Hz. Mevlâna Dergâhı

Konya Mevlâna Külliyesi, teşekkül, teşkilât ve misyon itibariyle Mevlevîliğin "Âsitânesi" 'dir.
KONYA MEVLÂNÂ DERGÂHI SEMÂHÂNESİ VE KUBBE KASNAĞINDAKİ KUŞAK YAZILARI
KONYA MEVLÂNÂ DERGÂHI SEMÂHÂNESİ VE KUBBE KASNAĞINDAKİ KUŞAK YAZILARI 842 541 Hz. Mevlâna Dergâhı

KONYA MEVLÂNÂ DERGÂHI SEMÂHÂNESİ VE KUBBE KASNAĞINDAKİ KUŞAK YAZILARI

KONYA MEVLÂNÂ DERGÂH’S SEMÂHÂNE (WHIRLING HALL) AND ITS DOME DRUM BELT INSCRIPTIONS

MİLAD SALMANİ*

Sorumlu Yazar
ŞERMİN BARİHÜDA TANRIKORUR**

Rahmetli Prof. Dr. Yılmaz Önge’nin Aziz Hâtırasına***

Öz

Kubbe kasnağı kuşak yazıları; bir mimarî mekânı örten, kubbe kasnağını kuşatan, kesintisiz, anlam ve stil bakımından birbiriyle bağlantılı, uzun şerit yazılarıdır. Konya Mevlânâ Müzesi’ndeki tarihî Mevlânâ Dergâhı’nın semâhâne kubbe kasnağında çepeçevre kuşatan Arapça kûfî kuşak yazılar bulunmaktadır. 400 yılı aşkındır bu semâhâne kubbesi altındaki meydanda, âdâb ve erkânıyla her Cuma namazından sonra Mevlevî Âyîn-î Şerifleri, güneyindeki Kubbe-i Hadra altında yatan Mevlevî tarikatının pîri, meşhur mutasavvıf Mevlânâ Celâleddin Rumî ve tarikatın kurucusu oğlu Sultan Veled’ın huzurlarında icra ediliyordu. Bu çalışmada Mevlânâ Dergâhı’nın semâhâne kubbe kasnağı kuşak yazıları incelenmiştir. Söz konusu kuşak yazıları, kubbe ve pandantifler üzerinde yer alan yazı ve kalem işleri ile birlikte 1982 ve 1986 yılları arasında yapılan geniş onarım çalışmaları sırasında, 20. yüzyılda ilk defa meydana çıkarıldı. Onarımda nakkaş Mahbûb Efendi’ye ait 19. yüzyıl Türk Ampir üsluplu kalem işlerini örten muhdes, sıva raspalarından sonra çıkarılıp nakkaş Mustafa Baytal tarafından restore edildi. 1980’den beri doğru çözülmemiş kuşak yazıları, ilk defa mısraların kaynağı, transkripsiyonu ve anlamı verilerek bu çalışmada deşifre edilmiştir.

Anahtar Kelimeler: Mevlânâ Celâleddîn, Dîvân-ı Kebîr, Mevlânâ Dergâhı, Semâhâne, Kuşak Yazıları, Kûfî Hat.

Abstract

Dome drum inscriptions are an uninterrupted row of calligraphic inscriptions connected to each other in both meaning and style, found encircling the drum of a dome. This study aims at deciphering the uninterrupted row of kufic Arabic inscriptions found encircling the drum of the dome covering the semâhâne (whirling hall) of the historical Mevlânâ Dergâh located in the present-day Konya Mevlânâ Museum. For over 400 years the ritualistic Whirling Ceremony of the Mevlevî Order of dervishes was performed under this semâhâne dome, in the presence of the pîr (head) of the order, Mawlana Jalaluddin Rumî and his son, Sutan Veled, the founder of the order, who are buried under the Kubbe-i Hadra (green dome) located to the south of the semâhâne. These inscriptions were first discovered in the 20th century, during the extensive 1982-1986 cleaning and repairs of Mustafa Baytal, when the covering plaster layers of the painter Mahbûb Efendi’s 19th century Turkish Empire style painted decorations were rasped off the semâhâne’s kubbe and pendentive surfaces. However, since their 1980’s discovery these kufic dome drum inscriptions have not been read correctly. In this study by revealing the sources, transcriptions and meaning of the lines of the kufic verses, these dome drum inscriptions were finally deciphered for the first time.

Key Words: Mawlana Jalaluddin Rumi, Divan-i Shams, Mevlânâ Dergâh, Semâhâne, Dome Drum Inscriptions, Kufic Calligraphy.

 

Giriş

Konya Mevlânâ Dergâhı, 600 yıla yakın, Mevlevî tarikatinin hem Pîr Evi/Makamı hem Asitâne-i Âliyye yani ana idare merkezi idi. Tekke, zâviyeler ve medreseler lağvedilinceye kadar, tüm mevlevîhaneler ve tarikat mensupları buradan yönetilirdi (Tanrıkorur, 2004). 1925’ten sonra, Mevlânâ Dergâhı önce 1927’de “Konya Asâr-ı Atikâ Müzesi” adıyla müzeye dönüştürüldü ve ondan sonra 1954 yılında yeniden yapılan teşhir ve tanzimle “Konya Mevlânâ Müzesi” olarak kapılarını açarak günümüze kadar her yıl binlerce kişi tarafından ziyaret edildi (Bakırcı, 2007).

Mevlevi tarikatının pîri, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (1207-1273) ve tarikatinin kurucusu, oğlu Sultan Veled (1226-1312); Mevlânâ Dergâhı külliyesinin “Kubbe-i Hadra”sı altında medfundur. Kubbe-i Hadra, yüksek, yeşil çiniyle kaplı, silindrik dilimli bir kubbe ile örtülüdür (Şekil 1 ve 3). Mevlevi semâzenler 400 yılı aşkın Kubbe-i Hadra’nın kuzeyinde yer alan Post Kubbesinden sonra, geniş, kare planlı, kubbeli semâhâne meydanında mutrıb eşliğinde Mevlevî Âyîn-i Şeriflerini, pîrin huzurunda, âdâb ve erkân ile icra ettiler. Bu düzen, tarihçi Gelibolulu Mustafa Ali’nin 16. yüzyılın son çeyreğine ait Nusret-name’sindeki “Lala Mustafa Paşa’nın Mevlânâ türbesini ziyareti” adlı minyatüründe açıkça görülür (Şekil 2). Bu minyatürde Kubbe-i Hadrâ altında, set üzerinde bulunan Hz. Mevlâna ve Sultan Veled sandukaları önünde; orta koyu pembe zemin kısmında Post Kubbesi altında Mustafa Ali Nusret-name’sini münşisi olarak çalıştığı Serdar Lala Mustafa Paşa’ya takdim ederken, semâhâne kubbesi altındaki mavi zemin kısmında ise Mevlevi semâzenler dairevî halka şeklinde Mevlevî semâ âyini icra ederken görülmektedir. Minyatürün alt sol köşesinde mutrib’da bu sahneye eşlik ederken görülür.

Kubbe kasnağı kuşak yazıları, kubbe kasnağını kuşatan, kesintisiz, anlam ve stil bakımından birbiriyle bağlantılı, uzun şerit yazılarıdır (Özkafa, 2008). Çalışmamızda deşifreye aldığımız Arapça kufî yazıları, bugünkü semâhâne kubbe kasnağını kuşatır (Şekil 1). Dikkat edilmesi gereken ilginç husus, hem semâ meydanını örten kubbe kuşak yazıları mısralarının, hem de semâ meydanında icra edilen Mevlevî Âyîn-i Şeriflerinin güfte mısralannın Kubbe-i Hadra altında yatan tarikatin pîri, Hz. Mevlânâ’nin Divân-ı Kebîrimin gazellerinden alındığıdır. Demek ki tarihte, okunan âyin güfteleri ve meydanı örten kuşak yazıları önemli bir manevi hürmet ve mimarî fonksiyon bütünlüğü sağlamaktadır.

Maalesef bu bütünlük, Sultan II. Abdülhamid Dönemi’nde, 1887-88’deki onarım sırasında kesintiye uğratıldı. Bu onarımda semâhânenin kuzey ve doğu tarafları genişleterek iki katlı ziyaretçi ve mutrib mahfilleri ilâve edildi (Uzluk, 1946, 142­158-189) (Şekil 3). Ana ünitenin Kubbe-i Hadra bölümü hariç tüm kubbe ve duvar yüzeylerindeki hat ve kalem işleri, nakkaş Mahbûb Efendi[1] tarafından tamamen kapatılarak 19. yüzyıla ait Türk Ampir üsluplu kalem işleri ve hatlar ile yeniden tezyin edildi. Kalem işlerinin yenilenmesi esnasında, semâhâne kubbe kuşak yazıları üzerine bitkisel motiflerden oluşan bir süs şeridi nakşedildi.[2] Ancak 96 yıl sonra, 1983-1984’te, Mevlânâ Müzesi’nde nakkaş Mustafa Baytal ve ekibi tarafından gerçekleşen geniş çaplı onarım çalışmaları sırasında Mahbûb Efendi’nin yazılarının ve kalem işlerinin üzerlerini örten muhdes sıvalar raspalanarak altındaki yüzlerce yıllık kalemişleri ve yazılar meydana çıkarılıp yeniden boyandı.[3]

Şekil 1: Konya Mevlânâ Dergâhı: Kubbe-i Hadra-Ali’nin Nusretname’ PostKubbesi-SemâhâneGüney-KuzeyKesidi. (Rolöve çizimi: Mimar M. Argun Kocadağıstanlı, 2008) Saray Müzesi H 1365,

 

Şekil 2: Gelibolulu Mustafa sinden Lala Mustafa Paşa’nın ziyareti Minyatürü. (Topkapı y36a)

Maalesef, Mevlânâ Müzesinde büyük değişimlere meydana getiren 80’li yıllar onarımı, günümüze kadar uzmanlar tarafından tam bir değerlendirme yapılıp yayınlanmadı (Bakırcı, 2019, 325).[4] Onarımda yeniden ihya edilen semâhâne kubbe kuşak yazıları ise, sadece bir makalede ele alındı (Baysal, 2023).[5]

Çalışmamızın amacı, 80’li yıllarda yeniden keşfedilen ve bugüne kadar çözülmemiş semâhâne kubbe kasnağı Arapça kuşak yazıları; mısraların Divân-ı Kebir’indeki gazel kaynakları, transkripsiyonu ve anlamı vererek ilk defa deşifre etmektir.

1. Konya Mevlânâ Dergâhı Semahanesinin mimarîsi ve tezyinatına kısa bir bakış:

Kuşak yazılarının doğru deşifre edebilmek için bulundukları Mevlânâ Dergâhı semâhânesi mimarî ve tezyinat tarihini gözden geçirmek gerekecektir. Böylece yazıların tahmini tarih ve geçirdiği önemli onarım, tadilât ve inşa ilâveleri gibi müdahaleleri de anlaşılacaktır.

Mevlânâ Dergâhı’nın mimarî manzumesi, 13. yüzyıldan 1925’e kadar hayır ve hasenat sahiplerinin inşa, onarım, tadil-tağyir ve ilâveleriyle sürekli çehre değiştirerek günümüzdeki karmaşık halini almıştır. Zamanın sultan veya beyleri Mevlânâ’ya duydukları büyük saygıdan dolayı, dergâha herhangi bir hizmette bulunmayı şeref addediyorlardı. Ancak Selçuklu çağındaki şeklinden bambaşka bir hüviyete bürünmüş olan Mevlânâ türbesinin, Mimar Bedreddin’in eseri olan ilk yapısından başlayarak sonraki müdahalelerle hangi şekillere girdiği ve yapılan değişikliklerin hangi kısımlara inhisar ettiği kesinlikle bilinmemektedir. Mamafih türbenin; Karamanoğulları zamanındaki gelişme ile Osmanoğulları Dönemi’nde 16. yüzyıl başlarındaki mescit ve semâhâne ilâveleri gibi değişik zamanlardaki çeşitli onarım ve tadilât sonunda, etrafındaki türbeler, dedegân hücreleri ve matbah-ı şerîf gibi tekke yapılarının ilâvesiyle şimdiki görünüşünü aldığı anlaşılmaktadır. Çok uzun ve karışık olan bu konuda, Mevlânâ Dergâhı’nın başlangıçtan son durumuna kadar bilinen veya tahmin edilen ana mimarî tarih gelişmeleri bir kronoloji[6] krokisinde özetlenmeye çalışıldı (Şekil 3).

Birçok araştırma ve neşriyata rağmen, Mevlânâ Dergâhı ve türbesinin mimarlık ve sanat tarihi yönünden gelişimini ve değişimini konu alan, yeterli bir bilimsel inceleme yapılmamıştır. Dergâh ve türbenin inşa safhaları hakkında tarihî bilgiler çok mahdut olduğundan sadece belli kitâbelere, Eflâkî, Şikârî, Evliyâ gibi yetersiz yazılı kaynak ve arşiv kayıtlarına, minyatür ve gravür gibi eski resimli belgelere, mimarî üslûp, malzeme ve süslemelere dayanılarak tahminler yapılabilmiş, her araştırmacı kendine göre yorumlar ileri sürmüştür. Türbe-semâhâne-mescit ana ünitesinin inşa gelişim safhalarının tarihlendirilmesindeki çözülmemiş meselelerin ancak detaylı bir sondaj ve araştırma kazısından sonra sağlıklı olarak çözümlenebileceği kanaatindeyiz.

Nitekim 1983-86 arasındaki onarımı,[7] Mart 1996’da yapılmış semâhâne sondajı (Bakırcı, 1999) ve 2018-2019 arasındaki Kubbe-i Hadra onarımında,[8] daha önce tahmin edilmeyen ve sanat tarihçileri tarafından henüz tam değerlendirilmemiş eski türbe/ semâhâne/ mescit sınırları ve tezyinat kalem işleri ortaya çıkmıştır. Kaynaklardaki bilgi ağırlığı ve değerlendirmeler, Dergâhın diğer birimlerinden ziyade Kubbe-i Hadra türbe kısmının mimarisi ve kalem işleri üzerinde odaklanmıştır. Bu yüzden semâhâne, mescit, hücre, matbah gibi ünitelerin tarih içinde ne şekil aldığı ve ne gibi gelişmeler geçirdiği tam anlamı ile karanlıktadır.

Şekil 3: Konya Mevlânâ Dergâhı Kronolojik Mimarî Kroki Denemesi. (Tanrıkorur, 2000)9

Mevlânâ Dergâhının kuruluşu, 13. yüzyıl Selçuklu Döneminde, 1231’de Mevlânâ’nın babası Sultanü’l-Ulemâ Bahaeddin Veled’in, Selçuklu Sultan I. Alâeddin Keykubâd (ö. 1237) tarafından bağışlanan Konya şehir surları dışındaki gül bahçesine defnedildiği zamana dayanır. Sonra 1273’te, Mevlânâ vefat edince babasının türbesi batısında bulunduğu Sultan Bağı Mezarlığına defnedildi ve kabrinin üstüne Alemeddin-i Kayser bir türbe yaptırdı (Eflaki, 2006,589-590).

Mevlânâ türbesi bir ziyaretgâh halini alınca, Çelebi Hüsameddin zamanından (1273-1284) itibaren oraya zengin vakıflar yapılmağa başlanmış; müezzin, hâfız, mesnevîhan ve mıtrıb elemanları görevlendirilmiş, türbede her cuma namazından sonra Kur’ân ve Mesnevî okunup semâ’ yapılması âdet olmuştu (Eflaki, 2006). Bu tarihte bu kadar kalabalık toplantı ve semâ meclisleri yapılabilmesi, misafirlerin ağırlanabilmesi ve görevlilerin barınması için türbenin yanına muhakkak tekke yapıları inşa edilmiş olmalıdır. Nitekim Şikârî’nin naklettiğine göre, 1277’de, Karamanoğlu Şemseddin 1. Mehmed Bey (ö. 1277) Konya’yı işgal ettiği zaman, Hankâh-ı Mevlânâ’ya gidip ününü duyduğu Mevlânâ’yı ziyaret etmiştir (Şikârî,1946,43-44).

Sultan Veled zamanında (1284-1312) Mevlevî tarikatı kurulmuş ve yayılmıştır. Öyle ki 1332’de, İbni Batutâ dergâhı Konya’nın en büyük tarikat merkezlerinden biri olarak seyahatnamesinde yazmıştır (İbnBatuta, 1333,322-323).

1396’da Karamanoğlu Alâeddin Ali Bey (1357-1398), Görkes seferine çıkmadan önce, Mevlânâ Türbesini ziyaret edip sefer başarıyla sonuçlanırsa seferin ganimetleriyle Mevlânâ’nın üzerine bir yeşil türbe yapacağını va‘detmiş ve sonra bunu yerine getirmiştir (Şikârî: 1946, 107). 1402’de ise, Karamanoğlu Nasrüddîn II. Mehmed Bey (ö.1423) ve 1443’de, oğlu Karamanoğlu Sârimüddin İbrahim Bey (ö.1464) Mevlânâ Türbesi ve derviş hücrelerinde bazı genişleme ve tamirler [9] gerçekleştirmiştir.[10] Karamanoğullannın son zamanlarına rastlayan bu inşa faaliyeti muhtemelen türbenin genişletilmesiyle ilgili olup Kubbe-i Hadrâ’nın batı ve doğusunda bulunan “Kubâbü’l-Aktâb” (kutupların kubbeleri) denilen türbe kısmıyla çift kubbeli türbe aralığı ve bugünkü Kubbe-i Hadrâ’nın kuzeyindeki içi stalaktitli fenerli post kubbesinin bulunduğu yerde bir kubbe ilâve edilmiştir (Şekil 3).[11]

15. yüzyılın ilk yarısında, Karamanoğullannın son Dönemi’nde inşa edilen eserlerde, çağdaşı oldukları II. Murad ve Fatih Dönemleri Osmanlı mimarîsinin etkisi ve rekabeti kuvvetle hissedildiğinden,[12] söz konusu birimlerin, Konya’nın Osmanlılara intikal ettiği Fatih Dönemi’nde eklenmiş olmaları da ihtimal dâhilindedir.[13]

1499’da II. Bayezid Dönemi’nde (1481-1512) türbe içi onarılmış ve nakışları mevlevî sanatkârı Halepli Mehmed oğlu Abdurrahman tarafından yenilenmiş olduğu, Kubbe-i Hadra’nın güney iç duvarındaki bugünkü (eksik) nakış kitâbesinden anlaşılıyor. Kitâbenin alt tarafı silindiği için onarımın yapıldığı tarih ve nakışların dışında ne içerdiğini tam olarak bilinmemektedir. Ancak bu kalem işleri ve hat yenilemesinin Kubbe-i Hadra[14] ve Kubâbü’l-Aktâb üzerindeki erken Osmanlı damgasını arttırdığı bellidir.

1.1. Semâhânenin Mimarî Tarihi:

1512’de Yavuz Selim’in Mısır seferine giderken Konya’da konaklayıp Mevlânâ Dergâhının su sıkıntısını gidermek üzere Tutlu’dan su getirtmiş ve türbe avlusunda yeni bir şadırvan inşa ettirmiş olduğu, üzerindeki suluklu kitâbenin tarih mısraında geçen ve ebcedle 918 /1512’yi gösteren ‘havz-ı cinân’ (cennetler havuzu) ibaresinden anlaşılmaktadır. Yavuz kifayetsiz vakıfları arttırdı ve dergâh tamirinde Kubbe-i Hadrâ’nın güney duvarında görülen bir yatıklığı gidermek maksadıyla dıştan destekleyen kalın payanda duvarı yaptırmış, kubbelerin üstünü ilk defa kurşunla kaplattırmış ve dergâh etrafına bir ihata duvarı çektirmiştir. Bazı kaynaklar, I. Selim’in semâhâne-mescit kanadı da inşa ettiğini yazarken (Erdoğan, 1950; Konyalı, 1964; Uzluk, 1946) başkaları semâhâne-mescit ile iki minareli Selimiye Camiinin Kanunî tarafından yaptırıldığını iddia etmekteler.[15] Bu hususta kaynaklar arasındaki ihtilâf, mescit-semâhâne kanadının kitâbesiz oluşu ve Akyurt (1930) gibi çoğu yazarların III. Selim’in hediye ettiği Mevlânâ sanduka örtüsü üzerindeki işlemeli 973/1565 tarihini,[16] semâhâne ile mescidin inşa tarihi olarak kabul etmelerinden kaynaklanır.

Şekil 4: Matrakçı Nasuh’un 1534 Tarihli Konya Minyatürü.

Şekil5:Konyalı Nakkaş Mahbûb Efendi’nin(a) Mescit ve (b) Semâhânedeki 1305 ve 1306 Tarihli İmzaları. (Foto: Polat,2009)

15. yüzyılın sonunda veya 16. yüzyılın ilk çeyreğinde, yani ya II. Bayezid (1481­1512) veya Yavuz Selim (1512-1520) Dönemlerinde, yapılan tadilâtta türbenin kuzeyine günümüzdeki semâhâne-mescit ünitesinin ilâve edilmiş olabileceğini de tahmin edebiliyoruz. Tahminimizin ilk mesnedi, II. Bayezid devrinin sosyo- politik durumunda Anadolu’da Safevî propagandasına karşı ehl-i sünnet tarikat merkezlerinin güçlendirilmesidir (meselâ Hacı Bayram Külliyesinin türbe kapısı ve minare ilâveleri ile Balım Sultan aracılığıyla Hacı Bektaş Dergâhı’nın tevsî ve reorganizasyonu yapıldı). Bu faaliyet ile birlikte Mevlânâ Dergâhı II. Bayezid tarafından da genişletilmiştir. İkinci mesnedimiz, Hz. Mevlânâ’ya büyük hürmeti olan ve Mısır seferinden dönüşte Şam’da Şeyh Muhiddin Arabî Külliyesini inşa ettiren Yavuz Selim’in, Mevlânâ Dergâhını tamir ettirirken önüne sadece yeni bir şadırvan yaptırmakla kalmayıp Dergâhın mescit-semâhâne ihtiyacını da gidermiş olması ihtimalidir. Üçüncü mesnedimiz ise, Matrakçı Nasuh’un 1534’te Kanunî’nin Bağdat seferine giderken Konya’yı ziyaretini konu alan minyatüründe Mevlânâ Dergâhının tasvir edilişidir (Şekil 4).[17] Minyatürün sağ alt köşesinde, “Mevlâna Hz. Molla Hünkâr” külliyesinde Yavuz Selim’in inşa ettirdiği şadırvanı, çektirdiği ihata duvarı, kurşunla kaplattırdığı kubbeli türbe bölümünün kuzeyinde minareli iki kubbeli, mescit-semâhâne kanadı görünmektedir.[18] Şu hâlde bu kanat 1534’ten önce, ya Kanunî Dönemi’nden önceki bir tarihte ya da Kanunî saltanatının ilk yıllarında (1520[19] ve 1534 arasında) inşa edilmiş olmalıydı. Bu tarih diliminin de 1520-1523 arasına kadar indirilmesi mümkündür.[20] Ancak kaynaklarda bu yıllarda Kanunî’nin Konya’da bir inşa faaliyeti gösterilmemektedir. Eğer Sinan’ın mimarbaşı olduğu yıllarda bir onarım veya mescit-semâhâne kanadı yaptırılmış olsaydı, bu önemdeki bir görev, Şeyh Abdülkadir Geylanî ve Şeyh Muhiddin Arabî Tekkelerinin tamirlerinde olduğu gibi, mutlaka Sinan’a verilirdi ve bu da bütün tezkirelerde zikredilirdi.[21] Ayrıca mescit-semâhâne kanadında Osmanlı klasik üslûbundan ziyade daha erken Osmanlı Dönemi’nin üslûp ipuçları vardır. Kanaatimizce Kanunî’nin 1565-1566’daki türbe- mescit-semâhâne onarımında, Kubbe-i Hadra’da Mevlânâ ve Sultan Veled için bir gök mermer sanduka yaptırılmasından (Konyalı, 1964, 648-649) başka sadece post kubbesinin yeniden düzenlenmesi ve son cemaat yeri gibi eksik mimarî elemanların tamamlanması söz konusudur.

