabbâh” da denilen “Aşçıbaşı”dır. Bu kişinin işi yemek yapmak değil, canları manevî açıdan pişirip olgunlaştırmaktı. Dergâhta yemekleri pişirmekten sorumlu kişiye, “Aşçı Dede ” veya “Gazancı Dede ” denilirdi.

Mevlevîlerin yemek yedikleri sofraya “Sımat” veya “Somat” denilirdi. Sofra yuvarlak büyük bir tahtadır. Sofrayı yerden 25-30 cm yükseltebilmek için, sofranın altına özel yapılmış bazıları açılıp kapanabilen bir iskemle konulurdu. Sofranın etrafına da yemek yiyecek dervişlerin üzerlerine oturmaları için postlar serilirdi.

Kaşıklar sofraya yüzleri sola ve yere, saptan sağa gelmek üzere konulurdu. Her ne kadar kaşığın bu duruş şeklinden dolayı “Niyazda”, “Şükurde” denilirse de, kaşığı bu şekilde koymanın asıl sebebi, kaşığın içindekilerin görülmemesi idi. Kaşıklardan sonra, herkesin önüne bir tutam tuz konulurdu. Sofraya “Dolaylı Havlu” ve “Sofra Peşkiri” gibi adlar verilen, eninin yarısı sofranın üzerine, yarısı oturan kişinin dizlerinin üzerine gelen bir örtü serilirdi.

Yemek pişince Kazancı Dede gelir, niyaz edip kazanın kapağını açar ve Canlar, kazanı yere indirirlerdi. Yemek pişmişse, kazancı dede şu gülbankı çekerdi;

“Tabhı şirin ola; Hak berekâtını vere; yiyenlere nâr-ı imân ola. Dem-i Hazret-i Mevlana, sırr-ı Âteş-bâz-ı Velî, kerem-i İmâm-ı Alî, Hû diyelim” der ve hep beraber “Hûûû” denilirdi.

Sonra yemekler kaplara aktarılır, sofraya gerektikçe konulmak üzere münasip bir yere dizilirdi. Su vermekle görevli Canlar da su bardaklarını ve su testilerini hazırlarlardı.

Yemek ve sofra hazır olunca, yemek vaktini haber vermekle sorumlu olan Derviş, önce Şeyh dairesinin Önünde, sonra da hücrelerin bulunduğu koridorda, ayaklarını mühürleyip baş keserek, yüksek sesle ve soluk miktarınca uzatarak;
“Hûûû… Somata sala ” derdi.

Hücrelerinden çıkan dervişler, matbâha gelirler. Kapıda baş keserler ve İçeriye sağ ayakları ile girerler, son olarak Şeyh gelir ve sofraya hep beraber otururlardı. Önce sofra ile görüşürler, sonra önlerindeki tuzdan şahadet parmaklan ile banarak bir miktar tadarlar ve yemeğe başlarlardı.

Önce çorba, sonra yenilecek yemekler sıra ile gelir, yemek bir kaptan yenilirdi. Yemekte konuşulmaz, sohbet edilmezdi. Yemek yenirken ağız şapırdatmak, sağa sola bakınmak ve başkasının önünden yemek yemek hoş karşılanmazdı.

Sofradaki kalabalığa göre bir veya birkaç Can, su vermekle görevlendirilirdi. Canlar sol ellerinde testi, sağ ellerinde bardak (maşrapa) ile beklerlerdi. Su içmek isteyen kişi, bir lokma ekmeği koparıp sağ eline alır, sonra elini sol omuzunun hizasında tutardı. Bu durumu gören Can, su isteyen kişiye bir bardak su verir, suyu alan kişi suyu içinceye kadar, sofrada bulunanlar, sofradan el çekip suyu alan kişinin suyunu içmesini beklerlerdi. Suyu alan aldığı suyu içince, Şeyh suyu içene “Aşk Olsun” der gibi elini kalbinin üzerine kor, hafifçe baş keser, o da aynı tarzda mukabelede bulunurdu.

En son pilâv gelirdi. Pilâv bitince yemektekiler düzelir ve Şeyh şu gül-bangi çekerdi.

“Mâ sûfîyân-ı rahim, mâ tabla-hâr-ı şâhim
Pâyendedâr yârâb, in kâserâ vü hanrâ”

“Salli ve sellim ve bârik alâ es’adi ve eşrefi nûri cemi-il enbiyâi vel mürselin; vel hamdû lillâhi rabbil âlemînel Fatiha” der.

Fatihadan sonra da şu dua okunurdu;

“Nân-ı merdân, nimet-i Yezdan, berâkat-t Halîlür-Rahmân. Elhâmdü lillâh, eşşükrü lillâh; Hak berekâtın vere; yiyenlere nûr-ı îmân ola; Erenlerin hân-ı keremleri, nân u nimetleri müzdâd, sâhibül-hayrât-ı güzeştegânın ervâh-ı şerifeleri şâd ü handan, bâkiyleri selâmette ola; demler, safâlar ziyâde ola. Dem-i Hazret-İ Mevlânâ, sırr-ı Âteş-bâz-ı Velî, Kerem-i İmâm-ı Alî, Hû diyelim”

Herkes şeyhle beraber yüksek sesle ve soluk miktarınca “Hûû” der, yemek biterdi. Yine bir miktar tuza banar ve ağızlarına götürürler, sofra ile görüşürler ve Şeyhle beraber sofradan kalkarlardı.

 

Meydân-ı Şerif Odası
Meydân-ı Şerif Odası 1024 611 Hz. Mevlâna Dergâhı

Matbâh-ı Şerif ile Derviş Hücrelerinin kesiştiği köşede, 5.60 x9.50 m ölçülerinde, dikdörtgen şeklinde büyük ferah bir oda vardır. Bu odaya “Meydân-ı Şerif Odası” denilmektedir. (Halen müdür odası olarak kullanılmaktadır.) Hasan Özönder’in “Mevlânanın Külliyesi’nin Tamir ve İlaveleri Kronolojisi” adlı makalesinde, 1816 tarihli bir onarımdan bahsedilmekte ve yapılan onarımların 28 madde halinde detaylı listesi verilmektedir. Verilen onarım işleri listesinin 18. sırasında, “Adı geçen meydan odası üzerindeki “Sikke-hâne” odasındaki ……..” denilmektedir. Buradan yola çıkarak. “Meydân-ı Şerif Odası”nın yerinde 1867 yılından önce, alt katı meydan odası, üst katı Sikkehâne olan iki kattı bir binanın olduğunu anlıyoruz. Bu iki katlı bina 1867 yılında yıkılmış ve yerine bugünkü tek katlı büyük “Meydân-ı Şerif” odası yaptırılmıştır.

Meydân-ı Şerife sabah namazından sonra girilirdi. Meydana muhipler giremezdi. Meydanda kırmızı post, Şeyh’e aitti. Onun sağ ve sol tarafındaki siyah ve beyaz renkli postlar Kazancı Dede’ye ve Meydancı Dede’ye aitti. Odaya girenler, kıdem sırasına göre yarım daire şeklinde Şeyhin karşısında, yer alırlardı. Sonra hep beraber ayak mühürlerlerdi. (Sağ ayağın baş parmağını, sol ayağın baş parmağının üzerine koyarlardı). En son olarak odaya, Tarikatçı Başı baş keserek girerdi. Bütün dedelerde Tarikatçı Başı ile beraber baş keserlerdi. (Başın biraz öne eğilmesi, belin üst kısmının başla beraber 45 derece öne eğilmesi). Tarikatçı postuna otururken odadakilerde aynı zamanda yere otururlar ve tarikatçı ile birlikte yerle görüşürler, yere niyaz ederlerdi (yeri öperlerdi).

Meydân-ı Şerife girenler yerlerine yerleşince, dışarı meydancısı, üstünde bir lokmalık ekmek parçalarının olduğu bir tepsi ile içeriye girerdi Tepsideki ekmek parçalarını önce tarikatçı başına, sonra sağ tarafta oturanlara, daha sonra ise sol tarafta oturanlara yere diz çökerek sunardı. Sunulan bu kuru ekmek parçalarına “çörek” denilirdi. Çörek istemeyen dedeler şahadet parmağı ile tepsiye dokunup, parmağını biraz öne eğerek öperdi. Dışarı meydancı “çörek” denilen bu ekmek parçalarından alanlara, Meydân-ı Şerifin hemen girişinde bulunan kahve ocağından sade kahve getirirdi.

Meydân-ı Şerifte çörekler yenilir, kahveler içilir, idari meseleler görüşülürdü. Suçlu olanlara verilecek cezalar ile, yükseleceklere verilecek makam ve mevkiler burada tebliğ edilirdi. Mevlânâ’nın ölüm yıldönümlerinde havanın iyi olmadığı zamanlarda ise, “Şeb-i Arüs” töreni burada yapılırdı.