Tüm bu karışık tarihlendirme iddialarına rağmen, elimizdeki bilgi, çalışmamızın asıl konusu olan kuşak yazıların bulunduğu Mevlânâ Dergâhı semâhânesinin, 1523’ten önce, erken Osmanlı Dönemi’nde bir tarihte inşa edildiğini işaret etmektedir.

Konya Mevlânâ Dergâhı yazı ve kalemişleri:

“Mimari yapılardaki yazı ve kalemişlerinin dönem dönem (sık) onarımlar geçirmesi mukadderdir. Kubbe, tavan gibi birimlerde iklimden kaynaklanan yağmur ve kar sularının sızıntıları nedeniyle sıva yüzeyin nemlenip kabarması, ısı ve ışık kaynaklarından çıkan duman, is gibi çevresel faktörler veya insan nefesinin sıva yüzeyinde oluşturduğu tabaka gibi etkenler nakışların bozulmasında önemli rol oynar. Bunların yanı sıra kişilerin dış müdahaleleri ve bilinçsiz onarımlar da kalemişlerinin kalıcı hasara maruz kalmasında etkendir.” (İrteş – Baysal, 2021, 129).

Yukarıda zikredilen sebeplerinden dolayı, semâhâne kubbe kasnağı üzerine fırça ve boya ile işlenmiş kuşak yazılarının ilk hâlini tahmin etmek ve son hâlini tarihlendirmek, semâhânenin mimarisinden daha da karışık ve zor bir konudur. Kuşak yazıların 400 yıl içerisinde geçirdiği onarımların detaylı arşiv kayıtları olmadığı için, son iki onarımın dışında, yazılara ne değişikleri geçirdiği ve kimin tarafından müdahale edildiği tam bilinmiyor.

19. yüzyılda Dergâhın 1808-1839, 1814-1858, 1861-1876 yıllarında geçirdiği onarımlar arasında 1816’daki hayli geniş çaplı onarım ve yenilenmeleri dikkat çekmektedir. Bu onarımda, semâhânenin döşemesi ve semâhâne ile mescidin kubbe içleri yapılmış, üç tarafında bulunan duvarların üç kat badanayla pencerelerin etrafının çeşitli renklerde boya ile nakışın yenilendiği dikkat çekmektedir. 1817’te Sultan Selim Camii ile birlikte semâhâne, mescit ve diğer yerlerin sıva ve nakışları; pencerelerin tel örme kafesleri ve kubbelerin kurşunlarının tamir ve yenilenme işlerinin, noksanların tamamlanmış olduğu görülmektedir (Özönder, 1987, 24).

Kuşak yazıları etkileyen en önemli onarım ise, II. Abdülhamid zamanında 1886-1889’da gerçekleşti. Mescit onarıldı,[22] semâhânenin kuzey ve doğu tarafları genişleterek mutrib heyeti, erkek ve kadın ziyaretçiler için iki katlı mahfiller inşa edildi (Uzluk, 1946, 142, 158-189); (Şekil 3). Onarım esnasında 1305-1306/1886- 1887’de, Tilâvet Odası, Kubâbü’l-Aktâb, Post Kubbesi, semâhâne ve mescidin bütün duvar ve kubbelerinin kalem işleri ve yazıları, nakkaş Mehmed Mahbûb el-Konevî b. Hamdi Mustafa Rüşdî (d.1843-ö.1897; imzası: Şekil 5a, 5b)[23] tarafından kapatılarak üzerlerine 19. yüzyıl Türk Ampir üsluplu tamamen yeni kalem işleri ve hatları nakşedildi (Şekil 6a, 6b, 12a).

Ancak 96 yıl sonra, Cumhuriyet Dönemi’nde, 1982-1986 yıllarındaki kapsamlı onarım çalışmaları sırasında Mahbûb Efendi’nin nakşettiği kalem işleri ve muhdes sıva raspalanarak altından daha erken Osmanlı dönemlere ait kalem işleri ve yazılar açığa çıkarılıp üstlerinden geçilerek yeniden boyandı. (Şekil 7a, 7b). Bu onarım çalışmaları Manisa’da ikamet eden Özbek asıllı, kalemkâr Mustafa Baytal ve ekibi gerçekleştirdi (Bakırcı, 2019, 325). Onarım sırasında, zamanın müze müdürü Erdoğan Erol[24] ve Önge’ye göre, “çalışmanın bilimsel niteliğini ortaya koymak” için “sıva ve badana raspaları sonucu bulunan yeni kompozisyonların kalıpları alınmış; fotoğrafları çektirilmiş; onarım öncesi ve sonrası durumlan albümler hâlinde belirlenmiş” “çünkü sanat ve mimarlık tarihi araştırmacıları, burayı gezen ziyaretçiler, dönemlerin nakışlarını mukayese imkânından mahrum bırakılmışlardır” (Önge, 1990, 323).

Şekil 6a, 6b: Nakkaş Mehmed Mahbûb Efendi’nin Kubâb’ül Aktab’daki 1887’li Yıllara Ait Bazı Hat Yazıları. (Fotolar: Tanrıkorur’un 1980’lara ait arşivinden)

Şekil 7a,7b: Nakkaş Mustafa Baytal’ın Aynı (Şekil 6a, 6b) Yerlerinde İhya Ettiği 1980’li Yılların Hat ve Kalem İşleri. (Fotolar: Haşim Polat, 2009)

Maalesef alınan kalıplar ve hazırlanan fotoğraf albümleri Mevlânâ Müzesi arşivlerinden kaldırıldığı için[25] 1980’li yıllar onarımında semâhâne kubbe ve pandantif yazı ve kalem işlerinin ne safhalar geçirdiğini inceleme imkânımız olmamıştır.

Ancak Mahbûb Efendi veya Mustafa Baytal’a ait kalem işleri ve yazıları incelendiği zaman, çok motif ve harf deformasyonu görüldüğü için bu kalem işleri ve yazıların belki birkaç yüzyıl çok hatalı yenilenme onarımları geçirdikleri ortaya çıkıyor. Yanı bunların vasıflı nakkaş ve hattatların ellerinden çıkmadığı anlaşılmaktadır.

2. Semâhâne kubbe kuşak yazıların bulunduğu tezyinat ortamı

Mevlânâ Dergâhı’nın semâhânesi (11.57 m. x 11.93 m.) kare plana yakın, semâ meydanına sahiptır. Semâhâneyi örten 11.05 m. çapı ile 5.27 m. yüksekliği kubbe ve pandantifler tamamen benzeyen erken bir döneme ait kalem işleriyle tezyin edilmiştir. Buna karşın semâhânenin kubbe kemerlerinin altındaki duvar yüzeyleri 19. yüzyıla ait yazılar ve Türk Ampir tezyinatına sahiptir (bk. Şekil 1, 3 ve 12a).

2.1. 1888-89 Tarihli semâhâne kubbe kemerlerinin altındaki duvar tezyinatı ve yazıları:

Semâhâne kubbesini taşıyan kemerlerin sınırlandırdığı duvar yüzeyleri üzerine, 1306/1888-1889’da nakkaş ve hattat Konyalı Mahbûb Efendi tarafından resmedilen ayaklı sehpalar üzerinde, dikdörtgen miğfer başlıklı, Mevlevi destarlı sikkeleri ve çelenk içine alınmış dairevî yazı levhaları (Şekil 8, 9, 10, 11) hemen dikkati çeker. 19. yüzyıla ait Türk Ampir üslûpla resmedilen bu semboller, özgün haline bırakılmış ve 1983-1984 onarım sırasında dökülmemiştir (Önge, 1990, 322). Bu semboller ve içerdikleri yazılar incelediğinde: miğfer başlıklı destarlı Mevlevî sikkeler üzerine en önemli Mevlevî meşayih adları yazıldığı ve çelenkli levhaların İslâm’ın on iki imam ve dört halifesinin adlarını içerdiği fark ediliyor. Resmedilen sembollerin bir nevi silsile-i Tarikat-i Mevlevîyye’yi temsil ettikleri hemen anlaşılıyor. Mevlevî âyinlerinin icrâ edildiği semâ meydanının etrafındaki duvarlarda silsile-i Tarikat-i Mevlevîyye bulunması, âyinlere ciddi bir manevi atmosfer katmaktaydı. Kuzey kemerinin altındaki duvarda destarlı Mevlevî sikkesi üzerine Mevlevî tarikatının pirî Mevlânâ Celâleddin Rumî b. Sultan-ül ulemâ (Şekil 8, Tablo 1); kıble tarafındaki güney kemerinin altındaki duvarda Allah ve Muhammed’in levhaların ortasında, destarlı Mevlevî sikkesi üzerine Mevlevî tarikatının kurucusu, Sultan Veled b. Mevlânâ (Şekil 9, Tablo 2); doğu kemerinin altındaki duvarda destarlı Mevlevî sikkesi üzerine Hz. Mevlânâ’nın hocası, Şeyh Şemseddin Tebrîzi (Şekil 10, Tablo 3) ve batı kemerinin altındaki duvarda destarlı Mevlevî sikkesi üzerine Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî-i Şerîf inin kâtibi ve ilk halifesi, Şeyh (Çelebi) Hüsameddin’in (Şekil 11, Tablo 4) adlarının yazıldığı dikkati çeker.

Şekil 8. Kuzey Kemerin Altındaki Duvar
Yazıları

Tablo 1: Kuzey Kemerin Altındaki Duvar Yazıları

Tablo 2: Güney Kemerin Altındaki Duvar Yazıları

Şekil 11: Batı Kemerin Altındaki Duvar Yazıları

Tablo 3: Doğu Kemerin Altındaki Duvar Yazıları

Tablo 4: Batı Kemerin Altındaki Duvar Yazıları

Şekil 12a: Nakkaş Mehmed Mahbûb Efendi’nin 1887’li Yıllara Ait Mevlânâ Dergâhı Semâhâne Kemer, Pandantif ve Kubbe Kuşak Yazısı,1982’deki Onarımdan Önceki Durumu. Foto: (Özönder, 1994, 104)

2.2. 1980’li Yıllarda ihya edilen semâhâne kubbe pandantifi ve yüzeyindeki tezyinatı ve yazıları:

Semâhâne kubbe kemerlerinin altında yer alan 19. yüzyıla ait duvar tezyinatı ve yazıları dışındaki tüm semâhâne kalem işleri ve yazılar 1983-84 yıllarındaki onanm sırasında, kalemkâr Mustafa Baytal ve ekibi tarafından muhdes sıvaların altından çıkarılıp yeniden ihya edilmiş ve 19. yüzyıldan öncesine ait olduğu iddia edilmektedir (Baysal, 2023; Önge, 1990). Ancak bu kubbe pandantifleri ve kubbede yer alan kalem işleri ve yazıların sağlıklı bir değerlendirmesini yapabilmek için muhakkak Önge ve Erol’un söz ettikleri, onarım safhalarını gösteren arşiv dosyasındaki fotoğrafların ve çıkartılan kalıpların incelenmesi gerekmektedir.[26] Ancak daha önce söz ettiğimiz sebeplerle bu arşiv dosyasındaki fotoğraflara ve kalıplara ulaşılamadığı için, kalan semâhâne kubbe tezyinatı ve yazılarında görülen motif ve yazı deformasyonlarının veya bozuk noktaların -yani 1980’li yıllarda yapılan onarımda veya önceki yüzyıllardakilerde- neyden kaynaklandığını söylemek mümkün değildir. Ama arşivimizde bulunan Mahbûb Efendi’ye ait eski yazıların çoğunu, 1980’li yıllarda sıva altından çıkarıp ihya eden Mustafa Baytal’a ait yeni yazıların farklı kalem işleri olmamasına rağmen yazıların benzer ibâreler içerdiklerine tanık olmaktayız (Bk. Şekil6a, 6b ve 7a, 7b ve 12a, 12b).

Şekil 12b: Mevlânâ Dergâhı Semahane Kubbesi, Pandantif ve Kemer Altındaki Tezyinatı (Foto: H. Polat)

Damla Şeklindeki ‘Mübarek bâd’ Makıli Hat, Kubbede Böyle Görünmeliydi.
(Hattat Ali Toy, Ekim 2023)

2.2.1 Semâhâne kubbe pandantifleri üzerindeki yazılar:

Nakkaş ve hattat Mustafa Baytal ve ekibinin 1983-84 yıllarındaki onarımında ihya ettikleri, turuncu, yeşil ve beyazla tahrirlenmeyen semâhâne üçgen kubbe pandantiflerinin sarı kıvrım dal ve yeşil dolgulu rumî yapraklardan oluşan turuncu bir zemin üzerine, siyahla tahrirlenmeyen beyaz renkli iri celî sülüs, müsennâ olarak yazılmış Allah, Muhammed, Ebubekir, Ömer, Osman, Ali radiyallahu anhum ibâreleri, şaşırtıcı ve nadir görülen bir kompozisyondur (Şekil 12b).27

2.2.2. Semâhâne kubbe üzerinde kalem işleri ve yazılar:

Kubbenin dairevî tezyinat tasarımının başlangıç noktası olarak kubbe merkezinde yer alan yarım küre biçimdeki beyaz kabara etrafındaki siyah renkli zemin üzerine 0 dairevî örgü yazı kompozisyonu sayılabilir. Beyaz kabara etrafında (يا عالماً بحالي – Yâ âlimen bi-hâlî – Ey her halimizi bilen Allah) beyaz celî sülüs ibaresi altı defa tekrarlanarak üstteki *ye’ bağlantılarıyla dairevî örgü yazı kompozisyonu oluşturuluyor (Şekil 13a).

Dairevî yazı örgü etrafında oluşan sarı zemin üzerine siyah rumî motifleri ile dolu radyal altı köşeli yıldızın her köşenin uçuna, içleri siyah renkli damla motiflerinin üzerinde (مبارک باد -mübarek bâd – mübarek olsım) ters işlenmiş turuncu Makılî hat ibareleri bulunduğu dikkat çekicidir (Şekil 13b). Ters işlenmiş damla şeklindeki ‘mübarek bâd’ Makıli hatları, hattat Ali Toy’a göre, kubbede ya tamamen doğru işlenmiş (Şekil 13c ve 14b) veya bir düz – bir ters, münavebeli olarak işlenmiş (Şekil 14b) olarak görünmeliydi. Bu ters işlenmiş damla şeklindeki motifler, ister istemez 1980’li onarımda alınan bazı kubbe tezyinatı kalıpların yanlış uygulandığı şüphesini [27]de uyandırıyor. Ama maalesef böyle bir şüphe, ancak arşivlenen kalıplar ve çekilmiş fotoğrafların detaylı bir incelemesinden sonra giderilebilir.

Damla motiflerin bulunduğu daireden sonra kubbenin ana dairevî tezyinat tasarımının üçüncü dairesi, beşgen bir malakarî kabara etrafında dönen beş iri turuncu münhani, rumî motif ve beş şeritten oluşan yeni, olağan dışı, altı tane çark-ı felek şekilden meydana gelmektedir.[28] Kubbenin dairevî tezyinat tasarımının dördüncü ve son dairesi çok deforme edilmiş hatayî ve rümî motiflerle dolu altı yarım şemse motiften oluşuyor. Kubbenin dairevî tezyinatı siyah ve kırmızı çizgili bir kenar ile sınırlanmış ve püsküllü tığ askı motifiyle saçaklanmıştır. Kubbenin tezyinat ağının merkezden başlayan altı köşeli yıldız kompozisyonu etrafında gelişen, radyal olarak dizilmiş ve birbirlerine yeşil şeritlerle bağlanmış çarkı felekler ve yarım şemselerden oluşan tasarımın 15. yüzyılın sonunda veya 16. yüzyılın ilk çeyreğinde, yani ya II. Bayezid (1481-1512) veya Yavuz Selim (1512-1520) Dönemleri’nde yapıldığı tahmin edilebilir. Bursa Muradiye’de bulunan Cem Sultan Türbesi kubbe tezyinatı tasarımının yazıları ve nakışlarıyla büyük benzerlik gösterdiği (İrteş, 2018, 125-126) halde maalesef geçirdiği kötü onarımlar neticesinde semâhâne kubbe tezyinatında yer alan çoğu motif ve yazı deforme olmuştur.

2.2.3 Semâhâne kubbe kasnağındaki pencere etrafındaki tezyinat:

Kubbe kasnağındaki sekiz pencerenin etrafı, hatayî motiflerden oluşan bir çerçeve ve taçla süslenmiştir. Ancak bu iki parçalı kompozisyon yan yana gelen pencerelerde, münavebeli olarak kırmızı zemin üzerine beyaz veya beyaz üzerine kırmızı desenle tekrarlanmıştır. 19. yüzyılda yapılmış natüralist çiçek ve yaprak motiflerinin altında bulunan bu kompozisyonlar muhtemelen yukarıda söz edilen 18. yüzyıl ve 1817’deki onarımlara ait olmalıdır (Özönder, 1987, 24). 1980’li onarım sırasında, sonradan konuldukları belli olan ahşap çerçeveli, basit pencere içlikleri yerine, fevkanî duvar pencerelerinden alınan örneğe göre yapılmış, camlı alçı içlikler yerleştirilmiş ve dış yüzlerine de basit filgözü dışlıklar takılmıştır (Önge, 1990, 322).

2.2.4 Semâhâne kubbe kasnağında bulunan Arapça kuşak yazıları:

Sekiz kubbe kasnak pencerenin hemen altında ve üçgen pandantiflerin üzerinde, kubbe eteğinin içbükey profilinde turuncu zemin üzerinde, makalemizin deşifresini konu edindiği beyaz kûfî ile yazılmış Arapça kuşak yazı şeridi bulunmaktadır.

3. Semâhâne kubbe kuşağındaki yazıların özellikleri

1980’li yıllardaki onanma ait fotoğraflarla hazırlanmış arşiv dosyalarını ve 1983-1984 yıllardan önce semâhâne kubbe kasnak eteğindeki bugünkü kuşak yazı şeridin yerini gören, inceleyebilme fırsatı bulan Mevlânâ Müzesi müdür yardımcısı Naci Bakırcı’ya göre, şimdiki kuşak yazı şeridi yerine 1306/1888-1889’da nakkaş ve hattat Konyalı Mahbûb Efendi’nin resmetttiği “zeytin dalı yapraklı, birbirine zincir gibi geçmeli bir bordür” yer alıyordu.[29] Bugünkü kuşak yazı yerindeki bu zeytin dalı yapraklı süs şeridi (Şekil 12a) Özönder’in Mahbûb Efendi hakkında makalesinde açıkça görünmektedir (Özönder, 1994, 104). Bu bilgiye göre, günümüzdeki kuşak yazıları üzerinde daha önceden, Şekil 6a, 6b ve Şekil 7a, 7b’de olduğu gibi, Mahbûb Efendi’ninkilere benzeyen bir yazı şeridi yer almamaktadır. Ayrıca 1980’li yıllardaki Mevlânâ Müzesi müdürü Erdoğan Erol’a göre, bugünkü kuşak yazı şeridi meydana çıkıncaya kadar, üzerindeki muhdes sıvanın derin kazınmasıyla yüzlerce kova dolusu fazlalığın giderilmesinden sonra “kubbe kasnağın çapı 5 m. daha genişledi”.[30] Erol’un verdiği bilgiye göre ise, 1888-1889’de Mahbûb Efendi’ye ait bitkisel şeridi düz bir yüzey üzerinde işlenmiş ve kuşak yazıların bugün bulundukları içbükey yüzeye ancak çok derin muhdes sıvaların kazınmasından sonra ulaşılabiliyordu. Ama bu iki bilgi, ancak arşivlenen kalıpların ve çekilmiş fotoğrafların detaylı bir incelemesinden sonra tam onaylanabilir.

Yirmi beş buçuk Arapça mısradan oluşan kuşak yazıları, semâhâne kasnak pencerelerinin altındaki 34,73 m. uzunluğu ve 37 cm. yüksekliği olan içbükey profil şerit üzerindedir. (Şekil 1) Yazı kuşak şeritte, kırmızı bir zemin üzerine beyaz renkte serbest düğüm ve helezoni rumî motifleriyle zenginleştirilmiş beyaz tezyînî çiçekli[31] veya Yapma Doğu Kufî[32] hat Arapça ibâreleri bulunuyor. Düğüm motiflerinin oluşturduğu kapalı formların iç bünyeleri siyah rengi ile doldurulmuştur. Yazı şeridinin altında 8 cm. ve üstünde 10 cm. yüksekliği olan birer bordür yer alır. Bordürler siyah renkli bir zemin üzerine tekrarlanan, bir ters – bir düz, basit beyaz palmet ve yarım rumî motiflerinden meydana getirilmiştir (Şekil 15). Bu yazı kuşağı, Bursa, Muradiye’de bulunan 15. yüzyılda inşa edilmiş Cem Sultan Türbesindeki kubbe kasnağının altındaki içbükey profilindeki bordürsüz, “Esma’ül Hüsna” ince yazı kuşağının muntazam sıralanmış düğüm ve kufî yazısının renk ve motifleriyle bazı benzerlikler arz ediyor[33] (Şekil 16). Ancak Mevlânâ Dergâhında 1980’lerdeki onarım raspalarından sonra, 19. yüzyıldaki muhdes sıva altından meydana çıkartılan tüm yazılar ve süsleme motiflerinde olduğu gibi, uzman bir hattat ve müzehhip tarafından onarılmadığı için, bu kûfîler vasıflı değildir, hem yazandan hem işleyenden kaynaklanan çok harf hataları ile motif şekil bozuklukları görülmektedir.