Çörekler yenilip, kahveler içildikten ve fincanlar toplandıktan sonra kalplerini boşaltırlar, ellerinin parmakları biraz açık halde, bellerine dayarlar, gözlerini yumarlar ve “Murakebe”ye dalarlardı. Bir müddet sonra tarikatçı Eüzü Besmeleyle Nasr Sûresini (CX) okur, “Fatiha” derdi.
Fatiha okunduktan sona şu gülbânk çekilirdi.

“Vakt-i şerif hayrola, hayırlar fethola, şerler defola, kulûb-ı âşıkân küşâd ola, demler safâlar ziyâde ola, sahibü’l hayratın rûh-ı revânları şâd ü handan ola, dem-i Hazret-i Mevtana sırr-ı Şems-i Tebrizî, Kerem-i İmâm-i Ali Hû diyelim”

Gülbânktan sonra uzatılarak “hûûû” denir, hep beraber yer öpülerek kalkılırdı, önce tarikatçı başı kapıya kadar gelir, Meydân-ı Şerife dönerek baş keserdi (selam verirdi). Meydân-ı Şerîf odasında bulunanlarda, onunla birlikte baş keserlerdi. Sonra tek tek odadan, odaya arkalarını dönmeden çıkarlardı.

Meydân-ı Şerifin çift kanatlı kapısı, odanın kuzey-dogu köşesindedir. Kuzey duvarı üzerinde bir, güney duvarı üzerinde iki ve batı duvarı üzerinde üç adet olmak üzere toplam altı adet ahşap penceresi vardır. Duvarları dışta kesme taş kaplama, içte kireç sıvalı olan odanın tavanı, bağdadî tarzında yapılmıştır. Tavanında Barok-Ampir tarzı karışımı üslup gösteren, hayali tabiat manzaraları ve rokoko motifler vardır.

 

Derviş Hücreleri
Derviş Hücreleri 1024 680 Hz. Mevlâna Dergâhı

Derviş yoksul anlamına gelir. Tarikatlara girenlere Derviş, hücre sahibi olanlara ise “Hücre-nişîn” , “Hücre Güzin” ve “Dede’ denilir.

Dervişân Kapısı’ndan (Cümle Kapısı) sonra, iki küçük kubbeli bir geçiş mekânına, oradan da ön bahçeye geçilir.

Mevlâna Müzesi’nin batısında ve kuzeyinde yer alan ters L şeklindeki derviş hücreleri, III. Murat tarafından 992/1584 yılında inşa ettirilmiştir. Derviş hücreleri Mevlevi dervişlerinin, Matbah-ı Şerif’te 1001 günlük hizmetlerini tamamladıktan sonra ikamet ettikleri odalardır. Her odada iki dervişin kaldığı bilinmektedir. Derviş hücrelerinin bir kısmı da çelebi ve aşçıbaşı odası olarak kullanılmıştır.

Dervişan Kapısı’nın iki yanında sıralanan derviş hücrelerinin sayısı on yedidir. Selimiye Camii avlusuna açılan Dervişan Kapısı ile Çelebi Dairesi’ne açılan ismini belirleyemediğimiz giriş bölümüyle beraber tüm hücrelerin üzeri kurşunla kaplanmıştır. Hücrelerle aynı büyüklükte yapılmış olan iki girişle birlikte derviş hücrelerinde on dokuz adet kubbe bulunmaktadır.

Hücrelerin tamamı tek kubbelidir. Her hücrede bir ocak (şömine) dolap, sedir, mangal ve bazı dergâh eşyaları ile dışarıya ve koridora bakan birer ahşap penceresi ve yine revaklı koridora açılan bir kapısı vardır.

Bu hücreler 1001 gün çilesini tamamlayan dedelere verilirdi ve kendilerine “Hücre nişin”, ‘Hücre güzîn” ve “Dede” denilirdi.

Hücrelerden girişin güneyinde yer alan dördü, halen bilet gişesi ve idarî bürolar olarak kullanmaktadır. Eskiden bu hücrelerden üçü “Aşçı başı”, “Türbedâr” ve “Tarikatçı başı” hücresi olarak kullanılıyordu.

Hücrelerin yıkılmadan orijinal haliyle bırakılan ikisi de kütüphane olarak kullanılmaktadır. Bu kütüphanelerden birinde Mevlânâ Müzesinde Müdür, Kültür Bakanlığında Müzeler Genel Müdürü ve Müsteşar olarak görev yapan Mehmet Önder’in, bir diğerinde de Mevlânâ ve Mevlevîlikte ilgili yazdığı kitaplarla tanınan üstad Abdülbakî Gölpınarlı’nın Mevlânâ Müzesi’ne bağışladıkları kitaplar muhafaza edilmektedir.