Şekil 15: Mevlânâ Dergâhı Semâhâne Kubbe Kasnak Kuşak Yazıları. (Foto: Ahmet Kuş, 19.09.2023)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Şekil 16: Bursa Cem Sultan Türbesi Kubbe Kuşak Yazıları. (htps://www. semerkanddanbosnaya.com/portfolio/cem-sultan-turbesi/erişimtarihi 21.10.2023)

Mevlânâ ve Arapça:

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (ö. 672/1273) XIII. Belh’te doğduktan sonra küçük yaşlarda ailesiyle birlikte terk-i diyâr etmiş, vefatına kadar Konya’da yaşamıştır. Babası Bahâeddîn Veled (ö. 628/1231) yaşadığı dönemin ileri gelen din âlimlerinden biri olmakla beraber, Maârif adlı eserin müellifidir. Mevlânâ, ilk tahsilini babasından görmüştür. Rûmî, yirmi dört yaşındayken babasını Konya’da kaybetmiştir. Bunun üzerine, bir rivayete göre babasının vasiyeti başka bir rivayete göre Konya hükümdarı Alaeddîn Keykubad’ın (1220-1237) isteği ve yine bir diğer rivayete göre babasının müritlerinin ricası üzerine babasının müftülük makamına oturmuş, “tarikatten uzak, şeriatin müftüsü” olmuştur (Füruzanfer, 2005, 79). Çocukluktan itibaren Arapçayla haşır neşir olan Rûmî’nin eserlerine ve özellikle Divân-ı Kebîr’e bakıldığında, onun İran ve Arap edebiyatına iyi derece vakıf olduğu ve iki dilde de edebî eserler üretmede yetkin olduğu anlaşılmaktadır. Bunun yanı sıra, Mevlânâ’nın şiirlerinde Rumca ve Türkçe unsurların var olduğu, büyük sûfînin bu dilleri de bildiğini göstermektedir.[34]

Mevlânâ, her ne kadar düşüncelerini şiir aracılığıyla paylaşsa da şâirlikten nefret ettiğini, onun için şâirlikten daha kötü bir iş olmadığını ve “yârân” için şiir yazdığını belirtmiş, şiir yazmayı işkembe içindeki dışkıyı temizlemeye benzeterek şiirin “en alçak metâ” olduğunu vurgulamaktan çekinmemiştir (Rûmî, 1400, 92). Mevlânâ şiir yazmayı ayıp saysa yaşadığı dönem ve bulunduğu kültür çevresindeki şartları gözeterek düşüncelerini insanlara iletmenin en kestirme ve keskin yolunun şiir olduğunun farkındaydı. Dolayısıyla, düşüncesinin şiir aracılığıyla sonraki asırlar için konuşma yetisinin kanal kazmasına[35] mâni olmamış ve şiir yazmayı tercih etmiştir.

Mevlânâ için lisan bir araçtır ve bu durumu, eserlerinde özellikle vurgulamıştır.[36] Rûmî, eserlerinin büyük bir kısmını Farsçayla yazmayı tercih etse de, Mesnevî nin III. defterinde Arapça ve Farsça arasında bir kıyas yapmış, Arapçanın “daha hoş” olduğunu ifade etmiştir (Rûmî, 2015, 438). Mevlânâ, gazellerinden birinde de Arapçayı Farsçaya nazaran daha hoş bir dil olarak kabul ettiğini vurgulamıştır (Mevlânâ Celâleddîn Muhammed Mevlevî, 1394, 458).

Arapçayı Farsçadan daha üstün ve hoş görmek sadece Mevlânâ ile sınırlı değildir. Esasında bu durum, Arapçanın Kurân-ı Kerîm ve İslâmiyet dili olmasıyla alakalı bir durumdur. Nitekim Rûmî’nin çağdaşı olan Sa’dî-i Şirazi (ö. 691/1292) de Gülistan” da Arapçanın Farsçadan daha üstün olduğunu ima eder cümleler kurmuştır (Sadi-i Şirazi, 1394, 142). Hâfız-ı Şirazi (ö. 792/1390 ?) de aynı durumu ima ve ifade etmiştir (Hâfız-ı Şirazi, 1395, 143).

5. Dîvân-ı Kebîr’de Arapça Unsurlar:

Divân-ı Kebîr, Mevlânâ’nın gazellerini ve rubâilerini ihtivâ eden eseridir. Mevlânâ, şiirlerinin büyük bir kısmını Şems-i Tebrîzî (ö. 645/1247 ?) ile tanıştıktan sonra söylemiş (Yazıcı, 1994, 9/432) ve bu şiirler Mevlânâ’nın etrafındakiler tarafından kayıt altına alınmıştır.[37] Çok hacimli bir divan olması hasebiyle bu esere Dîvân-ı Kebîr denmiştir. Bununla birlikte Mevlânâ, şiirlerinde kendi adı veya lakabı yerine Şems veya Şems-i Tebrîzî kelimelerini mahlas olarak kullandığı için onun bu eseri Dîvân-ı Şems, Dîvân-ı Şems-i Tebrîzî olarak da bilinmektedir. Ayrıca, Mevlânâ’nın bazı gazellerinde mahlas kelimesi yerine “Hâmûş, Hâmoş, Hamoş” gibi kelimeler vardır ki bazı araştırmacılara göre bu kelimeler Mevlânâ’nın mahlası olarak kabul edilmiştir (Şefîi-i Kedkenî, 1387, 1/44).

Divân-ı Kebîr, ömrünü Mevlânâ araştırmalarına adayan merhum Bedîüzzamân Fürûzanfer (ö. 1970) tarafından on cilt hâlinde neşredilmiştir.[38] Fürûzanfer, çokça yazma eserden faydalandığı için onun neşrinde Mevlânâ’ya ait olmayan şiirlerin bulunması ihtimâl dâiresindedir. Fürûzanfer’in neşrinde toplamda 36,360 beyit bulunmaktadır ki bunların 3,229’u gazel, 1,983’ü rubâî ve 44’ü tercî-i bend formundadır (Şefîi-i Kedkenî, 1387, 1/44). Bu gazellerin büyük bir kısmı Farsçadır. Eserin tamamına göre büyük bir yekûn oluşturmasa da Dîvân-ı Kebîr”de Arapça şiirler de bulunmaktadır. Söz konusu Arapça şiirler genel olarak iki kategoride toplanabilir: 1. Tamamen Arapça olan şiirler, 2. Mülemma (yani bir mısra, bir beyit veya bir kısmı Arapça olan şiirler). Divân-ı Kebîr”de yer alan ve bütünüyle Arapça yazılmış olan gazellerin toplam sayısı 76’dır (Tabatabai, 1381, 2).[39]

6. Konya Mevlânâ Dergâhı Semâhânesi’nin kuşak yazıları:

Şimdiye kadar Mevlânâ Dergâhı semâhânesi’nin kuşağındaki yazıları konu eden bir akademik çalışma yayımlanmıştır.[40] Söz konusu çalışmada, kuşaktaki yazıların okunuşun zor olduğu ifade edilmiş, yazıların mâhiyeti ve içeriği hakkında bilgi verilmemiş ve deşifre edilmemiştir (Baysal, 2023, 29). Oysa ki söz konusu eserler okunaklıdır ve deformeler yazıların okunması için bir mâni teşkil etmemektedir.

Semâhane kuşaktaki yazıların tamamı Mevlânâ’nın Arapça gazellerinden seçilmiştir. Yukarıdada belirtildiği üzere, Mevlânâ’nın gözünde Arapça Farsçadan daha hoş bir dildir. Bu durumdan haberdar olan dergâhın mimarları ihtimal ki bu sebepten dolayı böyle bir tercihte bulunmuşlar ve Arapça gazellerden seçmeler yaparak kuşağa işlemişlerdir. Kuşaktaki yazıların bilgileri şu şekildedir: Sırasıyla kuşakta Kebîr’deki 278 numaralı gazelin tamamı, 288 numaralı gazelin 9 ve 10. beyitleri ve 3221 numaralı gazelin ilk dört beyti yer almaktadır. Bu gazellerin tamamı Arapçadır ve mülemmâ değildir. Kuşakta bulunan şiirler, Türkçe transkripsiyonları ve Türkçe tercümeleri aşağıdaki gibidir:

6.1. 278 Numaralı Gazel: (1. Beyit Şekil 17’de ve son beyit Şekil 18’de bulunmaktadır):[41]

[Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün]

Tercüme:

1. Ben, bize sâdık erler dışında kimseye yemin etmem. Ben bize âşık olan tatlı sevgililer dışında kimseye âşık olmam.

2. Önce onlar bize âşık oldu, sonra biz onlara âşık olduk. Bize geldiler, biz de onlara doğru geldik. Onların fazileti, hep bizim rehberimiz olduklarındandır.

3. Gözlerimizi açtık, keremlerinden nasiplendik. Çalınacakları çaldık, sonra ansızın onlar bizi çaldılar.

4. Kalplere galip geldik, gaipleri öğrendik. Allah bize bir bâde içirdi, bize bakanların gözlerini şaraba doyurdu.

5. [Tam zamanında] fazilet bize ulaştı. Aksi takdirde rüsva ve helâk olacaktık. O ikisi bize tam ulaşacakken ürktük ve kaçtık.

6. Allah’ın gazabından korkmasam “Ölümle göz göze geldik ve onlar tekrar bizi yarattılar!” derdim.

7. Canların altında bulunan Şemslere/güneşlere yönel. Bize, rızkımız olarak belirledikleri kâselerle şarap içirdiler. (Füruzanfer, 1378, 1/173; Tabatabai, 1381, 40­41).

Şekil 17: 278 Numaralı Gazelin 1. Beyit. (Foto: Ahmet Kuş, 19.09.2023)

Şekil 18: 278 Numaralı Gazelin Son Beyit. (Foto: Ahmet Kuş, 19.09.2023)

6.2. 288 Numaralı Gazel: Divan-ı Kebîr neşrine göre toplamda on beyitten oluşan bu gazelden üç buçuk mısra (bir buçuk beyit) alınmıştır. Alınan mısralar ise 9. ve 10. beyitlerdir. Anlam bütünlüğünü görmek açısından yarım olan beytin eksik kısmı köşeli parantez içinde verildi. Ayrıca transkripsiyon ve tercüme numaraları gazelin beyit sırasına göre yazıldı.(Mısralar şekil 19 ve 20’de bulunmaktadır):

[Müstef’ilâtün, Müstef’ilâtün veya Fa’lün Fa’ûlün Fa’lün Fa’ûlün)]

Tercüme:

9. [Benim aşkım] en güzel mânâlara [götüren merkeptir]. Bana bu yeter, bize zulmetmeyin!

10. Aşk bana ‘hâl’dir;[42] mal ve mülktür. Benim uyku uyumam muhâldir, bize zulmetmeyin. (Füruzanfer, 1378, 1/177; Tabatabai, 1381, 48).

Şekil 19: 288 Numaralı Gazel. (Foto: Ahmet Kuş, 19.09.2023)

Şekil 20: 288 Numaralı Gazel. (Foto: Ahmet Kuş, 19.09.2023)

6.3. 3221 Numaralı Gazel: Toplamda beş beyitten oluşan bu gazelin ilk dört beyti kuşağa yazılmıştır. Kuşaktaki ilk beyit Şekil 21 ve son beyit ise Şekil 22’de bulunmaktadır:

[Mefâ’ilün Faûlün Mefâ’ilün Faûlün]

Tercüme:

  1. Ey Leylâ’nın hanminin sâkinleri! Benden size selam olsun! Zira siz katıksız şarabı bize doğru dolaştırdınız.
  2. Bu, vuslat baharı ve buluşma zamanıdır! Bu, tüm halkı çevreleyen nimettir!
  3. Kadehleri dolaştırın! Büyükleri sarhoş edin! Yücelerin ziyafeti gerçekten de böyle olmalı!
  4. Vuslatınız uzundur. Hemen vuslata kavuşun! Ziyafet yemeğiniz bereketlidir, onu yiyin, size zararsızdır. (Füruzanfer, 1378, 7/80; Tabatabai, 1381, 206).

Şekil 21: 3221 Numaralı Gazelin İlk Beyit. (Foto: Ahmet Kuş, 19.09.2023)

Şekil 22: 3221 Numaralı Gazelin Son Beyit. (Foto: Ahmet Kuş, 19.09.2023)

Sonuç

Bu çalışmada öncelikle yaklaşık 600 yıllık bir geçmişe sahip olan Konya Mevlânâ Dergâhı hakkında tarihî bilgiler verilmiştir. Akabinde, Mevlânâ Dergâhı’nın semâhânesi üzerine durulmuş ve semâhânenin tarihlendirilmesi, mimarî özellikleri, tezyinatı ve geçmiş dönemdeki tamir faaliyetleri incelenmiştir. Araştırmalar sonucu, şimdilik kesin bir tarihî belgeye ulaşmamakla birlikte, semâhânenin taşıdığı mimarî özellilkleri ve açığa çıkarılan tezyinatından hareketle, büyük ihtimalle 15.nci yüzyıl sonu ile 16.ncı yüzyılın başında inşa edildiği tahmin edilmiştir. Çalışmanın devamında semâhânedeki kalemişleri ve yazılar incelenmiştir ki bu yazıların en önemli kısmı kuşak kasnağında bulunan ve okunması zor olan Arapça yazılardır. Çalışmada kûfî hatla yazılan bu yazıların tamamının Mevlânâ’nın Arapça gazellerinden seçilen beyitlerden oluştuğu tespit edilmiştir. Bu bağlamda Mevlânâ Dergâhı’nın tarihi hakkında bilgi verildikten sonra Mevlânâ’nın Arapçaya verdiği ehemmiyet açıklanmış ve Divân-ı Kebîr”deki Arapça unsurlar üzerine bilgi verilmiştir. Mülemma gazeller haricinde Füruzanfer neşrine göre Divân-ı Kebîr”de tamamı Arapça olan toplamda 76 gazel bulunmaktadır. Mevlânâ Dergâhı’nın semâhâne kubbe kasnağı kuşak yazıları incelendiğinde kuşaktaki yazıların Divân-ı Kebîr”in 278, 288 ve 3221 numaralı gazellerden alındığı tespit edilmiştir. Sırasıyla kuşakta Divân-ı Kebîr’deki 278 numaralı gazelin tamamı, 288 numaralı gazelin 9 ve 10. beyitleri ve 3221 numaralı gazelin ilk dört beyti yer almaktadır. 288 numaralı gazelden alınan iki beyitten ilki (gazelin 9. beyti) yarımdır. Bu gazellerin tamamı tasavvufî mâhiyettedir. Böylelikle Mevlânâ Dergâhı semâhânesi kubbe kasnağında yer alan 34,73 metrelik kuşak yazılarının tamamının Divân-ı Kebîr”den seçilmesi, gerek dil gerekse üslup ve anlam bakımından birbiriyle bağlantılı uzun şerit kuşak metni için uygun olmuştur. Bununla birlikte kullanılan istifsiz kufî hat ve erken dönem Osmanlı tezyinatı sade, estetik ve okunaklı bir stilin oluşmasını sağlamıştır.

Kaynaklar/References

Akyurt, Mehmet Yusuf. Konya Asar-ı Atika Müzesi Muhtasar Rehberi. İstanbul: Alaeddin Klişe Fabrika ve Matbaası, 1930.

Bakırcı, Naci. “1997 Yılı Mevlana Müzesi Semahane Kurtarma Kazısı”. IX. Müze Kurtarma Kazıları Semineri. 97-109. Ankara: Kültür Bakanlığı Milli Kütüphane Basımevi, 1999.

Bakırcı, Naci. “Konya Mevlana Dergahı”. İSTEM 10 (01 Aralık 2007), 191-202.

Bakırcı, Naci. “Mevlâna Müzesi Kubbe-i Hadrâ’nın Kalem İşi Süslemeleri ve Yapılan Restorasyon Çalışmaları”. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Özel Sayı (2019), 322-338.

Baysal, Ali Fuat. “Konya Mevlânâ Dervish Lodge, Ritual Hall (Semahâne) Painted Decoration and Periodic Analysis”. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi 108 (2023), 21-38. https://doi.org/10.60163/hbv. 108.002

Baysal, Ali Fuat. Kubbe-i Hadra Kalemişi ve Tezyinatı ve Onarımı. Konya: Palet Yayınları, 2020.

Baysal, Ali Fuat – Sayin, Ayşe Zehra. “Restorasyon Sonrası Kubbe-i Hadrâ Kalem İşleri Üzerine Değerlendirme”. İSTEM 33 (2019), 39-64. https://doi.org/10.31591/istem.550810

Çelebi, Evliya. Seyahat-name. İstanbul: İkdam Matbaası, 1314.

Demir, Elif. Mevlânâ’mn Dîvan-ı Kebîr Adlı Eserinde Geçen Arapça Unsurlar (Bedî’uzzamân-i Furûzânfer ’in, Dîvân-ı Kebîr, Kulliyât-ı Şemsi Tebrîzî, Tovzihât-ı Fihrist ve Keşfu’l-Ebyât Eseri’nin Birinci Cildine Göre). Sosyal Bilimler Enstitüsü: Kırıkkale Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, 2013.

Demirci, Mehmet. “Hal”. TDV İslâm Ansiklopedisi. 15/216-218. İstanbul: TDV İslâm Araştırmaları Merkezi, 1997.

Diez, Ernest vd. Karaman Devri Sanatı. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınevi, 1950.

Dülgerler, Osman Nuri. Karamanoğullar Dönemi Mimarisi. İstanbul Teknik Üniversitesi, Doktora Tezi, 1994.

Eflaki, Ahmed. Ariflerin Menkıbeleri. çev. Tahsin Yazıcı. İstanbul: Kabalcı, 2006.

Erdoğan, Muzaffer. “Yavuz Selim Devrinde Konya”. Anıt 15 (1950), 9-16.

Erol, Erdoğan. “Onarılarak Hizmete Sunulan Kültür Vakıflarımız, Mevlana Müzesi”. Eski Eserler ve Müzeler Bülteni 7 (1986), 20-25.

Erol, Erdoğan. “Padişah III. Selim’in Mevlânâ’nın Türbesi için Yaptırdığı Pûşide”. Türk Etnografya Dergisi 69 (1991), 9-31.

Füruzanfer, Bediüzzaman (ed.). Külliyât-ı Şems veya Dîvân-ı Kebîr (Mevlânâ Celâleddîn Muhammed Meşhûr be Mevlevî). 10 Cilt. Tahran: İntişarat-ı Emir Kebir, 4. Basım, 1378.

Füruzanfer, Bediüzzaman (ed.). Külliyât-ı Şems veya Dîvân-ı Kebîr (Mevlânâ Celâleddîn Muhammed Meşhûr be Mevlevî). 10 Cilt. Tahran: İntişarat-ı Emir Kebir, 4. Basım, 1378.

Füruzanfer, Bediüzzaman. Mevlana Celaleddin. çev. Feridun Nafiz Uzluk. Konya: T.C. Konya Valiliği, 2005.

Gölpınarlı, Abdülbaki. Mevlânâ Celaleddin (Hayatı, Eserleri, Felsefesi). İstanbul: İnkılap Yayınevi, 2015.

Hâfız-ı Şirazi. Divân-ı Hâfız (be Sa’y-ı Sâye). ed. Sâye (Huşeng-i İbtihac). Tahran: İntişârât-ı Kârname, 19. Basım, 1395.

Hammer-Purgstall, Joseph von. Devlet-i Osmaniye Tarihi. çev. Mehmet Ata Bey. İstanbul: Matbaa-i Âmire, 1332.

İbn Batuta. Seyahatname-i İbni Batuta. çev. Memmed Şerif Paşa. 3 Cilt. İstanbul: Matbaa-i Âmire, 1333.

İrteş, M. Semih. “Mevlana Türbesi Kubbe-İ Hadra Kalemişi Restorasyon’unda Yeni Buluntular”. Lale 1/1 (22 Ocak 2020), 6-21.

İrteş, M. Semih. “ŞehzadeMustafa ve Cem SultanTürbesi Kalem İşleri”. Cem Sultan veDönemi. ed. Bilal Kemikli – Olcay Kocatürk. 123-136. Bursa: OsmangaziBelediyesiYayıniarı, 2018. http:// ktp.isam.org.tr/detayilhmklzt.php?navdil=tr&midno=147948750&Dergivalkod=2482

İrteş, Muammer Semih – Baysal, Ali Fuat. “II. Bayezid Dönemi Kalemişlerinde Bir Üslûp: Yaprak Çıkıntıları”. İSTEM 37 (30 Haziran 2021), 125-140. https://doi.org/10.31591/istem.959181

Kamacı, Ayşegül. Bursa Cem Sultan Türbesi Kalem İşleri ve Kompozisyon Özellikleri. Sosyal Bilimler Enstitüsü: Necmettin Erbakan Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, 2021.

Karaçelebizade, Abdülaziz Efendi. Süleymân-nâme. Kahire: Bulak, 1248.

Kaya, Murat. “Cem Sultan Türbesi”, 12 Mart 2024. https://www.semerkanddanbosnaya.com/ portfolio/cem-sultan-turbesi/

Konyalı, İbrahim Hakkı. Abideleri ve Kitabeleriyle Konya Tarihi. Konya: Yeni Kitap Basımevi, 1964.

Küçükdağ, Fatih. “Konya’da Bir Mevlevi Manzumesi (Pîri Mehmed Paşa Zâviyesi ve Vakfiyesi)”. Vakıf Haftası Dergisi 9 (1992), 159-178.

Küçükdağ, Fatih. “Sultan Selim Camii ve Külliyesi”. TDVİslâm Ansiklopedisi. 37/516-517. İstanbul: TDV İslâm Araştırmaları Merkezi, 2009.

Matrakçı, Nasuh. Beyân-ı Menâzil-i Sefer-i Irâkeyn-i Sultan Süleyman Hân. ed. Hüseyin Gazi Yurdaydın. Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1976.

Matrakçı, Nasuh. Beyân-ı Menâzil-i Sefer-i İrakeyn- i Sultan Süleyman Hân. İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi:

Mevlânâ Celâleddîn Muhammed Mevlevî. Külliyât-ı Şems. ed. Bediüzzaman Füruzanfer. Tahran: İntişarat-ı Danişgah-ı Tahran, 1394.

Önge, Yılmaz. “Konya Mevlana Dergahında Yapılan Son Onarımlar Hakkında Bazı Düşünceler”. VII. Vakıf Haftası Bildirileri (Konuşmalar ve Tebliğler). 319-324. Ankara: Vakıflar Genel Müdürlüğü, 1990.

Özkafa, Fatih. İstanbul Selâtin Camilerinin Kuşak Yazıları. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, 2008.

Özönder, Hasan. “Mevlana Türbe ve Külliyesinin Tamir ve İlaveler Kronolojisi”. Selçuk Üniversitesi Selçuklu Araştırmaları Dergisi 2 (1987), 13-75.

Özönder, Hasan. “Mevlânâ Türbesi Mescid ve Semâ-hânesi’nin Son Nakkaş ve Hattatı Konyalı Mahbûb Efendi”. Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi 1 (1994), 93-108.

Peçevi, İbrahim. Peçevi Tarihi. ed. Murat Unaz. İstanbul: Neşriyat Yurdu, 1968.

Ramazanzade, Mehmed Çelebi. Tarih-i Nişancı Mehmed Paşa. İstanbul: Tab’hane-i Amire, 1290.

Rûmî, Mevlânâ Celâleddîn. Fîh-i Mâ Fîh (ve Peyvest-ha-i Nev-Yâfte). ed. Tevfik Subhani. Tahran: Bungah-ı Tercüme ve Neşr-i Kitab-ı Parse, 5. Basım, 1400.