Dervişan Kapısı’nın üzerinde II. Mahmut’a ait tuğra ile III. Murat’a ait yapım kitabesi bulunmaktadır. Kapının ahşap taç örtüsünün alınlığında ise Mevleviliğin sembolü olan destarlı Mevlevi sikkesi yer almaktadır.

Derviş hücrelerinin yapım kitabesinde:

Şehi Sultân Murâd Han ibn-i Selîm Han
Yapub bu hanikâhı ordu bünyâd

Olalar Mevlevîler bunda sâkin
Okuna her seher vird ola irşâd

Görüb dil bu binâyı didi târîh
Büyût-i cennet-âsâ oldu âbâd 992

kıtası yazılıdır.

Hücrelerin önünde bir revak bulunurken, kubbe aralarında üzeri kurşunla kaplanmış bacalar vardır. Hücrelerin dışa bakan yönünde demir parmaklıklı birer pencere ile avluya bakan bir kapı ve penceresi vardır. Hücrelerin içinde ısınma aracı olarak kullanılan ocakla sedir ve dolaplar yer almaktadır.

İlk müze müdürü Yusuf Akyurt tarafından 1927 yılında çizilen Mevlâna Müzesi’nin dergâh dönemindeki planında derviş hücrelerine “dedegân hücreleri” denilmektedir. Çelebi Dairesi tarafındaki son iki hücrenin dışa bakan pencereleri sağır gösterilmiştir. Bu iki hücrenin önüne Rumeli Bekâr Mektebi yapıldığı için dışa bakan pencereleri planda kapalı gösterilmiştir. Ayrıca günümüze gelememiş olan Mevlevihane’nin abdesthane kısmına geçişin derviş hücrelerinin kuzey tarafındaki Çelebi Dairesi önüne açılan girişten yapıldığı planda belirtilmiştir.

1928 yılında derviş hücrelerinin dördü dışındakilerin araları açılarak koridora dönüştürülmüş; revaklar camekânlı hâle getirilmiştir. Dervişan Kapısı’nın batısındaki iki oda şeyh odası ve derviş odası olarak düzenlenmiş, araları açılan hücrelerde ise arkeolojik eserler teşhir edilmiştir. 1954 yılında yapılan yeni düzenlemede, hücrelerin koridora açılan pencerelerinin vitrinlerinde pazarcı maşası, keşkül, mütteka, teber, posta çantası, Mevlâna minyatürlü levha ile divit ve hokkalar, koridorun ikinci kısmında yer alan vitrinlerde Osmanlı Dönemine ait Bursa işi çatma ve kemha kumaşlar ile kadın elbiseleri sergilenmiştir. Çelebiyan Kapısı’na doğru olan son iki hücrede Mehmet Önder ve Abdülbaki Gölpınarlı kütüphaneleri bulunmaktaydı. Derviş hücrelerinden Dervişan Kapısı’nın doğusunda yer alan dört hücre müze müdürlüğü tarafında idari bölümler ve bilet gişesi olarak kullanılmıştır. Ayrıca ziyaretçilerin bilgilendirilmesi için sinevizyon salonu düzenlenmiştir.

2009-2010 yılında derviş hücrelerinde gerçekleştirilen restorasyon çalışmalarıyla, hücreler dergâh döneminde kullanılan konumuna getirilmiş; teşhir ve tanzim çalışmalarından sonra da odalar ziyarete açılmıştır.

 

Türbeler
Türbeler 1024 683 Hz. Mevlâna Dergâhı
Niyaz Penceresi
Niyaz Penceresi 320 413 Hz. Mevlâna Dergâhı

Türbelerin bulunduğu yerlerde, yatırların sandukalarını görecek şekilde, türbelerin ayak veya yan taraflarına yapılan pencerelere ” NİYAZ PENCERESİ” denilir. Türbeye girilmeden veya türbe kapalı içeriye girilemiyorsa, dua dışarıdan bu pencerelerden okunurdu, istekler bu pencereden yapılırdı.

Mevlânâ Dergâh’ında da , dergâhın güneyinde yer alan bu pencereden bakılınca “Kıbâbü’l Aktâb” (Kutupların kubbeleri) manasına gelen Mevlânâ’nın, Mevlânâ’nın soyundan gelenlerin ve Mevlevi büyüklerinin mezarlarının bulunduğu yer görülmektedir. Bu nedenle dualar ve niyazlar halen ihtisas Kütüphanesi’nin içinde kalan bu pencereden yapıldığından, pencereye ” Niyaz Penceresi ” denilmiştir.