Rûmî, Mevlânâ Celâleddin. Mesnevî-i Ma’nevî. çev. Hicabi Kırlangıç Derya Örs. İstanbul: Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları, 2015.

Sadi-i Şirazi. Gülistan. ed. Muhammed Ali Füruği. Tahran: İntişarat-ı Harezmi, 12. Basım, 1394.

Sakıb Dede. Sefîne-i Nefîse-iMevleviyân. Kahire: Matbaa-i Vehbiyye, 1283.

Solakzade, Mehmed Hemdemi. Solakzade Tarihi. İstanbul: Mahmud Bey Matbaası, 1297.

Şefîi-i Kedkenî, Muhammed Rıza. Gazeliyât-ı Şems-i Tebrîz. 2 Cilt. Tahran: İntişarat-ı Sühan, 1387.

Şikârî. Karamanoğulları Tarihi. çev. Mesut Koman. Konya: Yeni Kitap Basımevi, 1946.

Tabatabai, Seyyid Hasan. Tercüme-i Eş’âr ve İbârât-ı Arabî-i Dîvân-ı Şems. Edebiyat ve Sosyal Bilimler Fakültesi: Tahran Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, 1381.

Tanrıkorur, Şermin Barihüda. “Mevleviyye”. TDV İslâm Ansiklopedisi. 29/468-475. İstanbul: TDV İslâm Araştırmaları Merkezi, 2004.

Tanrıkorur, Şermin Barihüda. Türkiye Mevlevihanelerinin Mimari Özellikleri. Sosyal Bilimler Enstitüsü: Selçuk Üniversitesi, Doktora Tezi, 2000.

Tuncer, Orhan Cezmi. Anadolu Kümbetleri 2: Beylikler ve Osmanlı Dönemi. Ankara: Sevinç Matbaası, 1991.

Uzluk, Şahabettin. Mevlana’nın Türbesi. Konya: Konya Halkevi Yayınları, 1946.

Uzluk, Şahabettin. “Türk Mimarisinde Mevlana Türbesi ve Onun Mimari Değeri”. Konya Halkevi Kültür Dergisi Mevlana Özel Sayısı (1943), 144-147.

Yaltkaya, M. “Mevlana’da Türkçe Kelimeler ve Türkçe Şiirler”. Journal of Turkology 4 (24 Aralık 2010), 112-168. https://doi.org/10.18345/tm.16465

Yazıcı, Tahsin. “Dîvân-ı Kebîr”. TDV İslâm Ansiklopedisi. 9/432-433. İstanbul: TDV İslâm Araştırmaları Merkezi, 1994.

Zennun, Yusuf – Serin, Muhittin. “Kûfi”. TDVİslâm Ansiklopedisi. 26/342-345. İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 2002.

Extended Abstract

This study was made to examine the history, location and context of the uninterrupted row of kufic Arabic inscriptions found encircling the dome drum covering the semâhane (whirling hall) of the historical Mevlânâ Dergâh located in present day Konya Mevlânâ Museum. Mevlânâ Dergâh for almost 600 years was the home of the pîr (head) and administrative center of the Mevlevi Sufi Order of dervishes. Mevlevihanes (Mevlevi dervish lodges) and members of the order were governed from this center until activities of all dervish lodges and madrasas was prohibited in 1925 and the dergâh was converted into a museum.

The head of the Mevlevi sufi order, Mawlana Jalaluddin Rumi (1207-1273) and his son Sultan Veled (1226-1312), the founder of the order, are buried in the Mevlânâ Dergâh complex under the tall cylindrical green dome known as the Kubbe-i Hadra. For over 400 years, after every Friday prayer, the Mevlevi Âyini Şerif (ritualistic Whirling Ceremony of the Mevlevi dervishes) used to be performed in the presence of Rumi and Sultan Veled, in the square- planned semâ meydan (space under the dome) of the semâhâne located to the north of the Kubbe-i Hadra. An integrity of meaning and harmony existed in the semâhâne because both the couplets of the uninterrupted row of kufic Arabic inscriptions found encircling the semâhane’s dome drum and most of the lyrics of the Mevlevi Âyini Şerîfs were selected from Rumi’s Divân-ı Kebîr. However, this integrity was disrupted after the late 19th century renovation and restoration carried out during the time of Abdülhamid II. between 1886 and 1889, when the semâhane was extended on its northern and eastern sides and lodges for the mutrib (accompaning dervish musicians) and spectators were constructed on the first and mezzanine floor. During this renovation, in 1305-1306 /1886-1887, all the painted decorations and calligraphy on the dome and pendentives of the semâhâne were totally covered and repainted by painter Mehmed Mahbûb el-Konevî b. Hamdi Mustafa Rüşdî in a 19th century Turkish Empire decoration style, resulting in the covering of the kufic Arabic inscriptions in the dome drum belt.

The semâhane dome drum belt inscriptions were first exposed in the 20th century during the extensive 1982-1986 repairs carried out in the Konya Mevlânâ Museum. During this renovation the covering plaster layers of Mahbûb Efendi’s 19th century calligraphy and Turkish Empire style decorations were rasped off the dome and pendentive surfaces of the semâhâne to expose the underlying inscriptions which were then repainted by Mustafa Baytal and his team between 1983 and 1984. To date no extensive evaluation has been made of the major changes brought about in almost all of the painted decorations and calligraphy of the Mevlânâ Dergâh during these 1980’s repairs and the kufic dome drum inscriptions in the semâhâne have not been properly deciphered.

In this study, the architectural history of the Mevlânâ Dergâh’s semâhâne with its renovation and restorations were examined in an attempt to date and reveal the physical decorative context of its dome drum inscriptions. These inscriptions share similar stylistic and decorative elements with late 15th to early 16th century Bursa and Edirne Ottoman examples. Then for the first time, by revealing their sources in Rumi’s Divân-i Kebir and giving the transcriptions and Turkish meaning of the lines of the kufic Arabic verses, the dome drum inscriptions in Mevlânâ Dergâh’s semâhâne were finally deciphered. It was shown that these inscriptions were all taken from the Arabic ghazals found in Rumi’s Divân-i Kebîr. They consist of the seven couplets of the 278th ghazal, the 9th and 10th couplets of the 288th ghazal and the first four couplets of the 3221 ghazal. These 25 1/2 lines of poetry taken from the same source are all of Islamic mystical nature in their content. Connected to each other in terms of similar language, form, style and content, they provide perfect text material for the uninterrupted row of 34,73 metre long inscriptions encircling the dome drum of Konya Mevlânâ Dergâh’s semâhâne.

Araştırma Makalesi / Künye: SALMANİ, Milad – TANRIKORUR, Şermin Barihüda. “Konya Mevlânâ Dergâhı Semâhânesi ve Kubbe Kasnağındaki Kuşak Yazıları”. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, 110 (Haziran 2024), s. 303-328. https://doi.org/10.60163/tkhcbva.1458383.


* Dr. Öğr. Üyesi, Ankara Müzik ve Güzel Sanatlar Üniversitesi, milad.salmani@mgu.edu.tr, ORCID: 0000-0002-4261­8760.

** Dr. E-mail: tanrıkorurb@gmaıl.com, ORCID: 0000-0002-4868-243X.

*** Çok kıymetli mimar-restoratör Prof. Dr. Yılmaz Önge, makalemizin yazarı Ş. B. Tanrıkorur’a Selçuk Üniversitesi’nde doktora danışmanlığı yaptığı sırasında, 1992’de kalp krizi geçirerek vefat etti. 1983-84 yılları arasında incelemeye aldığımız kubbe kuşak yazılarını meydana çıkaran ve restore eden nakkaş Mustafa Baytal’ın yanında iskeleye çı­kıp incelemeler yapan Yılmaz Hoca’nın danışmanlığı sayesinde bugün Konya Mevlânâ Dergâhı’nın semâhâne kubbe kuşak kûfi yazılarının okumasını ve deşifresini yapabiliyoruz. Yılmaz Hoca’nın o zaman yeni çıkarılan kalem işleri­nin çözülmesi ve değerlendirilmesi için ipuçlarıyla dolu, değerli makalesi hâlâ sanat tarihçilerine yol göstermektedir (Önge, 1990).

-Bu makalenin bütün bölümleri her iki yazar tarafından müşterek bir şekilde yazılıp kontrol edilmişse de özellikle semâhâne tarihi ve tezyinatı ile ilgili bölümler Dr. Ş. B. Tanrıkorur, Arap harfli yazıların deşifresi ve yorumları ile ilgili bölümler Dr. M. Salmani tarafından kaleme alınmıştır.

[1] Günümüzde bu tezyinat onarımına ait 1305/1887 ve 1306/1888 tarihli kitâbeler, mescit mihrabın üstün­de vesemâhâneningüneykemerialtındayeralmaktadır.Bk.23nolu dipnot ve Şekil5a ve5b.

[2] Bk.Resim6(Özönder,1994. 104).

[3]  Bk. (Bakırcı,2019;Erol, 1986; Önge,1990).

[4]  Vakıfların 1989 tarihli toplantısında, Yılmaz Önge onarımda yapılan işlem ve değişimleri özetleyip kısaca bir değerlendirme yaptı (Önge, 1990). 2023’te yayınlanan makalede ise, daha önce yüzyıllara ve özellikle 1888’e ait onarımdaki örtülü kalem işlerinin incelemesi ve mukayesesini yapmadan, sadece semâhâne kalem işleri ve yazılarının bugünkü durumunu değerlendirdi (Baysal, 2023).

[5] Makalede, tablo halinde sunulan kuşak yazılarındaki yirmi beş Arapça mısradan sadece dokuz tanesi doğru tespit edilebilmiş ve ‘çok bozulmuş ve okunması zor’ olan mısraların Divân-ı Kebîr gazel kay­nakları, transkripsiyonu ve anlamı verilememiştir (Baysal, 2023, 23).

[6] Mevlânâ türbesinin detaylı onarım ve inşa kronoloji cetveli için bk. (Konyalı, 1964; Özönder, 1987; Tanrıkorur, 2000; Uzluk, 1946).

[7]  1983-86 arasındaki onarım hakkında bk. (Bakırcı, 2019; Erol, 1986; Önge, 1990).

[8]  Detaylı bilgi için bk. (Bakırcı, 2019; Baysal, 2020; Baysal – Sayin, 2019; İrteş, 2020).

[9]  Tanrıkorur, bu şekil 2000 tarihli doktora tezinden alarak tekrar gözden geçirerek bazı değişiklikler yap­mıştır.

[10]  Detaylı bilgi için bk. (Özönder, 1987, 17-18; Uzluk, 1943, 53-56; Uzluk, 1946, 84-92).

[11]  Detaylı bilgi için bk. (Dülgerler, 1994, 191; Konyalı, 1964, 638-639; Tuncer, 1991, 99-100).

[12] Karamanoğlu Dönemine ilişkin kaynak bk. (Diez vd., 1950).

[13]  Nitekim Veled Çelebi’ye göre II. Murad zamanında hücreler ve türbe etrafında bazı onarımlar yapılmış­tır. Bk. (Uzluk, 1946).

[14]  Detaylı bilgi için bk. (Baysal, 2020; Baysal – Sayin, 2019; İrteş, 2020).

[15]  (Çelebi, 1314, I/160; Karaçelebizade, 1248, 197; Peçevi, 1968, I/426; Ramazanzade, 1290, 266; Sakıb Dede, 1283, I/143; Solakzade, 1297, 587; von Hammer-Purgstall, 1332, VI/153) gibi yazarlar bu görüş- teler. Bk. (Konyalı, 1964, 646-649; Küçükdağ, 2009).

[16]  Tarih şöyledir: “Allah onun sırrını mukaddes eylesin! Şah Sultan Süleyman, Mevlânâ’nın bu makamını ve menzillerinin yapımını emretti 973.” Bizce burada kastedilen makam, pûşidenin altında bulunan Mevlânâ ve Sultan Veled’in mermer sandukaları olmalıdır. Bk. (Erol, 1991).

[17] Bk. İst. Ü Ktp.no. TY 5964, 1533-36 tarihli Nasuhü’s-Sılâhî Matrakçı (1533) v. 17a ve (Matrakçı, 1976, 67).

[18] Minyatürde 16. yüzyıl ortalarından itibaren dergâhın batısında değişik tarihlerde inşa edilecek (halk arasında Selimiye Camii olarak bilinen) Kanunî Sultan Süleyman Camii (Küçükdağ, 2009) ve Şehzade II. Selim’in 1563 tarihli imaret henüz inşa edilmemiş görünüyor.

[19] Kanunî 1520’de tahta çıkmıştır.

[20]  Çünkü 1523-1524’de Kanunî’nin sadrâzamı Pirî Mehmed Paşa, dergâhın batısında ve dergâha ait bir arsanın üzerine hücrelerin çevrelediğin bir ön avlulu camiyi ihtiva eden bir mevlevî zâviyesini inşa ettir­miştir (Küçükdağ, 1992). O tarihte Pir Evinde mescid-semâhâne ünitesinin ihtiyacı söz konusu olsaydı, Pirî Mehmed Paşa veya Kanunî kendisi daha önce onu inşa ederlerdi ve kaynaklarda geçerdi.

[21] Tezkiretü’l-Bünyan, Tezkiretü’l-Ebniye ve Adsız Risale’deki listelerde Konya’da Mimar Sinan tara­fından yapılmış herhangi bir âbide görünmemekte, sadece Sinan’ın o vakitler hassa mimarbaşı olduğu belirtilmektedir.

[22] Bu onarıma ait 1307/1889 tarihli kitâbemescidinsoncemaatyeri üzerinde bulunmaktadır.

[23] Konyalı Mahbûb Efendi’nin imzası hem mescit mihrabının üstündeki mavi zeminli “Resseme hâzi- hi’l-hutût ve’n-nukûş Mehmed Mahbûb el-Konevî b. Hamdi Mustafa Rüşdî sene 1305” tarihli kitâbe- sinde (Şekil 5a) hem semâhânenin güney kemer dolgusundaki en üstteki resmedilmiş dikdörtgen başlık içerisinde “Yâ Hazret-i Celâleddîn Rumî b. Sultanü’l-ulemmâ kuddise sırruhu Mehmed Mahbûb res­seme 1306” yazılarının sonunda yer almaktadır (Şekil 5b). Mahbub Efendi hakkında daha detaylı bilgi içinbk.(Özönder, 1994,93-108).

[24]  Kasım 2023 tarihli görüşmemizde eski Konya Mevlânâ Müzesi müdürü, Erdoğan Erol “Onarım öncesi, sırası ve sonrası çekilen fotoğraflar büyük albümlere yerleştirilerek Mevlânâ Müzesinin arşivine kaldı­rılmıştır.” dedi.

[25]  2023 Kasım’da şimdiki Konya Mevlânâ Müzesi müdürü yardımcısı Naci Bakırcı’ya albümleri görmek istediğimi söylediğimde bu albümlerin Müze arşivinden kaldırıp Konya Müze Müdürlüğüne teslim edildiğini söylemiştir. Ancak albümlerin akıbetini öğrenip çekilen fotoğrafları görüp inceleyemedik.

[26]  Detaylı bilgi için bk. (Önge, 1990, 323) ve dipnot 25.

[27]  Kompozisyondaki yazılar, Mevlânâ Dergâhında 1980’li yıllardaki onarımda mescid mahfili arkasında ve Kubâb-ül Aktâb bölümü batı, güney ve doğu duvarlarında çıkarılıp yeniden ihya edilen celî sülüs müsennâ yazılar, erken Osmanlı Dönemi’ne ait Edirne’de Eski Cami, Muradiye Camii ve Üç Şerefeli Cami, Bursa’da Ulucami, Yeşil Cami ve Cem Sultan Türbesi içindeki 15. yüzyıla ait yazı ve nakışlarla büyük benzerlik göstermektedir.

[28]  Bk. (Baysal, 2023, 27) Figure 3.1. Rotational Symmetry Form Drawing.

[29]  Bu bilgi Mevlânâ Müzesi müdür yardımcısı Naci Bakırcı ile yapılan 2023 Ekim’deki yazışmalarımız­dan alındı.

[30]  Bu bilgi eski Mevlânâ Müzesi müdür Erdoğan Erol ile yapılan 2023 Kasım’daki telefon görüşmemiz­den alındı.

[31]  Zennûn-Serin’in tanımına göre “tezyînî ve çiçekli kufî (el-kûfıyyü’l-muzarhef) yazısında harflerin uç­ları ve yazı boşlukları; yaprak kıvrımları, stilize çiçek ve hayvan motifleriyle bezenmiştir” (Zennun -Serin, 2002,26/344).

[32]   Doç. Dr. Ali ToyHoca’nın“YapmaDoğu Kûfisi” tanımıve yardımlarıiçinşükranlarımızı arzederiz.

[33]   Detaylıbilgiiçin bk. (Kamacı, 2021, 95;Kaya,2024)

[34]  Mevlânâ’nın şiirlerinde Rumca unsurlar için bk. (Gölpınarlı, 2015, 256). Ayrıca, Mevlânâ’da Türkçe unsurlarla ilgili bk. (Yaltkaya, 2010).

[35]  Mesnevî’nin III. defteri, 2535 numaralı beyit. Bk. (Rûmî, 2015, 394).

[36]   Meselâ MesnevVnin II. defterinde “Rûhun Türkçeyle Arapçayla işi ne?” demiştir. Bk. (Rûmî, 2015, 180).

[37    Mevlânâ’nın Şems’ten önce de şiirler yazdığı ileri sürülmüştür. Bk. (Gölpınarlı, 2015, 251).

[38]  Eserin dördüncü baskısının künyesi şu şekildedir: (Füruzanfer, 1378). Divan-ı Şemsem İran’da birçok yayınevi tarafından neşredilmiştir. Bununla birlikte on cilt olan yayın bir araya getirilerek tek cilt hâ­linde 1394 hicrî-i şemsî (2015-2016) yılında bir daha Tahran Üniversitesi Yayınları tarafından neşredil­miştir (Mevlânâ Celâleddîn Muhammed Mevlevî, 1394).

[39]  Divân-ı Kebîr’de yer alan Arapça ibâreler ve beyitlerle ilgili İran’da 2002 yılında bir yüksek lisans tezi hazırlanmıştır. Bu tezde Divân-ı Kebîr’deki Arapça ibareler 3 kategoride toplanmıştır: 1. Bütünüyle Arapça olan gazeller, 2. En az bir mısra veya beyit Arapça içeren şiirler (mülemma şiirler), 3. Tam bir mısra olmayıp Farsça bir mısra içinde yer alan Arapça ibâreler. Detaylı bilgi için bk. (Tabatabai, 1381). Bununla birlikte, Türkiye’de 2013 yılında aynı konuda bir yüksek lisans tezi hazırlanmıştır. Bk. (Demir, 2013).

[40]   Söz konusu çalışma yayımlandığında makalemizle ilgili çalışmamızın büyük bir kısmı hazırlanmıştı ancak dergiye gönderilmemişti.

[41]  Eylül 2023’te fotoğrafları titizlikle bize ulaştıran Doç. Dr. Mustafa Akkuş ve Ahmet Kuş Bey’e şükran­larımızı arz ederiz.

[42]  Hal bir tasavvuf terimidir. Detaylı bilgi için bk.(Demirci, 1997).

 

Ziyaretçi Rekoru Kırdı
Ziyaretçi Rekoru Kırdı 750 464 Hz. Mevlâna Dergâhı

Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Ersoy’un açıklamalarıyla yılın başında Türkiye’deki müze ve ören yerlerine ilgi arttı. Konya Mevlâna Müzesi’nin ziyaretçi rekoru kırması dikkat çekti. İşte, yılın ilk 3 ayında en çok ilgi gören müze ve ören yerleri!

Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Ersoy, müze ve ören yerlerine ilişkin ilk 3 aylık verileri sosyal medya hesaplarından paylaşırken, müze ve ören yerlerinin Ramazan Bayramı süresince ziyaretçilerini ağırlamaya devam edeceğini hatırlattı.

ANKARA (İGFA) – Türkiye’de müze ve ören yerleri ziyaretçi sayısı 2024 yılının ilk 3 ayında 4 milyona yaklaştı.

Müze ve ören yerlerinin Ramazan Bayramı süresince ziyaretçilerini ağırlamaya devam edeceğini hatırlatan Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Ersoy, “Müzekartlarınız hazır mı? diyerek yaptığı paylaşımda, “Bakanlığımıza bağlı 300’den fazla müze ve ören yeri ile Cumhurbaşkanlığına bağlı Millî Saraylar Başkanlığı bünyesindeki müzeler #RamazanBayramı boyunca sizleri bekliyor” ifadelerini kullandı.

Bakan Ersoy, Türkiye’nin bu dönemde en çok ziyaret edilen müze ve ören yerlerini de şöyle paylaştı:

1- Konya Mevlâna Müzesi
2- Denizli Hierapolis (Pamukkale) Ören Yeri
3- İzmir Efes Ören Yeri
4- Nevşehir Göreme Ören Yeri
5- Nevşehir Zelve – Paşabağları Ören Yeri
6- Ankara Cumhuriyet Müzesi
7-  İstanbul Arkeoloji Müzesi
8-  İstanbul Galata Kulesi
9- Şanlıurfa Göbeklitepe Ören Yeri
10- Nevşehir Kaymaklı Yer Altı Şehri

Geçen sene yaklaşık 30,5 milyon ziyaretçi sayısına ulaşan müze ve ören yerleri bu yılın ilk 3 ayında 3 milyon 886 bin 998 ziyaretçi ağırladığı kaydedilirken verilere göre Konya Mevlâna Müzesi ilk sırada olduğu belirlendi. Konya Mevlâna Müzesi 383 bin 392 kişi ile 3 ayın en çok ziyaret edilen müzesi olurken, Denizli Hierapolis (Pamukkale) Ören Yeri 259 bin 25 ziyaretçi ile ikinci, İzmir Efes Ören Yeri de 249 bin 482 ziyaretçi ile üçüncü sırada yer aldı. Yılın ilk 3 ayında en çok ziyaretçi ağırlayan müze ve ören yerlerini sırasıyla 249 bin 482 kişi ile İzmir Efes Ören Yeri ve 149 bin 23 kişi ile de Nevşehir Göreme Ören Yeri izledi.

Öte yandan Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Ersoy’un, vatandaşların tarihî ve kültürel zenginliklere ulaşımını kolaylaştırmak üzere fiyatını 60 liraya sabitlediği Müzekart satışlarında da rekor artışlar devam belirtirken, Kültür ve Turizm Bakanlığına bağlı 300’den fazla müze ve ören yeri ile Cumhurbaşkanlığına bağlı Millî Saraylar Başkanlığı bünyesindeki müzelerde geçerli olan Müzekart satışlarının 2024 yılının ilk 3 ayında 701 bin 162’ye ulaştığını söyledi.

Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Ersoy’un paylaştığı verilere göre 2024 yılının ilk üç ayında Türkiye’deki müze ve ören yerleri ziyaretçi rekoru kırdı. Müzelerin Ramazan Bayramı boyunca açık olacağını duyuran Bakan Ersoy, vatandaşların tarihi ve kültürel miraslara ulaşımını kolaylaştırmak için Müzekart satışlarında rekor artış olduğunu belirtti. Konya Mevlâna Müzesi’nin başı çektiği listede, Denizli Hierapolis (Pamukkale) Ören Yeri, İzmir Efes Ören Yeri ve Nevşehir Göreme Ören Yeri gibi önemli tarihi mekanlar da yer aldı.

 

Tekke ve Zaviyelerin Kapatılmasından Sonra Türkiye Mevlevihanelerinin Durumu
Tekke ve Zaviyelerin Kapatılmasından Sonra Türkiye Mevlevihanelerinin Durumu 150 150 Hz. Mevlâna Dergâhı

Tekke ve Zaviyelerin Kapatılmasından Sonra Türkiye Mevlevihanelerinin Durumu

Te Status of Mevlevihanes in Türkiye after the Closure of Dervish Lodges and Zawiyas

Büşra Çakmaktaş*

Öz

Bu makalede tekke ve zaviyelerin kapatıldığı 1925 yılında Türkiye sınırları dahilinde bulunan, dolayısıyla tekke ve zaviyelerin seddi kanunundan doğrudan etkilenen mevlevîhanelerin durumu incelenmektedir. Makale bu kapatılma sürecinde mevlevîhanelerin hangi değişiklikleri geçirdikleri, hangi maksatlarla kullanıldıklarını ele alınmaktadır. 1925 yılında hangi mevlevîhanelerin faaliyet halinde olduğu da araştırmanın odaklandığı konulardan biridir. Makalede 1925 tarihinde Türkiye’de 49 mevlevîhanelerin faaliyet halinde olduğu tespit edilmiştir. Bu mevlevîhanelerden 29’unun 1925-1950 yılları arasındaki durumu hakkında bilgiye ulaşılabilmiş, 20’sinin durumları hakkında ise bir bilgiye ulaşılamamıştır. Tekke ve zaviyelerin kapatılmasının ardından tıpkı diğer dergâhlar gibi mevlevîhanelerin pek çoğunun da yok olmaya yüz tuttuğu, hatta bir kısmının tamamen yok olduğu, cüzi bir kısmının ise kamu yararına kullanıldığı araştırmanın temel bulgularından biridir.

Anahtar Kelimeler: Tekke, asitane, zaviye, Mevlevihane, tekke ve zaviyelerin seddi, 1925.

Abstract

In this article, the situation of the Mevlevi lodges, which were in the borders of Türkiye in 1925, when the lodges and zawiyas were closed, and were therefore directly afected by the law on the closure of lodges and zawiyas, is examined. Te article discusses the changes the Mevlevi lodges went through and for what purposes they were used during this closure process. Which Mevlevi lodges were active in 1925 is also one of the subjects that the research focuses on. In the article, it was determined that 49 mevlevi lodges were active in Turkey in 1925. Information about the status of 29 of these Mevlevi lodges between 1925 and 1950 could be reached, and information about the status of 20 of them could not be reached. It is one of the main findings of the research that after the closure of lodges and zawiyas, just like other dervish lodges, many of the mevlevi lodges began to disappear, some of them even disappeared completely, and a small part of them was used for public benefit.

Keywords: Lodge, asithanah, zawiya, Mevlevi lodges, closure of lodges and zawiyas, 1925.

Giriş

İslam medeniyetinin ve tasavvufî eğitimin temel kurumlarından biri olan tekkeler, Osmanlılar döneminde toplumun neredeyse tüm kesimlerinin dahil olduğu bir geniş bir ağ oluşturmuş, uzun yüzyıllar çok çeşitli görevler üstlenerek hem ferdî hem de ictimâî düzeyde büyük faydalar sağlamıştır. Tekkelerde zaman zaman idari ve mali meselelerde birtakım sorunların yaşandığı Osmanlı döneminde, bu sorunların özellikle 19. yy. itibariyle dikkat çekici bir biçimde tebârüz etmeye başladığı görülmektedir. 19. yy.’dan itibaren bunların çözümü maksadıyla Meclis-i Meşâyıh’ın kurulması, II. Meşrûtiyet döneminde tarikatlar ve tekkeler meselesinin gündeme alınması, bazı talimatnamelerin yürürlüğe konulması gibi birtakım girişimler söz konusu olduysa da kayda değer bir iyileşme yaşanmamıştır.

Cumhuriyet’in ilanından sonra Şeriyye ve Evkâf Vekâleti’nin kaldırılıp, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulmasıyla tekke ve zâviyelere yönelik ilk büyük değişim de gerçekleşmiş, 1924’te tekke ve zâviyelerin idaresi Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlanmıştır. Bu karar 3 Mart 1924’te tarihli 429 sayılı kanunun 5. maddesinde “ Türkiye Cumhuriyeti memâliki dâhilinde bilcümle cevâmi ve mesâcid-i şerîfesinin ve tekâyâ ve zevâyânın idâresine, imam, hatip, vâiz, şeyh, müezzin ve kayyımların ve sâir müstahdemînin tayin ve azillerine Diyanet İşleri reisi memurdur.” ifadeleriyle anlatılmıştır (Resmi Gazete, 3.3.1924: 24; Kara, 2003: 24; Kara, 2016: 98).

13 Şubat 1925 tarihinde Nakşî-Hâlidî şeyhi Şeyh Saîd’in liderliğinde başladığı kabul edilen ve Şeyh Saîd isyanı olarak bilinen (Kurşun, 2019: 560) hadise de tekke ve tarikatları problemli bir alan olarak gündem haline getirmiştir. Bu isyanı bastırmak için 4 Mart 1925 tarihli 578 sayılı Takrîr-i Sükûn Kanunu yürürlüğe girmiştir. Kanunda durum “İrticaa ve isyana ve memleketin nizâm-ı ictimâîsi ve huzur ve sükûnu ve emniyet ve asayişini ihlale bâis bilumum teşkilat ve tahrikat ve teşvikat ve teşebbüsat ve neşriyatı hükümet, reisicumhurun tasdikiyle resen ve idareten men’e mezundur. İşbu efal erbabını hükümet, İstiklal Mahkemesi’ne tevdi edebilir.” şeklinde izah edilmiştir (Resmi Gazete, 4.4.1925: 36; Kara, 2003: 102; Kara, 2020: 493).

Bu menfi durumların nihayetinde 30 Kasım 1925’te çıkan 677 sayılı “ Tekke ve zâviyelerle türbelerin seddine ve türbedarlıklar ile birtakım ünvanların men ve ilgasına dair kanun”la birlikte tekke ve zâviyeler kapatılmış, şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, çelebilik, babalık gibi tüm lakapların kullanılması da yasaklanmıştır (Resmi Gazete, 13.12.1925: 113).

Ayrıca 5 Eylül 1925’te yayınlanan kararnameye göre de tekke, zâviye ve türbelerin kapıları mühürlenecek, esas inşa sebebi cami ya da mescid olanlar bu şekilde kullanılacaktır. Mektep olarak kullanılmaya uygun olanlar ise mektep olarak hizmet verecektir. Mektep olarak kullanılamayacak durumda olanlar satılacaktır. Tekke ve zâviyelerde bulunan eşyalar da tutanakla kayıt altına alınacak, teşhire uygun olanlar ise İstanbul’da bulunan Evkâf Müzesi’ne gönderilecektir. Tekkelerde yaşayan şeyhler kayd-ı hayatla orada yaşamaya devam edebileceklerdir (Resmi Gazete, 5.09.1925; 445-446).

Her ne kadar tekke binalarının ve içindeki eşyaların kontrollü bir şekilde muhafazası yönünde birtakım uygulama esasları kararname yoluyla belirlenmiş olsa da yaşanan tecrübe farklı bir doğrultuda seyretmiştir. Bazı dergâhlar cami, mescid, okul, karakol, cephanelik gibi kamu hizmetleri için kullanılmış, ancak bu kullanım sırasında gerçekleştirilen bazı değişiklikler sebebiyle yapılar kendi mimari özelliklerini büyük ölçüde kaybetmiştir. Pek çok tekke binasının ise bakımsızlıktan kullanılmaz hale gelip yıkıldığı, bir kısmının yol yapımı vb. gibi gerekçelerle yıktırıldığı, bir kısmının satılıp, fabrika, depo, ahır vb. gibi tamamen farklı amaçlarla kullanılarak bu zengin kültürel mirasın büyük ölçüde korunamadığı görülmektedir.

Bu makalede Türkiye’de tekke ve zâviyelerin kapatılmasından hemen önce varlığını hala sürdürmekte olan dolayısıyla ilgili kanundan doğrudan etkilenen mevlevîhanelerin kapatıldıktan sonraki durumları tespit edilmeye çalışılacaktır. Makalede öncelikle 1925 yılına kadar faaliyetini sürdürüp ilgili kanunla kapanan mevlevîhanelerin isimleri tespit edilip tasnif edilecek, tekke ve zâviyelerin kapatılması kanunun ardından akıbetlerinin ne olduğu ortaya konulacaktır. Bu makalenin amacı ise manevi ve kültürel bir miras olan mevlevîhanelerin 1925-1950li yıllar arasındaki portresini ortaya koymak, varlıklarını hangi ölçüde koruyup koruyamadıklarını ve hangi amaçlarla kullanıldıklarını tespit etmektir.

Çalışmanın sınırları gereği mevlevîhanelerin kurumsal açıdan tarihleri ve safahatına dair detaylı bilgi verilmeyecek, özellikle 1925 ile 1950li yıllar arasındaki durumları üzerinde durulacaktır. Yine çalışmanın sınırları gereği mevlevîhanelere ilişkin listelere ve bu listelere dair oluşturduğumuz tablolara dünya mevlevîhaneleri dahi edilmeyecektir.

1. Mevlevîliğin Merkezi Olarak Mevlevîhaneler

Mevlevîliğin âsitâne, zâviye ve dergâhlarına verilen genel isim olan mevlevîhaneler kuruluş döneminden itibaren tarîkatın kurumsallaşmasının ve yayılmasının en önemli aracı olmuştur. İlk kurulan Mevlevî dergâhı Hz. Mevlânâ’nın türbesinin de içinde bulunduğu “pîr evi”, “âsitâne”, “âsitâne-i âliyye”, “huzûr-ı pîr” adlarıyla da anılan Konya Mevlânâ Dergâhı’dır. Tarihi süreç içerisinde Anadolu’da ve dünyanın dört bir tarafında kurulmuş olan tüm mevlevîhaneler Konya Mevlânâ Dergâhı’na bağlı olarak yönetilmiştir (Gölpınarlı, 1983: 330; Tanrıkorur, 2004: 471).

Bu Mevlevî dergâhları nitelikleri bakımından âsitâne ve zâviye olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Âsitâneler bin bir günlük Mevlevî çilesinin çıkarılabildiği tam teşekküllü dergâhlarken, zâviyeler daha küçük ölçekli, çile çıkarmak için uygun olmayan dergâhlardır (Gölpınarlı, 1983: 330; Tanrıkorur, 2004: 471).

13. yy.’dan günümüze kadar farklı zamanlarda inşa edilip faaliyete geçen, bazen faaliyetini uzun yüzyıllar sürdüren, bazen ise kısa bir süre faaliyet gösterdikten sonra kapanan Mevlevî dergâhları bulunmaktadır. Bu mevlevîhanelerin başta Konya olmak üzere, İstanbul, Anadolu, Balkanlar ve Orta Doğu’da yoğunlaştığı görülmektedir. Tarih boyunca kurulmuş olan Mevlevî dergâhlarının ne zaman ve nerelerde kurulduğuna, geçirmiş olduğu süreçlere dair pek çok çalışma yapılmış olmakla birlikte, Mevlevî dergâhlarının sayısı ve bazı dergâhların hangi tarihlerde faal oldukları hakkında birtakım müphemlikler bulunmaktadır. Bu müphemliklerin hiç şüphesiz en önemli sebebi bazı dergâhlar hakkında bugün ulaşılabilecek bilgi, arşiv belgesi ve kaynağın bulunmaması/ sınırlı olmasıdır. Bu sınırlılığa rağmen dünyada kurulmuş olan Mevlevî dergâhlarının listelenmesine ilişkin nadir de olsa bazı belgeler bulunmuş ve günümüzde yapılmış birtakım çalışmalar yapılmıştır.

Mevlevî dergâhlarını listeleyen çalışmalar tespit edebildiğimiz kadarıyla şunlardır:

  1. Fâzıl Paşa’nın 1283/1867 tarihinde neşredilen Şerh-i evrâdi’l-müsemmâ adlı eserinde zikrettiği 50 mevlevîhaneden 30’u Türkiye mevlevîhanesidir (Fazıl Paşa, 1283: 420).
  2. 1889-90 tarihli Konya Vilâyet Salnâmesi’nde 39 (Eminoğlu, 2022: 23/212-216), 1894 tarihli salnamede ise 37 tane Türkiye mevlevîhanesinin ismi geçmektedir (Şafak, 2014: 85-89).
  3. Veled Çelebi’nin âsitâne ve mevlevîhaneler arasındaki yazışmalardaki hitap şekillerini kaydettiği bir belgede de 1330/1911 tarihinde faal olan mevlevîhanelerin listesiyle karşılaşmaktayız. Bu liste de Türkiye sınırları açısından ele alındığında 1330/1911’de 48 mevlevîhanenin faal halde olduğu anlaşılmaktadır (KMMA, 47/16; Erol, 1994: 56-58).
  4. Mevlevî dergâhlarının listelenmesine dair en dikkate değer kaynak Veled Çelebi’nin Menâkıb’ında zikrettiği 1331/1912 tarihinde faaliyet halinde olan mevlevîhanelerin adları ve şeyhlerinin listesidir. Bu listeye göre o tarihte Türkiye sınırlarında 48 mevlevîhane bulunmaktadır (Şafak, 2004: 342-344).
  5. Abdülbaki Gölpınarlı’nın Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik adlı eserinde de dünyadaki Mevlevî âsitâneleri ve zâviyeleri ayrı ayrı listelenmiştir. Bu listede 54 tane Türkiye mevlevîhanesi bulunmaktadır (Gölpınarlı, 1983: 334-335).
  6. Mevlevîhanelere dair elimizdeki en önemli çalışmalardan birisi Süheyl Ünver’in 1964 tarihli “Osmanlı İmparatorluğu Mevlevîhaneleri ve Son Şeyhleri” başlıklı Ünver’in listesinde Türkiye sınırlarında bulunan 53 mevlevîhane ve bunların son şeyhlerinin adı hakkında çok kısaca bilgi verilmiştir (Ünver, 1964: 31-38).
  7. Konuyla ilgili bir diğer çalışma ise Konya Mevlânâ Müzesi’ne 1954 yılında müdür olarak atanan Mehmet Önder’in makalesidir. Önder’in listesinde Türkiye’de kurulmuş olan 38 mevlevîhanenin adı zikredilmekte ve yeni araştırmalarla bu listenin geliştirilebileceğini ifade edilmektedir (Önder, 1994: 141-142).
  8. Mevlevîhaneler üzerine geniş hacimli bir doktora tezi hazırlamış olan Barihüda Tanrıkorur’un “Türkiye Mevlevîhanelerinin Mimari Özellikleri” başlıklı bu tezinde 71 tane Türkiye mevlevîhanesi tespit edilmiştir (Tanrıkorur, 2000: 69-70).
  9. Yine Barihüda Tanrıkorur’un “Diğer Mevlevîhanelerin Listesi” başlıklı makalesinde tarih boyunca kurulmuş olan dünya Mevlevîhanelerine dair geniş bir liste verilmiştir (Tanrıkorur, 2007: 237-240).
  10. Sezai Küçük’ün 19. yy.’da Mevlevîlik ve mevlevîhanelerin durumunu kapsamlı bir şekilde ele aldığı Mevlevîliğin Son Yüzyılı adlı eserinde Konya vilâyet salnâmelerine dayanarak oluşturduğu listede 1901-1925 tarihleri arasında faaliyetini sürdüren 46 tane Türkiye mevlevîhanesi bulunmaktadır (Küçük, 2003: 465-469).

Biz de bu listeleri Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisindeki mevlevîhanelerle sınırlayarak karşılaştırdık. (Bkz. Tablo 1)

2. 1925’ten Sonra Türkiye Mevlevîhanelerinin Durumu

Mevlevîhanelere dair yapılmış listeleri ve özellikle 1925 yılına en yakın tarihli Konya Vilâyet Salnâmeleri’ni karşılaştırarak belirlemiş olduğumuz 49 mevlevîhanenin 1925 yılına kadar faaliyet halinde olduğunu söyleyebiliriz. Elbette ortaya çıkabilecek yeni kaynaklar ışığındaki değerlendirmelerle ortaya koymuş olduğumuz bu listenin yeniden ele alınıp güncellenmeye açık olduğunu da ifade etmek gerekir.

1925 yılına kadar faaliyet halinde olan bu 49 mevlevîhaneyi Konya’daki mevlevîhaneler, İstanbul mevlevîhaneleri, Anadolu’da kurulmuş olan mevlevîhaneler ve 1925 yılından hemen sonraki durumlarına dair bilgi edinemediğimiz mevlevîhaneler olarak tasnif ettik.

2.1.1. Konya’daki Mevlevîhaneler

2.1.1. Konya Mevlânâ Dergâhı

Hz. Mevlânâ 672/1273 tarihinde vefatıyla birlikte babası Bahaeddin Veled’in (ö. 628/1231) kabri yakınına defnedilmiş ve oraya bir türbe yapılmıştır. Türbe ve etrafında yapılan birtakım yapılarla genişleyen mekan “Mevlânâ Dergâhı” haline gelmiştir. (Bakırcı, 2007: 195; Önder, 1994: 137; Tanrıkorur, 2000: 7) Yaklaşık 700 yıllık süreç içerisinde Mevlevîliğin merkezi olarak varlığını sürdüren dergâh, pîr makamı olduğu için sonrasında inşa edilen tüm Mevlevî dergâhlarının her açıdan en ideal örneği olmuştur. (Gölpınarlı, 1983: 345)

1925’ten sonra Mustafa Kemal Atatürk’ün talimatıyla Konya Mevlânâ Dergâh’ı mevcut eşyalarıyla birlikte müze olarak düzenlenmiş, 1927 yılında dergâh Konya Âsâr-ı Atîka Müzesi olarak kullanıma açılmıştır. (Cumhuriyet Arşivi, 30-18-1-1/18-24-4) Bu müzede arkeoloji müzesine ait birtakım eserler de sergilenmeye başlamıştır. Ancak bu düzenleme sırasında derviş hücrelerinin arasındaki duvarlar yıkılarak salon haline getirilmiş, avludaki mezar taşları sökülerek bir kenara atılmıştır. Avlu ve derviş hücrelerinde bazı heykeller, seramikler ve mimari parçalar sergilenmiş, 1948 tarihinde ise bu eserler buradan Konya İplikçi Camii’ne taşınmıştır. Dergâh 1954 yılında yeniden düzenlenerek Mevlânâ Müzesi olarak hizmete girmiştir. (Bakırcı, 2007: 195; Karaduman, 2005: 138; Karpuz, 2004: 452; Önder, 1994: 138; Özönder,1989: 88; Tanrıkorur, 2000: 19)

2.1.2. Şems-i Tebrîzî Zâviyesi

Konya’da Şems-i Tebrîzî’nin makamını da içinde barındıran bu zâviye erken dönemde inşa edilmiş Mevlevî zâviyelerinin başında gelmektedir (Küçük, 2003: 28; Tanrıkorur, 2010: 516). Vakfiyesi ve kitâbesi bulunmadığı için zâviyenin hangi tarihte ve kim tarafından yapıldığı bilinmemektedir (Tanrıkorur, 2010: 516). F. Nafiz Uzluk Şems Zâviyesi hakkında “887/1482’de yazılan defterle, ondan sonra yazılan vakıfar defterinde, adı geçmektedir.” demektedir (Şafak, 2012: 269). İ. Hakkı Konyalı ise Vakıfar Genel Müdürlüğü arşivindeki bir vakfyeye dayanarak 911/1505 tarihine ait Şems Zâviyesi’ne dair bazı kayıtlar bulunduğunu ifade etmektedir (Konyalı, 1964: 937). Bu bilgiler göz önünde bulundurulduğunda Şems Zâviyesi’nin 887/1482’den beri varlığının bilindiği düşünülebilir (Şafak, 2012: 270).

Sakıb Dede Şems Zâviyesi’nin Karamanoğulları döneminin en gözde Mevlevî zâviyelerinden birisi olduğunu ve bu zâviyede pek çok çelebinin şeyhlik yaptığını söylemektedir (Odunkıran, 2020: 1018). Evliya Çelebi ise zâviyeyi “Hazret-i Şems-i Tebrizi tekkesi, yüksek bir kubbedir. Burada Mevlânâ ayini yapılır. Mahkeme yakınında eski tekkedir.” sözleriyle anlatmaktadır (Evliya Çelebi, 2008: 3/29).

Şems zâviyesiyle ilgili bir diğer bilgiye Hüseyin Vassâf’ın Sefîne-i Evliyâ’sında rastlanmaktadır. Vassâf burası hakkında “Hz. Şems tagayyüb eylemiştir. Medfeni gayr-i ma’lûmdur. Namlarına olarak inşa olunmuş ve halen ziyaret edilmekte bulunmuş olan türbe-i münîfeleri Konya’da ma’mûr ve müzeyyendir. Ziyaret-i Mevlânâ’ya gidenler evvel emirde buraya gelir ve şeref-yâb-ı ziyaret olurlar.” demektedir (Vassaf, 2015: 1/362).

Ünver Şems Zâviyesi’nin son şeyhinin Hacı Rıza Dede olduğunu ifade etmektedir (Ünver, 1964: 37). Ancak Yakup Şafak’ın F. Nafiz Uzluk’un notlarına dayanarak verdiği bilgiye göre ise 20. yy.’ın başlarındaki Şems Zâviyesi’nin türbedarı Hacı Ahmed Dede 1319/1903’te vefat edince yerine oğlu Hacı Rıza Dede türbedarlık görevini üstlenmiştir (Şafak, 2007: 344; Şafak, 2012: 275). Hacı Rıza Dede’nin 1924 yılında vefatı üzerine ise yerine Celâleddin Çelebi türbedarlığa başlamış, ancak o da 1925 yılında vefat etmiştir. Aynı yıl Derviş Ahmed (Günhan) Çelebi (ö. 1943) türbedarlık görevine gelmiş, 1925’e kadar bu görevi sürdürerek zâviyenin son şeyhi olmuştur (Şafak, 2012: 275; Şafak, 2014: 89).

Nail Bülbül de yazısında Derviş Ahmed (Günhan) Çelebi’yi son türbedar olarak tanıtmaktadır. Derviş Ahmed (Günhan) Çelebi tekke ve zâviyelerin seddi kanunu çıkana kadar dergâh bünyesindeki evde yaşamış, tekkelerin kapatılmasından sonra da dergâhın anahtarı uzun yıllar çelebinin ailesinde kalmıştır (Bülbül, 2009: 441).