Yâ Hazret-i Mevlânâ

Derhâ heme beste-end illâ der-i tû

Tâ reh nebered garîb illâ ber-i tû

Ey der kerem-i ‘izzet-i nûr-efşânî

Horşîd u meh u sitâreğân çâker-i tû

Mevlânâ
Yâ Hazret-i Mevlânâ
Ey keremde, yücelikte nur saçıcılıkta güneşinde, ayında,
yıldızlarında, kendisine kul-köle kesildiği güzel.
Garib aşıklar senin kapından gayrı bir yol bulamasınlar diye,
bütün kapılar kapatılmış, yalnız senin kapın açık bırakılmıştır.
Mevlânâ
Niyâz penceresinin bulunduğu oda dikdörtgen formludur. Önceleri şeyhlere mahsus kabul salonu olarak kullanılan oda, 1926 anlında bir müddet “müdür odası” olarak kullanılmış, daha sonra “ihtisas Kütüphanesi” olarak hizmete sunulmuştur. Niyâz penceresi’nin içinde bulunduğu oda XX.yüzyılın başlarında yapılmış olmalıdır. Zira X/X.yy.ın sonlarında çekilmiş olan fotoğrafların içinde, bu oda görülmediği gibi, bu alanda şimdi yerinde olmayan bir türbede görülmektedir. Odanın batısında yer alan “Hasan Paşa Türbesi” ile, doğusunda yer alan ” Payanda”nın arasında kalan boşluğun üzeri çatı, önü ise camekanla kapatılarak büyük bir oda kazanılmıştır. Bu arada fotoğraflarda yeni yapılan odanın kapısının veya kapının hemen önündeki alanda olması gereken kimliğini bilmediğimiz türbede yıkılmış olmalıdır

Mevlânâ Müzesi’nin İlk Müdürü Yusuf Akyurt’un 23 Şubat 1940 tarihli raporundan öğrendiğimize göre; Selçuklu Devlet adamlarının, Karaman Oğullarının, Osmanlı Sultanlarının ve devlet adamlarının yanı sıra, Mevlânâ’ya muhabbetleri olan zenginlerin hediye ve vakfettikleri kitaplar, Mevlânâ Dergâhı’nın içinde. Derviş Hücrelerinde orada burada dağınık halde imiş. Mevlevihane de müstakil bir kütüphane yokmuş.

Mevlânâ Dergâhı’nın 24. Postnişîni Hemdem Sa’id Çelebi (1807-1858), evinde bulunan hususi kütüphanesini 1854 yıhnda Mevlânâ Dergâhı’na naklederek vakfetmiş, dergâh içinde yer alan Fatma Hatun Türbesi’ni de Kütüphane yapmıştır. Kendi kütüphanesinden getirdiği kitaplar ile, dergâhta dağınık vaziyette bulunan kitapları bu kütüphaneye kayıt ve tescil etmiştir. Kütüphanenin vakfiyesi bulunmamaktadır. Ancak Hemdem Sa’id Çelebi kendi vakfettiği kitapları, birisi 25×24 mm ölçülerinde, diğeri 23 x 19 mm ölçülerinde oval biçimli olan iki mühürle mühürlemiştir.

Hâmûşân
Hâmûşân 1024 768 Hz. Mevlâna Dergâhı

Mevleviler ölene “Göçtü-göçündü”, “hâmûş oldu”, mezarlıklara susanlar vurdu ve susanlar anlamına gelen “Hâmûşân”, “Hâmûşhâne”, cenazeyi defnetmeye de “sırlamak” derlerdi.

Dergâhların etrafında genellikte “Hâmûşân veya hâmûşhâneler” yer alırdı. Buralara Mevlânâ’nın soyundan gelenler, dedeler ile mübtedîler defnedilirdi (sırlanırdı).

Huzur-i Pîr ve Kibâbü’l-Aktâb denilen Mevlânâ’nın Türbesi’nin içi olduğu gibi, türbesinin çevresi de mezarlık yani “Hâmûşhâne” idi. Dergâhın güneyinde ve batısında bulunan hâmüşhâneleri, elde bulunan eski fotoğraflardan da tesbit edebiliyoruz. Ancak nedense dergâhın doğusundan ve kuzeyinden çekilmiş elimizde hiç fotoğraf bulunmamaktadır. Bu bölümlerinde hâmûşâne olduğunu, eski planlardan anlıyoruz. Eski planlarda bu bölümlerin üzerlerine hâmûşân yazılmış. Dergâhın kuzeyindeki bir bölümün üzerine de ‘Valideler Mezarlığı” diye yazılmış. Yine bizim Neyzen Selâmı Bertuğ’dan Öğrendiğimize göre, Dergâhın önündeki bir bölümde “Neyzenler Mezarlığı”dır. Demek ki dergâhtaki bir bölüm “Ölen Neyzenlerin”, bir bölümde “Ölen Validelerin” defni için ayrılmış bölümlerdir.