Yazar bir başka yazısında “Şems-i Tebrîzî türbe, mescid ve mezarlığından teşekkül eden manzume, 1925’te çıkan tekke ve türbelerle ilgili kanunla kapatılmıştı. Semahane olarak yapıldığı tahmin edilen türbe ve bitişiğindeki mescidin avlu kapısı, eskiden kuzey batıya açılırdı. Kapıdan girince 1331’de Halil Rıza Efendi’nin yaptırdığı şadırvan, sonra da bir kuyu vardı. 1944 yılında kaldırılan mezarlıktan geride sadece, Emir İshak Bey için yaptırılan türbenin etrafında, 1950’li yılların başında otlar içinde birkaç mezar taşı kalmıştı. Türbe ve ibadete açılan mescit tamir edilirken, mezarlığın yeri de park haline getirildi.” sözleriyle zâviyenin serencamı hakkında bilgi vermektedir (Şafak, 2012: 276).

Bu sınırlı bilgilerden anlaşılan zâviyenin 1950lere kadar yıllar içinde mescid olarak kullanılan kısımları dışındaki bölümlerinin harap hale geldiğidir.

2.1.3. Meram Mevlevîhanesi

Meram’da Turud bölgesinde “Cemel Ali Dede Zâviyesi” olarak da tanınan bu dergâhın 13. yy.’da kurulduğu düşünülmektedir (Barihüda, 2000: 60; Erdem, 2019: 39; Karpuz, 2007: 439). Zâviyeye dair Sakıb Dede’nin verdiği bilgilere göre zâviye Cemel Ali’nin kabrine bitişik olarak inşa edilmiş, Çelebi Abdülkerim ve oğlu Çelebi Said adlı iki kişi de dergâhta şeyhlik görevi yapmıştır (Küçük, 2003: 48; Odunkıran, 2020: 1038-1039, 1041). 1312/1894 tarihli Konya salnamesine göre bu tarihte zâviyede Ziya Çelebi Efendi postnişinlik yapmaktadır (Şafak, 2014:88).

Veled Çelebi ve Ünver’e göre Meram dergâhının son şeyhi Nizameddin Çelebi’dir (Ünver, 1964: 36; Şafak, 2007: 343). Şafak ise hayatı hakkında çok fazla bilgi sahibi olamadığımız Nizameddin Çelebi’nin 1326/1909 tarihinden itibaren tekkeler kapanana kadar Konya Mevlânâ Dergâhı’nın aşçıbaşılığı görevini sürdürdüğünü ifade etmektedir (Şafak, 2017: 73).

1925’ten sonra zâviyenin iç kısmında son şeyh Nizamettin Çelebi yaşamaya devam etmiş, dış kısmı ise belediye tarafından 500 lira karşılığında istimlak edilmiştir. 1961’den önce zâviyenin pek çok bölümü yıkılmış, yalnızca semahane ve türbe kısmı ayakta kalabilmiştir (Barihüda, 2000:61).

2.2. İstanbul’daki Mevlevîhaneler

2.2.1. Galata Mevlevîhanesi

Galata Mevlevîhanesi Fatih Sultan Mehmed ve II. Bayezid devrinde devlet adamı olan İskender Paşa tarafından 897/1491 yılında kurulmuştur (Gölpınarlı, 1983: 337; Tanman, 1996: 317; Tanrıkorur, 2000: 338; Yücel, 1979a: 31). Tarihi boyunca İsmail Rusûhî Ankaravî (ö. 1041/1631) ve Şeyh Gâlib (ö. 1213/1799) gibi çok önemli postnişinlerin görev yaptığı Galata Mevlevîhanesi, Osmanlı’da özellikle III. Selim döneminde (1789-1807) gerçekleşen reformları destekleyen önemli bir merkez haline gelmiştir (Küçük, 2003: 83; Özdemir, 2018: 114).

III. Selim’in Şeyh Gâlib’e olan muhabbeti, II. Mahmud’a da sirayet etmiş, padişahların dergâha olan bu ilgisi Sultan Abdülmecid ve Abdülaziz dönemlerinde de aynı çizgide devam etmiştir (Küçük, 2003: 87). Özellikle III. Selim döneminde geniş çaplı bir onarımdan geçen dergâhın bazı kısımları yeniden inşa edilmiş, bazı kısımlar ise restore edilmiştir (Yücel, 1969: 31).

1288/1871 tarihinde dergâhın postnişini olarak tayin edilen Mehmed Ataullah Dede’nin (ö. 1328/1910) tarihinde vefatının (Ünver, 1994: 218) ardından dergâhın son şeyhi olan Ahmed Celaleddin Dede (ö. 1946) posta oturmuştur. (Özdemir, 2018: 128, 183-184; Uçman, 1989: 53; Ünver, 1964: 34)

Tekkelerin kapatılmasıyla birlikte 1925 tarihinden sonra İstanbul Vilâyeti Meclis-i Umûmîsi’nin aldığı kararla dergâhın semahane bölümü ilkokul olarak, Sebilküttab kısmı ise Tepebaşı Polis Karakolu olarak kullanılmaya başlanmıştır. Dergâhın matbah, harem, derviş hücreleri, türbeler gibi kısımları yıkılmıştır. 1940larda Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu üyelerinden Hamdullah Suphi Tanrıöver dergâhın hâmuşânkısmına bir ilkokul binası yapmak istemiş ancak bunu gerçekleştirememiştir. (Özdemir, 2018: 176; Yücel, 1979a: 82)

1945-1947 yılları arasında ise dergâhın hâmuşân kısmındaki mezarlar kaldırılarak yerine Beyoğlu Evlendirme Dairesi yapılmıştır (Arpaguş, 2015: 293; Erdoğan, 1976: 28; Özdemir, 2018: 179; Tanman, 1996: 317; Tanrıkorur, 2000: 343; Yücel, 1969: 31).

Ayrıca 1946 yılında Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu’nun çabalarıyla dergâhın Mevlevî kültürü müzesine dönüştürülmesine dair karar alınmıştır. Dergâhın vakıfarda olan mülkiyeti ise Maarif Vekâleti’ne verilerek Topkapı Sarayı Müzesi’ne bağlanmıştır. Fakat müzeye dönüştürme projesi ancak 1975’te tamamlanmıştır (Arpaguş, 2015: 293; Özdemir, 2018: 182; Tanman, 1996: 317; Tanrıkorur, 2000: 343).

2.2.2. Yenikapı Mevlevîhanesi

Yeniçeri Katibi Malkoç Mehmed Efendi tarafından 1006/1597 tarihinde yaptırılan Yenikapı Mevlevîhanesi, Mevlevîliğin İstanbul’daki en önemli merkezlerinden birisi olmuştur (Erdoğan, 1976: 30; Işın, 2006: 272-273; Tanman, 1992: 93; Tanman, 2013: 463; Ziya, 1911: 35, 48). Yenikapı Mevlevîhanesi zamanla devlet ricalinin de teveccüh etmeye başladığı bir dergâh haline gelmiş, I V. Murad (1623-1640) tarafından dergâha önemli ölçüde yardımlar yapılmıştır (Ziya, 1911: 61; Tanman, 1992: 94).

Dergâh 1324/1906 tarihinde büyük bir yangın geçirmiş ve neticede büyük ölçüde zarar görmüştür. (Ziya, 1911: 258; Tahir, 1326: 8-9). 1327/1909 tarihinde ise Sultan V. Reşad tarafından yeniden inşa ettirilmiştir (Tanman, 1992: 96).

Dergâhın son şeyhi Abdülbaki (Baykara) Dede (ö. 1935) 1326/1908 tarihinde postnişinlik vazifesine başlamış ve 1925 tarihine kadar bu vazifeyi sürdürmüştür (Kunt, 2013: 133; Özcan, 1992: 246-247; Ünver, 1964: 38).

Yenikapı Mevlevihanesi 1925’te tekkelerin kapatılmasının ardından kaderine terk edilmiş, semahane ve türbe kısımları harap olmuştur. Harem bölümünde ise bir süre Abdülbaki Dede ve ailesi yaşamıştır. 1940 yılında dergâhın bir bölümü yıktırılmış, bir kısmı ise ilkokul ile yetiştirme yurdu olarak kullanılmıştır (Tanman, 1992: 97). Yenikapı Mevlevîhanesi 1961’de çıkan bir yangında ise tamamen harap hale gelmiştir (Erdoğan, 1976: 32; Işın, 2006: 293; Tanman, 2013: 467; Yücel, 1969: 32).

2.2.3. Kasımpaşa Mevlevîhanesi

Fırıncızâde Şeyh Sırrî Abdî Dede (ö. 1041/1631) tarafından 1032-1041/1623-1625 yılları arasında kurulan Kasımpaşa Mevlevîhanesi (Evliya Çelebi, 2008: 1/323; Tanman, 2001: 554), Galata ve Yenikapı Mevlevîhanelerinden sonra İstanbul’da açılan üçüncü mevlevîhanedir (Tanman, 2001: 554). 18. yy.’dan itibaren Osmanlı padişahlarının da katkılarıyla çeşitli tadilatlar geçiren ve alanı genişletilen dergâh, III. Selim, II. Mahmud ve III. Ahmed tarafından zaman zaman ziyaret de edilmiştir (Tanman, 2001: 554; Yücel, 1979b: 81).

1925 tarihinde dergâhın postnişini Seyfettin Dede’dir (ö. 1945) (Ünver, 1964: 35). Kasımpaşa Mevlevîhanesi tekke ve zâviyelerin kapatıldığı 1925 yılında Vakıfar Genel Müdürlüğü idaresine geçmiş, dergâhın bir kısmı zamanla yıkılmış (Erdoğan, 1976: 33; Yücel, 1979b: 77), bir kısmı Cumhuriyet döneminde bir süre Kasımpaşa Güreş Kulübü tarafından güreş salonu olarak, geri kalan kısmı ise ilkokul olarak kullanılmıştır (Işın, 1993: 4/483; Tanman, 2001: 554; Tanrıkorur, 2000: 285).

10 Haziran 1942 tarihinde Beyoğlu Vakıfar Müdürlüğü’nün verdiği bir ilandan dergâhın satıldığı anlaşılmaktadır (Yücel, 2015: 210). 1946’dan önce ise dergâhın arsasının bir bölümüne Süruri İlkokulu inşa edilmiş, avluda bulunan türbe ise kaldırılmıştır. Bu süreçten sonra ana bina Vakıfar İdaresi tarafından oda oda kiraya verilmiştir. Bu süreç sonunda da hızla harap hale gelen yapıda kısmi çökmeler yaşanmıştır (Tanrıkorur, 2000: 285).

2.2.4. Üsküdar Mevlevîhanesi

Üsküdar Mevlevîhanesi 1207/1792 tarihinde Sultanzade Halil Numan Dede tarafından kurulmuştur.   19.   yy.   boyunca   Sultan   Abdülmecid   döneminde   birçok   bakım   ve onarımdan geçen dergâh 20. yy.’da son postnişini Ahmed Remzi Dede’nin 1338/1919’da posta oturmasıyla yeniden bir tamirat geçirmiştir (Erdoğan, 1976: 38; Şafak, 2021: 114; Tanman, 2012: 372). Bakımsız durumda olan dergâhı tamir ettirerek tekrar canlandıran ve faal hale getiren Ahmed Remzi Dede’ye (ö. 1944) tekkeler kapatıldıktan sonra da ölene kadar dergâhta kalma imkanı tanınmıştır (Erdoğan, 1976: 40; Özemre, 2003: 71; Şafak, 2021: 114). 1925 tarihinden sonra zamanla harap hale gelen dergâh ancak 1975-1980 yıllarında hayırseverlerin yardımlarıyla Vakıfar Genel Müdürlüğü tarafından onarılmıştır (Tanman, 2012: 372; Tanrıkorur, 2000: 404).

2.2.5. Bahariye Mevlevîhanesi

Bahariye Mevlevîhanesi, Beşiktaş Mevlevîhanesi’nin yıkılması üzerine 1291-94/1874-77 yılları arasında Eyüp’te Hüseyin Fahreddin Dede (ö. 1330/1911) tarafından kurulmuştur. Kuruluş aşamasında II. Abdülhamid’in dergâha büyük katkıları olmuştur. 1328/1910’da ise Sultan Mehmed Reşad’ın desteğiyle dergâh geniş çaplı bir tamir ve tadilat geçirmiştir (Tanman, 1991: 471; Tanman, 2017: 14; Yücel, 1982: 165).

Tekkelerin kapatıldığı 1925 tarihinde dergâhın mülkiyeti hususunda baninin varisleri ile hazine ve vakıfar arasında anlaşmazlık yaşanmış, uzun süren bir dava süreci söz konusu olmuştur. Bu arada dergâhın son postnişini olan Bahaeddin Efendi’nin yaşadığı bölümler dışındaki kısımlar harap olmaya başlamıştır. 1935 tarihinde ise semahane ve türbe kısmı vakıfar tarafından yıkılmıştır. 1938/39 tarihinde harem kısmı çıkan bir yangında tamamen yok olmuştur. 1968 tarihinde geriye kalan yapılar ve arsa davayı kazanan varisler tarafından satılarak, tuğla imalathanesi ve mensucat fabrikası olarak kullanılmıştır (Demiral, 2017: 509; Erdoğan, 1976: 41; Tanman, 1991: 471; Tanman, 2017: 16; Yücel, 1969: 33).

2.3. Anadolu’daki Mevlevîhaneler

2.3.1. Afyonkarahisar Mevlevîhanesi

Ulu Arif Çelebi (ö. 719/1320) döneminde inşa edilen Afyonkarahisar Mevlevîhanesi (Küçük, 2003: 176; Tanrıkorur, 2001a: 418) Konya Mevlânâ Dergâhı’ndan sonraki en önemli Mevlevî asitanelerinden biridir. 600 yıllık tarihi boyunca yangınlar sebebiyle pek çok onarım geçiren dergâh (Akkoyun, 1997: 160; Özönder, 1992: 103-104; Tanrıkorur, 2001a: 418-419), II. Abdülhamid tarafından 1223/1905 tarihinde geniş çaplı bir tamirat yaptırılmıştır (Akkoyun, 1997: 160; Tanrıkorur, 2001a: 419).

1925 tarihinden sonra diğer tüm dergâhlar gibi faaliyetine son verilen Afyonkarahisar Mevlevîhanesi’nin ana kısmı bando binası, müftülük binası ve Kuran Kursu olarak kullanılmıştır (Tanrıkorur, 2001a: 419; Tanrıkorur, 2000: 455). Solmaz bu dönemde dergâhın bir kısmının cami olarak kullanıldığını ifade etmektedir (Solmaz, 2017: 221).

2.3.2. Antep Mevlevîhanesi

Antep Mevlevîhanesi 1048/1638 tarihinde Ayıntab Sancak Beyi olan Türkmen Mustafa Ağa b. Yusuf tarafından yaptırılmıştır (Evliya Çelebi, 2008: 9/381; Güler, 2017: 366; Güzelbey, 1992: 128; Küçük, 2003: 270; Tanrıkorur, 1996a: 475). İlk şeyhi Mehmed Emin b. Şaban Dede, 1048/1638’den 1089/1678 tarihine kadar kırk bir yıl bu vazifeyi sürdürmüştür (KMMA, 65/6).

20. yy.’ın başlarında dergâhın etrafında bulunan akarlarından bazı dükkan ve hanlar yangında zarar görmüş, ancak sonrasında yeniden inşa edilmiştir (Gülbahar, 2010: 191; Güler, 2017: 369; Güzelbey, 1992: 131; Tanrıkorur, 1996a: 475).

Tekkelerin kapatıldığı 1925 tarihinde dergâhın şeyhi Mustafa Dede’dir (Ünver, 1964: 32). Bu tarihten sonra dergâh Vakıfar Genel Müdürlüğü’ne devredilmiş, semahane, mescit ve hücreler Tekke Camii, şeyh evi kısmı ise İstiklal İlkokulu olarak kullanılmaya başlanmıştır (Gülbahar, 2010: 191-192; Güler, 2017: 370; Tanrıkorur, 1996a: 476; Tanrıkorur, 2000: 169).

2.3.3. Bursa Mevlevîhanesi

Bursa Mevlevîhanesi, 17. yy.’da Ahmed Cunûnî Dede (ö. 1030/1620) tarafından kurulmuştur (Kara, 1997: 495; Kara, 2017: 302; Küçük, 2003: 182). Ahmed Cunûnî Dede’nin altı yıllık postnişinliğinin ardından uzun yıllar faaliyetini sürdürmeye devam eden dergâha, Sultan Abdülmecid tarafından 1260/1844 yılında geniş çaplı bir tamirat yaptırılmıştır (Çetin, 2009: 70; Kara, 1997: 509).

Tekkeler kapatıldıktan sonra selamlık dairesi kışla olarak kullanılmıştır. Harem dairesi ise dergâhın son şeyhi olan Mehmed Şemseddin Dede (ö. 1350/1931) (Ünver, 1964: 32) ve ailesine bırakılmış, semahane kısmı mescid haline getirilmiştir. Mehmed Şemseddin Dede’nin vefatından sonra bu kısım da zaman zaman depo, karakol, ahır olarak kullanılmıştır (Kara, 2017: 306; Tanrıkorur, 2000: 244, 247).

Vakıfar Genel Müdürlüğü’nün 30 Nisan 1953 tarihli yazısına göre mevlevîhane bu tarihte harap durumda olup, hatta yıkılma tehlikesi bulunduğu için emniyetsiz bir durum ortaya çıkarmaktadır. Bilirkişi raporuna istinaden dergâhın büyük bir onarımdan geçmesi gerektiği, ancak bunu gerçekleştirecek bütçenin bulunmadığı da belirtilmektedir. Ortaya çıkabilecek olan tehlikenin izalesi için Gayrimenkul Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu’nun binanın yıkımı hususunda izni talep edilmiştir (Kara, 2017: 310).

Albert Louis Gabriel adlı Fransız mimar ve sanat tarihçisi 1958 yılında dergâhı ziyaret ettiğini, dergâhın o dönemde Balkan muhacirlerin konaklama yeri olarak kullanıldığını, semahanenin ayakta olduğunu ifade etmiştir (Öcalan, 2004: 47; Tanrıkorur, 2000: 248).

2.3.4. Çankırı Mevlevîhanesi

Çankırı Mevlevîhanesi’nin kuruluşu her ne kadar 13. yy.’a dayansa da ona dair ancak 18. yy.’dan itibaren bazı belgelere ulaşılabilmektedir (Coşguner, 2007: 382). Bu belgelere bakıldığında dergâhın 1328/1912 tarihinde tayin edilen postnişini ve son şeyhi Hasib Dede (ö. 1927) (KMMA, 69/4; Coşguner, 2017: 299; Ünver, 1964: 32) döneminde dergâhın yıkılmak üzere olduğu ve dolayısıyla tamirine ihtiyaç duyulduğu görülmektedir (KMMA, 69/2). Ancak Hasib Dede’nin çabalarına rağmen bu tamiratın gerçekleştirilemediği anlaşılmaktadır (KMMA, 70/3, 14).

Tekkelerin kapatılmasıyla birlikte ise Hasib Dede vefat ettiği 1927 yılına kadar dergâhta yaşamış, dergâh daha sonra dergâhın Özel İdare yönetimine geçmiştir (Coşguner, 2017: 303; Haksever, 2012: 37). Zaten bakımsız ve harap halde olan dergâh kendi kaderine terkedilmiş, dergâhın ana kısmı yıkılmış, sadece Taş Mescid denilen kısmı ayakta kalmıştır (Küçük, 2003: 269). Taş Mescid ise 1940larda askeri mühimmat deposu ve ot ambarı olarak kullanılmıştır (Ata, 2017:31; Coşguner, 2017: 303; Önge, 1962: 252).

2.3.5. Çorum Mevlevîhanesi

Çorum Mevlevîhanesi’nin kuruluş tarihi tam olarak bilinemese de 984/1576 tarihine dayanan bir geçmişi bulunmaktadır (Tanrıkorur, 1994: 72). Çorum’da bu dönemden itibaren çoğunlukla faaliyetini sürdüren (Haksever, 2017: 340), ancak bir süre faaliyete devam edemeyen dergâh 1295/1878 tarihinde Muhammed İzzet Dede adlı postnişinin çabalarıyla tekrar faal hale gelmiş ve vakıf gelirleri de artmıştır (Haksever, 2017: 343; Küçük, 2003: 273; Tanrıkorur, 1994: 72). Yaklaşık 20 yıl postnişinlik vazifesini sürdüren Muhammed İzzet Dede’nin vefatının ardından (Şafak, 2014: 86), Muhammed Hüsameddin Dede (ö. 1955) postnişin olarak tayin edilmiştir (Şafak, 2007: 342; Ünver, 1964: 32).

Tekkelerin kapatılma sürecinde Muhammed Hüsameddin Dede’ye vefat edene kadar tekkede ikamet etmesine izin verilmiştir (Haksever, 2017: 343). Dergâh 1925’ten 1946’ya kadar semahane kısmı cami olarak kullanılmıştır (Tanrıkorur, 2000: 417).

Çorum Mevlevîhanesi Vakıfar Genel Müdürlüğü tarafından mimari bir değeri olmadığı düşünülerek eski eser olarak tescillenmemiştir. 1940’ta Muhammed Hüsameddin Dede tarafından selamlık ve avlunun da içinde bulunduğu kısmı satılmıştır. Satın alan sahıslar ise tekkenin türbe bölümünü 1940’lı yıllarda havlu dokumahanesi olarak kullanmışlardır (Haksever, 2007: 162; Haksever, 2017: 344; Tanrıkorur, 1994: 72; Tanrıkorur, 2000: 418). 1950lerde is harem, avlu ve matbahın bulunduğu alan da başka birine satılmıştır (Haksever, 2007: 162; Tanrıkorur, 1994: 72; Tanrıkorur, 2000: 418).

2.3.6. Edirne Mevlevîhanesi

Konya Mevlânâ Dergâhı’ndan hemen sonra kurulan ilk Mevlevîhanelerden biri olan Edirne Mevlevîhanesi 837/1433 tarihinde II. Murad tarafından kurulmuştur (Harmankaya, 2015: 86; Küçük, 2003: 261). Dergâhın ilk şeyhi Celaleddin Çelebi’dir (ö. 844/1440) (KMMA, 68/32; Sahih Ahmed, 2003: 239). Yusuf Sineçak (ö. 953/1546), Neşati Ahmed Dede (ö. 1083/1672) gibi meşhur simaların postnişinlik yaptığı Edirne Mevlevîhanesi’nin son şeyhi ise Ahmed Selahaddin Dede (ö. 1356/1937)dir (Küçük, 2003: 264; Ünver, 1964: 33).

Dergâh tekkelerin kapatıldığı 1925 tarihinde ilkokul olarak kullanılmaya başlanmış, 1930 yılında ise Trakya Genel Müfettişi General Kazım Dirik tarafından imar hareketi nedeniyle büyük kısmı yıkılmıştır (Canım, 2007: 299; Kazancıgil, 1999: 42; Oral, 1999: 21; Şimşek, 2006: 749; Ünver, 1998: 625).Ayrıca hamuşandaki mezar taşları kaldırılmış, enkaz da satılmıştır (Canım, 2007: 299; Şimşek, 2006: 749).

29 Kasım 1934 tarihindeki bir rapora göre Edirne Mevlevîhanesi’nin bu yıkımdan kalan kısmının çok bakımsız halde olup, yıkılmak üzere olduğu ifade edilmiş, 1935 tarihinde ise dergâh bu sebeple yıktırılmıştır (Akçıl, 2009: 11-12; Harmankaya, 2015: 95; Oral, 1999: 21).

Ünver dergâhın yıkılması için 8 Nisan 1938 tarihinde Vakıfar İdaresi tarafından ihale edildiğinden söz etmektedir (Ünver, 1964: 33).

2.3.7. Gelibolu Mevlevîhanesi

17. yy.’da kurulmuş olan Gelibolu Mevlevîhanesi’nin ilk şeyhi Ağazade Mehmed Hakiki Dede’dir (ö. 1063/1652) (Vassaf, 2015: 5/185; Küçük, 2003: 225; Odunkıran, 2020: 1289; Öztürk, 2007: 101; Tanrıkorur, 1996b: 6). Kurulduğu dönemden itibaren faaliyetini etkin bir şekilde sürdüren asitane niteliği taşıyan bu dergâh, tarihi boyunca çeşitli onarımlardan geçmiştir (Öztürk, 2007: 103-106). Özellikle II. Abdülhamid döneminde 1326/1908 tarihinde geniş çaplı bir tamirattan geçen Gelibolu Mevlevîhanesi büyük ölçüde yenilenmiştir. Bu dönemde dergâhın kitabesinde yer alan “Çok mudur dense matâf-ı kudsiyân/Ka’betü’l-uşşâk-ı sânîdir bu câ” denilerek dergâhın o dönemde Konya Mevlânâ Dergâhı’nın ardından en önemli Mevlevî dergâhı olarak kabul edildiğine işaret etmektedir (Öztürk, 2007: 106, 121).

Gelibolu Mevlevîhanesi I. Dünya Savaşı (1914-1918) esnasından ilan edilen seferberlik gereği cephanelik olarak kullanılmıştır (Öztürk, 2007: 106; Tanrıkorur, 1996b: 7; Yazıcı, 2017: 109). 1925’te ise dergâhın faaliyeti zorunlu olarak sona ermiş ve mülkiyeti hazineye devredilmiştir. Çok geniş bir araziye sahip olan dergâh askeri alan içerisinde olduğu için kullanım hakkı Mili Savunma Bakanlığına verilmiştir (Öztürk, 2007: 108). II. Dünya Savaşı (1942-1945) döneminde de yapı yine cephanelik ve gözetleme kulesi olarak kullanılmıştır (Öztürk, 2007: 106; Yazıcı, 2017: 109). Gelibolu Mevlevîhanesi Cumhuriyet sonrası dönemde semahane dışındaki bütün kısımları yıkılmış, hamuşan kısmı ortadan kaldırılmış, çatıdaki sikkeli alem sökülmüş ve kitabesindeki Abdülmecid tuğrası tahrib edilmiştir (Öztürk, 2007: 106; Tanrıkorur, 1996b: 7; Yazıcı, 2017: 109).

2.3.8. Karaman Mevlevîhanesi

Mevlânâ’nın annesi Mümine Hatun’un kabri etrafında 1312-1319 tarihleri arasında inşa edilen Karaman Mevlevîhanesi, Konya dergâhının ardından Anadolu’da kurulan ilk dergâh olarak kabul edilmektedir (Muşmal, 2019: 242).

19. yy.’a kadar faaliyetini sürdürüp çeşitli dönemlerde tadilatlardan geçen dergâh, 20. yy.’a gelindiğinde oldukça bakımsız hale gelmiş (Gülcan, t.y.: 31; Küçük, 2003: 245; Muşmal, 2019: 239-272) ve etkinliğini kaybetmeye başlamıştır (Özönder, 1994: 150). Bu haliyle 1925’e kadar faaliyetini sürdüren dergâh, bu tarihte kapatılmış ve cami olarak kullanılmaya başlanmıştır (Muşmal, 2019: 259; Tanrıkorur, 2001b: 447; Tanrıkorur, 2000: 145).

2.3.9. Kastamonu Mevlevîhanesi

Kastamonu Mevlevîhanesi’nin banisinin Çandarlı Süleyman Paşa (ö. 1455), ilk şeyhinin ise Dede Sultan (ö. 960/1553) olduğu bilinmektedir (Küçük, 2003: 275). Dede Sultan’dan sonra yaklaşık üç asır Nakşi sonra ise Kadiri tekkesi olarak kullanılan dergâh, 19. yy.’ın sonlarında Bolulu Kalender Dede’nin çabalarıyla tekrar mevlevîhane olarak faaliyetini sürdürmüştür (KMMA, 49/15).

Kastamonu Mevlevîhanesi’ne 1326/1909 tarihinde Mevlevî gelenek için çok önemli bir isim olan Ahmed Remzi Dede postnişin olarak tayin edilmiştir (KMMA, 49/15). Ahmed Remzi Dede postnişin olduğu dönemde harap halde bulunan dergâhı yeniden ihya etmiştir (Küçük, 2003: 279).

Ahmed Remzi Dede’nin Halep Mevlevîhanesi’ne tayin edilmesinin ardından, postnişin olarak Tahir Amil Çelebi (ö. 1953) tayin edilmiş (KMMA, 74/17) ve 1925’e kadar bu vazifeyi sürdürmüştür (KMMA, 49/15; Ünver, 1964: 35). Tekke ve zâviyelerin kapatılması hadisesinde ise dergâh 1935 yılına kadar kız ortaokulunun jimnastik salonu olarak kullanılmıştır. Bu süreçte dergâh bünyesindeki mezarlar başka yerlere taşınmıştır. 1952 yılı öncesinde ise dergâh tamamen yıkılmış (Durma, 2023), 1959 yılında yerine imam hatip okul inşa edilmek üzere belli bir bedel karşılığına hazineye satılmıştır (BOA, 30-18-1-2/151-71-2).

2.3.10. Kayseri Mevlevîhanesi

Kayseri Mevlevîhanesi’nin 638/1239 tarihinde Kayseri’ye gelen Seyyid Burhaneddin Muhakkik Tirmizi (ö. 624/1244) tarafından temeli atılarak bir tekke inşa edilmiştir (Efaki, 1973: 1/145). Onun vefatından sonra bu tekkenin yerine yeni bir mevlevîhane inşa edilmiştir. Kayseri Mevlevîhanesi’nin hemen hemen 19. yy.’a kadarki tarihine dair elimizde bir bilgi bulunmamaktadır (Küçük, 2003: 280). Yalnızca 17. yy.’da I V. Murad’ın veziri Bayram Paşa tarafından dergâh yeniden inşa edildiği ve dergâha bazı vakıfar bağlandığı bilinmektedir (KMMA, 52/5; Küçük, 2003: 281; Küçükdağ, 2005: 281).

20. yy.’a kadar faaliyetini kesintisiz şekilde sürdüren Kayseri Mevlevîhanesi’ne dair 1327/1911 tarihli bir belgeden dergâhın bu dönemde oldukça harap halde bulunduğu ve tamiratı için bazı girişimlerin söz konusu olduğu anlaşılmaktadır (KMMA, 98/3-4; Küçükdağ, 2005: 282-284).

1925’te tekkelerin kapatılmasıyla birlikte dergâhın herhangi bir şekilde kullanılmadığı, harap olarak yıkıldığı, arsasına ise Bayrampaşa İşhanı yapıldığı bilinmektedir (Çayırdağ, 1996: 92; Kılıç, 2017: 92; Küçükdağ, 2006: 660).

2.3.11. Kilis Mevlevîhanesi

932/1525 tarihinde inşa edilen Kilis Mevlevîhanesi’nin banisi Vali Abdülhamid el-Murtaza’dır (Küçük, 2003: 295; Tanrıkorur, 2002: 8). Dergâhın ilk şeyhi ise Halep Mevlevîhanesi’nde de daha sonra şeyhlik yapmış olan Kilisli Fakrî Ahmed Dede’dir (ö. 950/1543) (KMMA, 51/7; Gölpınarlı, 1983: 121; Odunkıran, 2020: 1817; Tanrıkorur, 2002: 8).

Kuruluşundan 19. yy.’ın ikinci yarısına kadar hakkında kaynaklarda bilgi bulunmayan Kilis Mevlevîhanesi’ne 20. yy.’ın başlarında postnişin olan Sabuhi Dede tayin edilmiştir (Şafak, 2007: 343; Şafak, 2014: 87; Tanrıkorur, 2002: 8). Sabuhi Dede’nin postnişinlik yaptığı dönemde dergâhın tamire ihtiyaç duyduğu görülmektedir. Sabuhi Dede bu tamiratın gerçekleşmesi yönünde yoğun çaba sarfetmiş, fakat tamirat gerçekleşememiştir (KMMA 90/3; Tanrıkorur, 2002: 8).

İ. Hakkı Konyalı dergâhın tekkelerin kapatılmasından sonraki bir zamanda Cumhuriyet meydanı açılışı için yıktırılmış, bu alanın bir kısmına da ayrıca havuzlu park yaptırılmıştır (Konyalı, 1968: 23, 60: Tanrıkorur, 2002: 9).

2.3.12. Kütahya Mevlevîhanesi

Kütahya Mevlevîhanesi 14. yy.’da Sultan Veled’in müridlerinden Emir İmamüddin Hezar Dinari mescidinin mevlevîhaneye dönüşmesiyle faaliyete başlamıştır (Küçük, 2003: 212; Tanrıkorur, 2003a: 1).

Konya dergâhının ardından Mevlevîliğin en önemli asitane niteliğindeki dergâhlarından biri olan Kütahya Mevlevîhanesi’nin (Gölpınarlı, 1983: 334) ilk şeyhi Celaleddin Ergun Çelebi’dir (ö. 775/1374) (Kemikli, 2010: 106; Küçük, 2003: 213; Küçük, 2006: 53; Tanrıkorur, 2003a: 1; Ziya, 1328: 236). Celaleddin Ergun Çelebi Kütahya Mevlevîhanesi’ndeki postnişinlik görevini 730/1330 tarihinden itibaren uzun bir müddet sürdürmüştür (Küçük, 2006: 53).

Dergâh 15. yy.’da Timur’un Ankara Savaşı’nda Yıldırım Bayezit’i yenmesi ve savaşın ardında Kütahya’yı da işgal etmesiyle bir asrı aşkın bir süre faaliyetini sürdürememiştir (Kocaman, 2011: 55; Küçük, 2006: 56; Tanrıkorur, 2003a: 1). 950/1543 tarihinde Kütahyalı İbrahim Dede’nin (ö. 1010/1602) posta oturmasıyla dergâh tekrar faal hale gelmiştir (Tanrıkorur, 2003a: 1)

Tarihi boyunca Sakıb Dede (ö. 1148/1735) (Saylan, 2014a; Saylan, 2014b), Seyyid Ebubekir Dede (ö. 1189/1775), Sahih Ahmed Dede (ö. 1228/1813), Pesendi Hacı Ali Dede (ö. 1331/1931) gibi çok önemli Mevlevî simayla anılan Kütahya Mevlevîhanesi’ne (Saylan, 2014b: 61) 1327/1909 tarihinde yine önemli bir sima olan Ahmed Remzi Dede de postnişin olarak tayin edilmiştir (KMMA, 49/15).

Bazı tamirat süreçlerinden geçmiş olsa da dergâhın 19. yy.’dan itibaren oldukça bakımsız durumda olduğu, 1925 tarihinde tekke ve zâviyelerin kapatılmasıyla ise harap hale geldiği, mimari ve tezyinat açısından çok zarar gördüğü bilinmektedir (Kemikli, 2010: 113; Küçük, 2006: 62-63; Özönder, 1996: 74; Tanrıkorur, 2000: 431). Dergâh 1930lu yıllarda ise bir dönem ot deposu olarak kullanılmıştır (Taş, 2015: 175). 1947 tarihinde Vakıfar İdaresi tarafından satılmak istenmiş ancak muhtemelen dergâhın muhibbanı tarafından bu girişim engellenmiştir (Özönder, 1996: 74; Taş, 2015: 175). Dergâhın kütüphanesi Vahit Paşa İl Halk kütüphanesine aktarılmış (KMMA, 65/5; Tanrıkorur, 2000: 418), 1959 tarihinde ise Vakıfar Genel Müdürlüğü’nce tamir edilip yenilerek “Dönenler Cami” adıyla ibadete açılmıştır (Doğan, 2010: 61; Kemikli, 2010: 113; Küçük, 2006: 62-63; Özönder, 1996: 74).

2.3.13. Manisa Mevlevîhanesi

770/1369 tarihinde Saruhanoğlu İshak Bey tarafından inşa edilen Manisa Mevlevîhanesi (Evliya Çelebi, 2008: 9/83; Tanrıkorur, 2000: 76; Tanrıkorur, 2003b: 1), Konya’dan sonra asitaneler içinde en önemli merkezlerin başında gelmektedir (Emecen, 1995: 288; Gölpınarlı, 1983: 344; Küçük, 2002: 15; Tezcan, 1994: 190). Manisa Mevlevîhanesi kurulduğu dönemden itibaren etkinliğini sürdürmüş, 16. yy.’dan itibaren daha da dikkat çekici bir konum edinmiştir. Manisa’nın bu dönemde tahta çıkacak şehzadelerin görev yaptığı bir şehir olması Manisa Mevlevîhanesi’nin önemini arttıran en büyük etken olmuştur (Emecen, 1995: 294; Küçük, 2002: 15)

İlk kuruluşu itibariyle şehir merkezinin dışında konumlanan Manisa Mevlevîhanesi,1287/1870 yılında dergâhın postnişini Nakibzade Mustafa Şefik Çelebi tarafından şehir merkezinde bir yerde tekrar inşa edilmiştir (Emecen, 1995: 296; Küçük, 2002: 17; Tezcan, 1994: 191).

Osmanlılar dönemi boyunca dergâhın şeyhlerinin, Konya’daki Çelebi Efendi yerine geçecek olan ve çelebi ailesine mensup kimseler olduğu bilinmektedir (Emecen, 1995: 295; Gölpınarlı, 1983: 278; Tanrıkorur, 1995: 335; Tezcan, 1994: 191). Dergâhta 19. yy.’ın sonralarında Konya çelebilerinden Abdülhalim ve Murteza Çelebi’nin postnişinlik yaptığı, Murteza Çelebi’nin azledilerek yerine Celaleddin Çelebi’nin tayin edildiği kaydedilmektedir (Karadanışman, t.y.: 6; Tezcan, 1994: 193). Celaleddin Çelebi on dervişiyle birlikte 1. Dünya Savaşı sırasında Mevlevî alayına katılıp üç yıl Şam’da kalmıştır. 1925 yılına kadar da postnişinliği sürdürmüştür (Gökmen, 2014: 7; Şafak, 2007: 343; Ünver, 1964: 36; Tanrıkorur, 2012a: 37)

Tekkeler kapatıldıktan sonra dergâh Vakıfar İdaresi tarafından 1933 yılında 100 bin liraya satılmıştır. Satın alan kişi ise matbah dışındaki tüm kısımları yıkmıştır (Tanrıkorur, 2003b: 2; Tanrıkorur, 2012a: 38)

2.3.14. Maraş Mevlevîhanesi

Maraş Mevlevîhanesi Dulkadiroğlu beyi Alaüddevle’nin (ö.1515) yaptırdığı Yumn Baba Zâviyesi yerinde 19. yy.’ın sonlarında faaliyete başlamıştır (Öztürk, 2019: 105, 120). 1312/1895 tarihinde Mehmed Selim Dede isimli Mevlevî şeyhinin gayretleriyle binanın bakım ve tamiratı gerçekleşmiştir (Öztürk, 2019:121). Bu husustaki en büyük katkıyı II. Abdülhamid sağlamış, Hazine-i Hassa’dan belli bir meblağ harcanmasını sağlamıştır. 1315/1897 tarihinde ise Konya dergâhı postnişini Çelebi Efendi tarafından Mehmed Selim dede Maraş Mevlevîhanesi’nin postnişini olarak tayin edilmiştir (Öztürk, 2019:123). Mehmet Selim Dede döneminde dergâhın oldukça iyi durumda olduğu, bakım ve onarımlarının yapılıp gelirlerinin de arttığı görülmektedir (BOA, İ.ML: 1318/ L13; Öztürk, 2019:127).

Maraş Mevlevîhanesi kuruluş tarihi ve hizmet süresi açısından bakıldığında diğer Mevlevîhanelere göre geç dönemde kurulması ve ömrünün kısa olmasına rağmen oldukça faal bir dergâh olmuştur (Öztürk, 2019:127).

Mehmed Selim Dede’nin 1341/1923’te vefatıyla birlikte Mesnevihan Abdülhalim Çelebi posta oturmuştur (KMMA, 51/43). Ancak Ünver dergâhın son şeyhinin Selim Dede olduğunu ifade etmektedir (Ünver, 1964: 36)

Maraş Mevlevîhanesi Maraş’ın kurtuluşu (1920) hadisesinde düşman askerlerinin o bölgeyi ateşe vermesi sebebiyle yanmıştır (Avgın, 2019: 394). Bu süreçten sonra da dergâhın yeniden inşasıyla ilgilenen olmamış ve nihayetinde 1925’te tekke ve zâviyelerin kapatılmasıyla varlığı tamamen son bulmuştur. 1941 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla harap halde olan dergâh satılmış, satın alanlar ise dergâhın enkazını tamamen kaldırarak alanı köy garajı olarak kullanmışlardır (Öztürk, 2019:131).

2.3.15. Muğla Mevlevîhanesi

Meşhur divan şairi Şahidi İbrahim Dede’nin (ö. 957/1550) babası Hüdai Salih Dede (ö. 885/1480) tarafından kurulan Muğla Mevlevîhanesi’nin (Esrar Dede, 2000: 152; Çıpan, 1996: 233; Küçük, 2003: 302) tarihine dair bilgiye ancak 19. yy.’ın sonlarında rastlanmaktadır (Küçük, 2003: 302). Konya Mevlânâ Müzesi Arşivi’ndeki bir belgeye bakıldığında dergâhın son postnişininin Cemaleddin Dede olduğu anlaşılmaktadır (KMMA, 96/3; Şafak, 2007: 343; Ünver, 1964: 36). Muğla Mevlevîhanesi’ne dair arşiv belgelerinde postnişin olduğu dönemde Cemaleddin Dede’yle ilgili birtakım şikayetlerle karşılaşmaktayız (KMMA, 96/1-17; Çıpan, 1996). Örneğin 1326/1910 tarihinde Muğla eşrafından bir zat tarafından yazılan bir mektupta ise “Mevlevîhanelerde iktidara malik çilekeş kalmamış mı? Söz çok, lisana getirmeğe destur yok. Mademki Muğla şeyhinin euzu besmele okumakdan aciz olup, bu babda tekasülü ve iltiması hususunda bulunanlar Allah’ın Kahhar ismiyle kahrına uğrasın. Hazret-i pir-i destgir aşkına azliyle diğerinin tayinini Hak erenlere havale eylerim efendim.” ifadeleri yer almaktadır (KMMA, 96/3). Yine aynı yıla ait bir başka belgede de Cemaleddin Dede’nin dergâhın borçları sebebiyle dergâha gelenlere bir lokma dahi ikram edemediği, yalnızca maaşını alıp dergâhın sorunlarını çözmek için çabalamadığından söz edilmektedir (KMMA, 96/4; Çıpan, 1996: 234). Bunun üzerine dergâhı idare hususundaki eksiklikleri ve dergâhın harap halde bulunması sebebiyle Cemaleddin Efendi’yi denetlemek için Denizli Mevlevîhanesi şeyhi Hasan Ali Dede görevlendirilmiştir (KMMA, 96/1).

Yine 1328/1912 tarihli pek çok belgedeki mühürden de anlaşıldığı üzere Cemaleddin Dede yerine dergâhın şeyhliğine vekaleten Muhammed Hilmi Dede atanmıştır. 1328-1329/1912-1913 tarihli Mustafa Hilmi Dede mühürlü bu yazışmalarda Hilmi Dede’nin dergâhın tamiri ve yeniden ihyası için yoğun bir gayret içine girdiği görülmektedir (KMMA, 96/7-13).

1925’te tekkelerin kapandığı süreçteki durumuyla ilgili bir bilgiye ulaşamadığımız dergâha dair Namık Açıkgöz’ün çalışmasında ortaya koyduğu bir belge dergâhın bu süreçten sonraki durumuna dair önemli bir bilgi içermektedir. 25.03.1938 tarihinde Muğla Emniyet Müdürlüğü’nden Vilayet Müftülüğü’ne gelen bu belgeye göre tekke ve zâviyelerin kapatılmasından sonra dergâha bakım yapılıp düzenli olarak temizlendiği, türbenin ihya edilmeye çalışıldığı fark edilmiş ve buna son verilmesi için bir uyarıda bulunulmuştur (Açıkgöz, 2017: 300). Bu durum da dergâhın 1938 tarihinde halen ayakta olduğunu ortaya koymaktadır.

2.3.16. Niğde Mevlevîhanesi

En eski Mevlevî dergâhlarından biri olan Niğde Mevlevîhanesi’nin kuruluşu Ulu Arif Çelebi (ö. 710/1310) döneminde gerçekleşmiştir (Gölpınarlı, 1983: 333; Küçük, 2005: 334). Dergâhın ilk postnişini Ulu Arif Çelebi’nin halifelerinden Nasûhiddin Sebbağ’dır (Gölpınarlı, 1983: 69; Küçük, 2005: 335).

Niğde Mevlevîhanesi’nin oldukça uzun kabul edilebilecek tarihiyle ilgili en önemli bilgiler dergâhın son şeyhi Hüsameddin Dede (ö. 1953) tarafından kayda geçirilmiştir.

1327/1911 tarihli bir belgede Hüsameddin Dede bu durumu “815/1412 tarihinden 1205/1790 tarihine kadar aralıkda mürur eden dört yüz sene zarfında dergâh-ı müşârun ileyhde kimler postnişin olunduğuna dair kimesnenin malumatı olmadığı gibi bir kitab ve evrak dahi yoktur.” sözleriyle ifade etmektedir (KMMA, 68/9; Küçük, 2005: 336).

Hüsameddin Dede’nin 1325/1909’de meşihata geldiği tarihten (KMMA, 68/9) itibaren dergâhın tamiri için yoğun gayretler gösterdiği ve bu tamirin tamamlanmasını da sağladığı görülmektedir (KMMA, 68/13). Hüsameddin Dede tekkelerin kapatıldığı 1925 tarihine kadar Niğde Mevlevîhanesi’nde postnişinlik vazifesini sürdürmüştür (Şafak, 2007: 343; Ünver, 1964: 36).