Ölüm Mevlevilerce “Dostun, dosta kavuşması, vuslata engel olan gömleğin çıkarılması ve bir ülkeden bir ülkeye göçtür”. Öyle ise ölüm günü vuslat günüdür. Bu günde ney çalmak, semâ etmek ve eğlenmek gerekirdi. Bu düşünce Mevlâna’dan, hele Kuyumcu Selâhaddin’den sonra daha rağbet görmüş, cenazeler ney, tef ve kudüm sesleri eştiğinde götürülmeye ve semâ edilerek gömülmeye başlanılmıştır.

Mevlevi Şeyhleri matbahta, Ateşbâz-ı Velî Makamı denilen yerde ney ve kudüm sesleri eşliğinde yıkandırdı. Cenazeler sırlanmaya ism-i Celâl okunarak götürülürdü. Cenazeler tabuta konulduktan sonra, tabutun üzerine şeyhin hırkası serilir, sikkeleri de tabutun başına konuluyordu. Dedenin cenazesi kabre konulunca, bu defa dedenin hırkası üzerine örtülür, sikkesi başına giydirilir, sonra da hilâfetnâmesi kıble tarafına, yani cenazenin sağ tarafına konuluyordu.

Definden sonra, cenazeye gelenler kabrin etrafında halka olurlar, önce Kur’ân, sonra da beş dakika kadar ism-i Celâl okunuyordu, ism-i Celâl’in okunması tamamlanınca, Mevlevilerin içlerinden birisi şu gül-bâng ‘i okurdu;

“Vakt-i şerif hayrola; hayırlar fethola;
Derviş……………merhum, garka-i gariyk-ı

Yezdan, hâcesi hoşnûd ola;
Dem-İ Hazret-i Mevlana, sırr-ı Şems-i Tebrizi

Kerem-i İmâm-ı Ali, Hû diyelim, “Hûûû ” denilirdi ve daha sonra kabirden dönülürdü.

Bilindiği gibi Mevlânâ’nın babası Sultânü’l-Ûlemâ Bahaeddin Veled 12 Ocak 1231 tarihinde vefat etti ve gül bahçesindeki bugünkü yerine defnedildi. Tekke ve zaviyeler kanunu çıkıp, Mevlânâ Dergâhının Müze yapılmak üzere teslim alındığı tarih ise 11 Eylül 1926’dır. Dergâha müze olarak teslim alındığı tarihe kadar defin yapıldığını düşünürsek, bu alana 695 yıl 7 ay 29 gün defin yapıldı demektir. İslâmiyette bir mezara birden fazla da defin yapılabildiğini de göz önüne alırsak, aradan geçen bunca süre içerisinde dergâhın içinde ve dışında bulunan mezarlıklara, kaç defin yapıldığını tahmin dahi edemeyiz. Müzenin ilk ihata duvarı içerisinde kalan 6500 m2’lik alanın içinde kalan Semahanede, 1996 yılında yapılan araştırma kazısı sırasında iki sıra halinde 8 mezarın çıktığını, 1986 yılında müze avlusundaki mermerlerin yenilenmesi sırasında Hürrem Paşa Türbesi’nin doğu bitişiğinde birkaç tane mezara rastlanıldığını göz önüne alırsak, “Bu alan tamamen mezarlıkmış. Yeni bir bina yapılacağı veya bir bina büyültüleceği zaman, mezarlar nakil bile edilmemiş, mezarların üzerine ya yeni bina yapılmış, veya olan binalar ihtiyaca göre büyütülmüş” diyebiliriz.

1960 ile 1982 tarihleri arasında müzenin doğu ve kuzeyinde yer alan 12 dönümlük alan Kültür Bakanlığı tarafından istimlak edilmiş, ihale duvarı içine alınarak Mevlânâ Müzesi bahçesine ilave edilmiştir. Yeni bahçede ayrı ayrı yerlerde Eflâk’i’nin ve Tuzcu Baba’nın Türbeleri vardır. Zaman zaman bahçede yapılması gereken kazılarda da, ayrı ayrı yerlerde yığın halinde İnsan kemik parçalarına rastlanılmıştır. Bu buluntulardan yola çıkarak, “En azından bu 12 dönümlük alanında mezarlık olması oldukça kuvvetli ihtimal dahilindedir” diye düşünebiliriz.

Neyzenler Mezarlığı
Neyzenler Mezarlığı 1024 681 Hz. Mevlâna Dergâhı

Mevlevi Musikisinin En Mühim Sazı olan Ney, Hz. Mevlana’ya Göre Kamil İnsanı temsil eder . Mesnevi ”Dinle Neyden” Diye Başlar. Dergahta Vazifeli olan ve büyük itibar gören neyzenler vefat ettiklerinde Hamüşân Yerine türbe girişinin ön tarafında yer alan neyzenler mezarlığına defnedilmiştir. Neyzenbaşı Halebli Abdi Dede ile Hasib Dede, Hocacihanlı Hasan Dede ve Esrar Dede’nin mezar taşları bulunmaktadır.

Müzenin 1926 yılına ait cam film arşivinde, dergahın ön bölümünde bir mezarlığın bulunduğu görülmektedir.  2009 yılına kadar çeşitli nedenlerle düzenlemeler yapılan Mezarlık olan bölüm değiştirilmiş. 2012 yılında yapılan çalışmalar çerçevesinde müzenin cam film arşivindeki fotoğraflardan tek tek mezar taşları tespit edildi. 20 mezar taşının üzerlerindeki yazılar tercüme edildi. Bu çalışmalar kapsamında 1926 yılındaki orjinal fotoğraflardan tespit edilen şekliyle dergah önündeki mezar bölümü orjinal hale getirildi. Mezar taşlarının 3 tanesinin türbedar (Türbe hizmeti gören kişi), 2 neyzen, 1 sertabbah (aşçı dede), 1 adet de sertarik (Tarikat başı) mezar taşı olduğunu belirlenmiştir.

Mevlevi Mezar Taşları
Mevlevi Mezar Taşları 400 277 Hz. Mevlâna Dergâhı

Mevlevîler, mezarlarının baş taşlarında da Mevlevîliğin işareti ve sembolü olan sikke motiflerini kullanmışlardır. Mevlânâ’nın soyundan gelen Şeyhlerde, Mevlevi Dedeleri de, sağlıklarında giydikleri usulüne göre sarılmış “Destarlı Sikkeler”in aynılarını mezarlarının baş taşlarına yaptırmışlardır. Şeyh veya Dede olmayanlar, yani sağlıklarında henüz sikkelerine destar sarmaya hak kazanamayanlar ise mezarlarının baş taşlarına “Dal Sikke” yaptırmışlardır.

Ayrıca çeşitli meslek erbabı olmalarına rağmen Mevlevi muhibbân olanlar ile, hanımlarda mezarlarının baş taşlarının göğüs kısımlarına, dal veya destarlı sikke motiflerini kabartma olarak işletmişlerdir.

Mevleviler mezarlarının baş taşlarının göğüs kısımlarında yer alan kitabelerine genellikle “Hû “, “Yâ Hû ” ibareleri ile başlamaktadırlar.

Şeb-i Arus Havuzu
Şeb-i Arus Havuzu 450 300 Hz. Mevlâna Dergâhı

Ön bahçenin güney-batı köşesinde, Matbah-ı Şerif ile, derviş hücrelerinin kesiştiği köşenin hemen önünde yer alır. Altı köşeli olup gök mermerden yapılmıştır. İç içe iki çerçeveden meydana gelmiştir. Havuza su, gök mermerden yapılmış stilize ejderha motifinin ağzından akmaktadır.

Mevlânâ’nın ölüm gününe, gelin gecesi manasına gelen Şeb’i Arûs günü denilmektedir. Zira Mevlânâ öldüğü zaman sevdiğine, aşkına yani Allah’a kavuşacaktır. Onun için bu gün Mevlânâ için ölüm günü değil, düğün günü, gelin gecesidir. Öyle ise tef çalmak ney üflemek, semâ etmek, eğlenmek gerekir.

Mevlânâ’nın kamerî seneyle vefat yıl dönümlerinde, bu havuzun yanına Mevleviler toplanır, sergiler, hasırlar serilir, minderler, yastıklar getirilir, yenilir, içilir eğlenilir, âyinler okunur ve semâ gösterisi yapılırmış. İşte bu nedenle bu havuza düğün ve ziyafet gecesi anlamına gelen “Şeb-i Urs Havuzu” denilmiştir. Ancak havuzun adı halk arasında zamanla değiştirilerek, gelin-gerdek gecesi anlamına gelen “Şeb’-İ Arûs Havuzu’na dönüştürülmüştür.

 

Şadırvan
Şadırvan 1024 768 Hz. Mevlâna Dergâhı

Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim tarafından H.923-M.1517 yılında yaptırılmıştır. Şadırvan 1595 yılında Padişah III. Mehmed ve 1868 yılında Padişah Abdülaziz devrinde iki defa tamir görmüştür. Şadirvanın 20 dilimli orta göbeği, Mevlânâ’nın torunu Ulu Arif Çelebi’ye hediye olarak Kütahya’dan gönderilmiştir.

16 dilimli şadırvanın her bir diliminde bulunan “çeşme ayna taşları”nda, 16 adet musluk yer almaktadır.

Şadırvanın 1931 yılında kaldırılan üst örtüsü, rahmetli, mimar ve sanat tarihçisi Prof. Dr. Yılmaz Önge’nin çizdiği proje doğrultusunda, “Konya ve Müthalatı Eski Eserleri Sevenler Derneği” tarafından 1990 yılında aslına uygun olarak yeniden yaptırılmıştır.

Onarımdan sonra, şadırvanın üst örtüsü kaldırılmadan önce kubbesinde bulunan son devir Osmanlı alemi ile, iç kubbesinde süsleme amacı ile asılı olan Kütahya İşi Çini Topu, Müze Deposundan çıkarılarak onarılmış ve yeniden yerlerine takılmıştır.

Şadırvan kitabelerinin okunuşu
Sultan Selim bin Bâyezîd oldır reh-i dînde sa’id
Şâdrevân icra idüb Dergâh-ı Mulla’da revân

Nazırdır evkâfına Dâr’us-sa’âde ağâsı
Tecdîd içün irsâl idüb bevvâb-t Süleymânı hemân

Devrinde şâh-ı kişverin sa’yiyle itmâma irüb
İlhâmla târihini didim anâ havz-ı cinân

Şehin-şâh-ı cihan kutb-ı zemân ‘Abdülazîz Hânı
Sene 1004

Serîr-i şevketinde haşredek dâim ide Allah
Bu şâdrevânı ihya kıldı nev-tarz-üzre bî-mânend Cenâb-ı Pir’e tazîmen o Sultân-ı felek dergâh

Düşürdü hîyn-i itmamında Gâlib bir güzel târih
Bu şâdrevâna zemzem eyledi icra Şeh-i cemcâh
1285

Selsebil
Selsebil 450 285 Hz. Mevlâna Dergâhı

Avlu, park ve bahçelere süsleme unsuru olarak yapılır. Selsebiller bu özellikleri ile göze hitap ederler. Selsebiller, üzerlerinde yer alan çanakçıklardan lüleler kanalı ile suyun yukarıdan dökülürken çıkarttığı şırıltılar, kulaklara adeta bir müzik zevki verir ve dinlendirirler. Selsebillerin yapılma nedenlerinden birisi de küçük kuşların yıkanıp su içmeleri içindir.

Bu selsebilin ne zaman yapıldığı bilinmiyor. Ancak Hemdem Said Çelebi zamanında (1814-1859), geçmişte Şeyh Dairesi diye bilmen, 1926 yılından beri de Kütüphane olarak kullanılan bölümün tam karşısına gelen ihata duvarının iç yüzünde imiş. Abdüthalim Çelebi zamanında (1907-1925) Konya-Ereğlisinin Anbar Köyünden bulunup getirilen girlandlı üçgen şeklindeki Roma Devrine tarihlenen lahit kapağı ile, yeniden düzenlenmiştir. 1958 yılında Mevlâna Müzesinin güney ihata duvarları yenilenirken, Selsebil buradan kaldırılmış ve şimdiki yerine nakledilmiştir.

Selsebilin üçgen şeklindeki 137x71cm ebadındaki Roma Lahit kapağının altında, 128×101 cm. ebadında gök mermerden bir ayna yer alır. Ayna üzerindeki küçük çanakçıklar beyaz mermerden oyularak yapılmış ve yukarıdan aşağıya doğru 1 -2-3-2-1 tertibi ile sıralanmıştır. Bu sıralanış tertibi ile İslam Tasavvuf Felsefesinin esasını teşkil eden Vahdet-i vücut anlatılmaya çalışılmıştır. Tek noktadan çıkan suyun, muhtelif çanakçıklara bölünmesi sonrada tekrar bir havuzcukta toplanması, insanın doğup çoğalmasını ve tekrar aslına dönüşünü temsil eder.

Cenneteki çeşmelerden birisinin adı da Selsebil’dir.