Hüsameddin Dede’nin ailesinin anlatılarına göre tekke ve zâviyelerin kapatılmasıyla birlikte dergâhın kapısına kilit vurulmuştur. Hüsameddin Dede dergâhın mühürlendiği gün o ana şahit olmamak için ortadan kaybolmuştur. Dergâhın kapatılmasına çok üzülen Hüsameddin Dede, bir müddet daha tekkeyi düzenli olarak temizletip geceleri tekkedeki kandilleri uyandırmıştır. Bir süre sonra ise dergâh makineli tüfek bölüğüne tahsis edilerek askeri bir mekan olarak kullanılmaya başlamıştır. Bu süreçte tüm varlığı Vakıfar Müdürlüğü’ne devredilen dergâh için Hüsameddin Dede tarafından dava açılmıştır. Hüsameddin Dede bu süreçte maddi ve manevi açıdan zor zamanlar geçirmiştir (Küçük, 2005: 342-343).

2.3.17. Samsun Mevlevîhanesi

Samsun Mevlevîhanesi 19. yy.’ın ortalarında kurulmuş olup, dergâhın ilk banisi Hasan Dede’dir. Ancak Hasan Dede dergâhın inşası tamamlanmadan 1281/1864 tarihinde vefat etmiş, eksik kalan kısımlar ise Bursalı Rıza Bey’in katkılarıyla tamamlanmıştır (KMMA, 87/35; Küçük, 2003: 252; Köse, 2012: 613).

20. yy.’ın başlarına kadar faaliyette olup çeşitli tadilat ve yenilemelerden geçen dergâh 1321/1903 yılında büyük bir yangın geçirmiş ve ağır hasar almıştır (Küçük, 2003: 251). Yangından sonra postnişin olan Ali Enver Dede’nin annesinin isteği üzerine dergâh arsası üzerine dükkan olarak kullanıma uygun bir bina inşa edilmiştir. Bu süreçte Ali Enver Dede’nin şeyhlik vazifesi halen devam etmekte ancak dergâhtan kalan küçük bir kısım ise harap haldedir (KMMA, 87/35; Küçük, 2003: 251-252). Ali Enver Dede dergâhın yeniden inşasına muvafak olamadığı ve diğer bazı gerekçelerle 1327/1909 yılında Veled Çelebi tarafından görevden alınıp, yerine Hüseyin Hasib Dede dergâha postnişin olarak tayin edilmiştir. Hüseyin Hasib Dede dergâhta yaklaşık iki yıl görev yaptığı düşünülmektedir (KMMA, 87/16; Küçük, 2003: 253). Hasib Dede o dönemde dergâhı tamir ettirerek, yeniden canlandırmıştır (Şafak, 2013: 273). Hasib Dede döneminde dergâh yoğun bir faaliyet halinde varlığını sürdürmüştür (Köse, 2012: 625).

Uzluk ve Köse Mehmed Emin Dede’nin dergâhın son şeyhi olduğunu belirtmektedirler (Köse, 2012: 626). Ünver ise dergâhın şeyhlerinden biri olarak Mehmed Emin Dede’nin adını zikretse de son şeyhin kim olduğunu bilmediğini ifade etmektedir (Ünver, 1964: 37).

Samsun Mevlevîhanesi 1925’e kadar Mehmed Emin Dede’nin postnişinliğinde varlığını sürdürmüş, 1940-1950 tarihindeki bir yol genişletme çalışması sırasında yıkılmıştır (Köse, 2012: 627).

2.3.18. Sivas Mevlevîhanesi

Mevlânâ’nın torunu Ulu Arif Çelebi (ö. 719/1320) tarafından kurulan Sivas Mevlevîhanesi’nin, Köprülü Mehmet Paşa (ö. 1072/1661) tarafından yenilendiği, daha sonra ise Zaralı Recep Paşa (ö. 1218/1803) tarafından gerekli tamirat ve yenilemelerinin yaptırıldığı ve dergâha vakıfar tahsis edildiği bilinmektedir (KMMA, 65/4; Göyünç, 1992: 83; Küçük, 2003: 247). Ancak mevlevîhanenin kuruluşundan 19. yy.’a kadar geçirmiş olduğu sürece dair yeterli bilgi bulunmamaktadır (Küçük, 2003: 247).

1325/1911 tarihli arşiv belgesine göre o sırada dergâhın şeyhi Mehmet Reşit Çelebi’dir (KMMA, 65/4; Şafak, 2007: 344; Şafak, 2014: 88). Bu döneme ait dergâha dair belgelere bakıldığında dergâhın faaliyet halinde olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim belgede masraf listesi, dergâhın müntesibleri ve görevlilerine dair birtakım kayıtlar bulunmaktadır (KMMA, 51/39).

1333/1917 tarihli bir belgede ise dergâhın oldukça bakımsız halde olup neredeyse yıkılacak hale geldiği tamiri için belli bir meblağa ihtiyaç duyulduğu kaydedilmiştir (Göyünç, 1992: 85; Küçük, 2003: 250). Göyünç’e göre bu tamirin yapılıp yapılmadığı bilinmemektedir (Göyünç, 1992: 85).

Demirel tüm bu bilgiler ışığında dergâhın 1333/1917 tarihinden itibaren tamamen harap durumda olduğunu için daha sonraki yıllarda da kullanılmadığı neticesine ulaşmıştır (Demirel, 1995: 252). Göyünç ise dergâh başka bir mekana Ahi Baba Zâviyesi’ne taşınarak tekkeler kapanıncaya kadar faaliyetini bu yeni mekanında sürdürmüş olabileceğinden söz etmektedir (Göyünç, 1992: 85).

2.3.19. Tavşanlı Mevlevîhanesi

1720’lerde kurulan Tavşanlı Mevlevîhanesi (BOA, A.MKT.UM. 89/23), Defterdar Osman Paşa tarafından yaptırılmıştır (Eravcı, 2006: 672; Kocaman, 2011: 70). İlk postnişini Esif Mehmed Dede olan dergâhın son şeyhinin ise Ziya Dede olduğu bilinmektedir (Eravcı, 2006: 673; Kocaman, 2011: 101; Ünver, 1964: 37)

Tekkenin tarihi dair bilgilerimiz sınırlı da olsa tekkelerin kapatıldığı 1925 tarihine kadar faaliyetini sürdürdüğü bilinmektedir. Dergâh 1925 yılından 1930’a kadar beş yıl boş durmuş, 1930 yılında Tavşanlı Belediyesi dergâhın yıkılması kararı almıştır. Bu yıkım 1931’de gerçekleşmiş, yıkımdan kalan ahşap malzeme açık artırmaya çıkarılmış, ancak satılmamıştır. Bu ahşap malzemeler daha sonra tekrar ihale usulüyle satılmıştır. Mezarlık kısmındaki kabirler Konya’ya nakledilmiş, dergâhta bulunan özel eşyalar ise Konya Dergâhı’na gönderilmiştir (Eravcı, 2006: 672-673; Kocaman, 2011: 107; Urfalı, 2008: 33).

2.3.20. Tokat Mevlevîhanesi

Tokat Mevlevîhanesi’ne dair ulaşılabilen ilk bilgi 859/1475 yılına ait bir tahrir defterinde bulunmaktadır. Bu defterde Tokat’ta faaliyet halinde olan tekkeler arasında bir de mevlevîhaneden bahsedilmektedir (Gökbilgin, 1979: 405-406; Küçük, 2003: 258; Yüksel, 1996: 62). Tokat Mevlevîhanesi hakkında bundan sonraki en önemli bilgiyi Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde aktarmaktadır. Evliya Çelebi’ye göre Tokat

Mevlevîhanesi Sultan Ahmed Han’ın veziri Sülün Muslu Paşa tarafından yaptırılmıştır. 1066/1656 tarihinde dergâh hakkında “Benzeri bir diyarda yoktur.” diyen Evliya Çelebi, Tokat Mevlevîhanesi’ni Beşiktaş Mevlevîhanesi’ne benzetmiştir. Mevlevîhanenin çok fazla vakfının olduğundan, burada haftada iki gün mukabele yapıldığından da söz etmiştir (Evliya Çelebi, 2008: 5/92).

Muslu Paşa tarafından yaptırılan bu dergâh zamanla yıkılmış, 115/1703 yılında postnişin olan Müderris Mehmed Efendi tarafından tekrar inşa ettirilmiştir (Tanrıkorur, 2012b: 228; Küçük, 2003: 258). Dergâh Sultan Abdülmecit (1839-1861) tarafından Ali Rıza Dede’nin postnişinliği döneminde tamir ettirilmiştir (Akar, 2012: 174; Küçük, 2003:260). Tokat Mevlevîhanesi’nde 1292/1875 yılında babası Ali Rıza Dede’nin vefatıyla posta oturan Mehmet Hadi Dede’nin (KMMA, 68/37) 1329/1913 tarihinde yazdığı mektubundaki ifadesine göre Tokat Mevlevîhanesi 1324/1909 yılında bir yangın geçirmiş, içindeki eşyalar kullanılamayacak duruma gelmiş ve bunların yerine Mehmet Hadi Dede tarafından yeni eşyalar alınmıştır (KMMA, 68/35; Akar, 2012: 174; Küçük, 2003:260-261).

Mehmet Hadi Dede tekkelerin kapatıldığı 1925 yılına kadar dergâhtaki postnişinlik görevini sürdürmüştür. Dergâh binası ise 1934 tarihinde Vakıfar Genel Müdürlüğü tarafından tescil edilerek binaya el konulmuştur. Bir müddet boş kaldıktan sonra 1939 yılında bina Jandarma Alay Komutanlığı’na bağlı kadınlar hapishanesi olarak kullanılmıştır (Atılgan, 2007: 452; Tanrıkorur, 2012b: 228; Yüksel, 1996: 66). 1951’de ise kapsamlı bir tadilattan geçerek Diyanet İşleri Başkanlığı yatılı erkek Kuran Kursu olarak düzenlenmiştir (Tanrıkorur, 2000: 269).

2.3.21.Urfa Mevlevîhanesi

Ne zaman kurulduğu tam olarak bilinemeyen Urfa Mevlevîhanesi’ne dair en eski arşiv kaydı 1172/1758 yılına aittir. Bu kayda göre Abdülkerim Efendi adlı bir şahıs 1118/1706 tarihinde Urfa Mevlevîhanesi vakfına ilk mütevelli olarak tayin edilmiştir. Bu kayıt dikkate alındığında mevlevîhanenin 18. yy.’ın başlarında kurulduğu düşünülebilir (Küçük, 2003: 290; Tanrıkorur, 2000: 184; Tanrıkorur, 2012c: 175).

Yine bir arşiv belgesindeki “Mevlevîhanemizin târih-i te’sîsi bilinmeyib ancak bânî-i evvel Hacı İbrahim Ağa ve bânî-i sânîsi Rakka valisi Hüseyin Paşa olduğu işitilmiştir.” ifadesine göre mevlevîhanenin ilk banisinin Hacı İbrahim Ağa, ikinci banisinin ise Urfa Valisi Darendeli Hüseyin Paşa olduğu görülmektedir (KMMA, 50/3; Küçük, 2003: 290; Palalı, 2007: 373; Tanrıkorur, 2012c: 175).

Dergâhın 20. yy.’ın başlarındaki durumuna bakıldığında Seyyid Ahmed Dede’nin postnişin olduğu 1327/1911 tarihinde hücre, semahane ve harem dairesinin tamirine (Yıldız, 2016) ihtiyaç duyulduğu (KMMA, 68/45) ancak bu tamiratın gerçekleştirilemediği görülmektedir (Eroğlu, 2006: 689; Küçük, 2003: 292; Palalı, 2007: 376; Yıldız, 2016: 85).

1329/1913 tarihinde ise dergâhın postnişini Hüseyin Hüsameddin Dede’nin Konya dergâhına gönderdiği bir mektupta dergâhın gelirinin cüzi olduğunu, babasından kalan sekiz bin küsur kuruş borcunun bulunduğunu öğrendiğini ifade etmiştir. Ayrıca hücresinin çürüdüğünü ve bu şekilde oturmanın tehlikeli olacağından dolayı hücrenin çatısını yenilediğinden bahsetmiştir (KMMA, 90/24; Yıldız, 2016: 85).

1337/1918’de vefat eden Hüseyin Hüsameddin Dede yerine posta oturan ve 1925’te tekkeler kapanıncaya kadar postnişinliğe devam eden Hasan Dede 1956 yılında vefat etmiştir (Kürkçüoğlu, 1996: 305: Ünver, 1964: 38).

1925 yılında tekkelerin kapatılmasıyla birlikte mevlevîhane zaten iyi durumda olmayan haliyle adeta kaderine terkedilerek, semahane dışındaki yapılar yıktırılmış ve yerine sebze-meyve hali inşa edilmiştir. Ayakta kalan semahanesi ise ambar olarak kullanılmıştır (Kürkçüoğlu, 1996: 304; Tanrıkorur, 2000: 186; Tanrıkorur, 2012c: 176; Yıldız, 2016: 86).

Palalı’ya göre 1925’te mevlevîhanenin bahçesinde bulunan mezarlar da yıkılarak üzeri toprakla örtülmüştür. Bu mezarların başka bir yere naklinin gerçekleşip gerçekleşmediği ise meçhuldür (Palalı, 2007: 378; Yıldız, 2016: 86). Tanrıkorur da bu mezar taşlarının bulunamadığını ifade etmiştir (Tanrıkorur, 2000: 187).

1925-1973 tarihi arasında ambar olarak kullanılan semahane 1973 tarihinde Vakıfar Genel Müdürlüğü tarafından restore edilip camiye dönüştürülerek “Mevlevîhane Camii” ismiyle kullanıma açılmıştır (Kürkçüoğlu, 1996: 304; Tanrıkorur, 2012c: 176).

2.4. 1925’teki Durumu Hakkında Bilgi Olmayan Mevlevîhaneler

1925 tarihinde hala faaliyette oldukları bilinen ancak bu süreçte ya da sonrasındaki durumları hakkında herhangi bir bilgi edinemediğimiz Mevlevihaneler şunlardır:

Amasya Mevlevîhanesi, Ankara Mevlevîhanesi, Antakya Mevlevîhanesi, Antalya Mevlevîhanesi, Aydın Mevlevîhanesi, Bahriye Mevlevîhanesi, Beyşehir Mevlevîhanesi, Burdur Mevlevîhanesi, Demirci Mevlevîhanesi, Denizli Mevlevîhanesi, Eğirdir Mevlevîhanesi, Ermenek Mevlevîhanesi, Erzincan Mevlevîhanesi, Eskişehir Mevlevîhanesi, Isparta Mevlevîhanesi, İzmit Mevlevîhanesi, Marmaris Mevlevîhanesi, Sandıklı Mevlevîhanesi, Tire Mevlevîhanesi, Ulukışla Mevlevîhanesi.

Sonuç

Cumhuriyet döneminde tekke ve zaviyelerin kapatılması tasavvuf tarihinin en eski ve etkin tarikatlarından biri olan Mevlevîliği de derinden etkilemiş, ilk olarak Anadolu’da kurulup özellikle burada yaygınlaşan Mevlevî dergâhları için adeta sonun başlangıcı olmuştur. Tespit edebildiğimiz kadarıyla 1925 tarihinde Türkiye sınırlarında faaliyet halinde olan ve dolayısıyla tekke ve zaviyelerin seddi kanunundan doğrudan etkilenen 49 Mevlevîhane bulunmaktadır (bkz. Ekteki harita). Bu Mevlevîhaneleri şehirlerdeki dağılımı açısından değerlendirdiğimizde en fazla Mevlevîhane bulunan şehrin beş mevlevîhaneyle İstanbul olduğu anlaşılmaktadır. İstanbul’u dört Mevlevîhaneyle Konya, ikişer Mevlevîhane ile Afyonkarahisar, Isparta, İzmir, Gaziantep, Karaman, Kütahya, Manisa ve Niğde takip etmektedir.

1925 tarihinde yürürlüğe giren kanuna göre tekke ve zaviyeler kapatılmış, dolayısıyla tüm   bu   mevlevîhaneler   mühürlenerek   faaliyetlerine   son   verilmiştir.   Faaliyetleri durdurulduktan sonra dergâhların serencamı konusundaki bilgi ve kaynaklar oldukça sınırlı ve dağınıktır. Tekkelerin kapatılma sürecinde mevlevîhanelerin durumuna dair bilgi veren araştırmaların sınırlılığı hatta müstakil araştırmaların olmayışı da bu konuda birçok mevlevîhane hakkında net ve somut sonuçlara ulaşmayı zorlaştırmıştır. Bu sebeple de pek çok dergâhın hangi tarihlerde hangi şekillerde kullanıldığını, 1925’ten sonra hangi duruma geldiğini tam bir zaman akışı içerisinde vermek mümkün olmamıştır. Bu sınırlı kaynaklar ışığında ulaşabildiğimiz sonuçlar şu şekildedir:

Tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla ilgili kararnamede dergâhların mühürlendikten sonra cami, mescid ve ilkokul olarak kullanıma sokulması, ilkokul olarak kullanıma uygun olmayanların satılması ve dergâhta yaşayan şeyhlerin hayatta oldukları müddet orada yaşamaya devam edebilmeleri hususunda bir esas belirlenmiştir. Bizim bu çalışmada tespit edebildiğimiz kadarıyla mühürlenip faaliyetine son verilen bu Mevlevîhanelerden yalnızca bir kısmı bu kararnameye mutabık olarak kısmen cami-mescid olarak, bir kısmı okul olarak kullanılmış, okul olarak kullanıma uygun olmayanlar da satılmıştır.

Buna göre Bursa, Çorum, Antep, Karaman ve Şems dergâhları kısmen cami ya da mescid olarak, Edirne, Galata, Antep, Kasımpaşa, Yenikapı Mevlevîhaneleri’nin bazı bölümleri ise ilkokul olarak kullanılmıştır. İlkokul olarak değerlendirilmeye uygun görülmeyen Çorum, Maraş ve Manisa Mevlevîhaneleri’nin bazı kısımları ise satılmıştır. Maraş Mevlevîhanesi satıldıktan sonra yıktırılarak üzerinde bulunduğu arsaya köy garajı yapılmıştır.

Araştırmamızın sonucunda dergâhların kapatıldıktan sonra kararnameyle belirlenmiş bu kullanım şekilleri dışında başka pek çok amaçlarla kullanıldığı da görülmüştür. Örneğin Bursa, Çankırı, Gelibolu ve Niğde Mevlevîhaneleri’nin bazı kısımları mühimmat deposu, kışla ya da askeri birim olarak kullanılmıştır. Yine Bursa ile Galata Mevlevîhaneleri ise kısmen karakol olarak kullanılmaya başlanmıştır. Tokat Mevlevîhanesi hapishaneye dönüştürülmüş, Afyon Mevlevîhanesi ise bando binası, müftülük ve Kuran Kursu olarak kullanıma sokulmuştur. Bir kısmı güreş salonu olarak kullanılan Kasımpaşa Mevlevîhanesi’yle benzer bir kaderi taşıyan Kastamonu Mevlevîhanesi jimnastik salonu olarak kullanılmıştır. Ahır ya da ot ambarı haline getirilen Çankırı ve Şanlıurfa Mevlevîhaneleri’nin yanı sıra, Kütahya ve Bursa dergâhları depo ve meyve-sebze hali haline getirilmiştir. Çorum Mevlevîhanesi ise dokumahane olarak kullanılarak ticari bir işletmeye dönüştürülmüştür.

Çalışmamızda elde ettiğimiz bir diğer netice de tekkeler kapatıldıktan sonra bazı dergâhların benzer bir kaderi paylaşarak bakımsızlıktan, yangınlardan harap hale gelip yıkıldığı ya da yol yapımı vb. gibi gerekçelerle yıktırıldığıdır. Bahariye, Üsküdar, Yenikapı, Maraş, Kayseri, Şems, Kütahya ve Sivas Mevlevîhaneleri’nin zikredilen sebeplerden dolayı bazılarının kısmen, bazılarının ise tamamen yıkıldıkları görülmüştür.

1925-1950 tarihleri arasındaki durumları hakkında bilgiye ulaşamadığımız 20 mevlevîhanenin muhtemelen bakımsızlıktan yıkıldığı ya da yol genişletme çalışması, arsanın satılıp yerine yeni binanın inşası gibi maksatlarla ortadan tamamen kaldırıldığı muhtemeldir.

Tüm bu dergâhların aksine Konya Mevlânâ Dergâhı’nın alınan özel bir karar neticesinde 1927’de Asar-ı Atika Müzesi’ne dönüştürülmesi yapının tamamen tahrib olmasını engellemiştir. Ancak Konya Mevlânâ Dergâhı’nın müzeye dönüştürülme aşamasında da bazı kısımlarında yapısal değişiklikler yapıldığı da anlaşılmıştır.

Netice olarak bu makalede ele aldığımız tüm bu dergâhlardan bir kısmı tamamen tarih sahnesinden silinmiş, bir kısmı cami-mescid olarak kullanılmaya devam etmiş, bir kısmı ise 1960lardan sonra restorasyon yapılarak ya da yeniden inşa edilerek müze haline getirilmiş, kültür hayatına kazandırılmaya çalışılmıştır. Ancak 1925’te tekke ve zaviyelerin kapatılması ve dergâhların kapılarına mühür vurulması Mevlevi dergâhlarının da çok büyük ölçüde yok olmasına ve büyük bir kültürel miras kaybına yol açmıştır. Bu dönemde dergâhların korunması yönündeki cüzi miktarda olan ferdi gayretler de karşılıksız kalmıştır.

 

Kaynakça

Resmi Gazete

Konya Mevlânâ Müzesi Arşivi

Başbakanlık Osmanlı Arşivi

Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi

Açıkgöz, N. (2017). Muğla Mevlevihanesi. Günümüzde Yurt İçi Mevlevihanelerinin Durum ve Konumları.

Akar, H. (2012). Cumhuriyet Döneminde Tokat Mevlevihanesi’nin Kullanım Alanları Yapılan Restorasyonlar ve Bugünkü Konumu. Günümüzde Yurt İçi Mevlevihanelerinin Durum ve Konumları.

Akçıl, Ç. (2009). Günümüze Ulaşamayan Bir Tekke: Edirne’de Muradiye Mevlevihanesi. Sanat Tarihi Yıllığı, 21, 1-21.

Arpaguş, S. (2015). Galata Mevlevihanesi. Büyük İstanbul Tarihi, 5, 287-293.

Ata, F. (2017). Çankırı Mevlevihanesi’nin Tarihçesi Geçirdiği Son Restorasyon ve Günümüzdeki Konumu. Günümüzde Yurt İçi Mevlevihanelerinin Durum ve Konumları.

Akkoyun, T. (1997). Ömer Fevzi Atabek ve Afyon Vilayeti Tarihçesi. Afyon Kocatepe Üniversitesi Yayınları.

Atılgan, S. (2007). Tokat İlindeki Vakıfar Genel Müdürlüğü Mevlevihane Vakıf Müzesi Örneğinde Müzecilik Anlayışı ve Önemi. Vakıfar Dergisi, 30, 449-466.

Avgın, A. (2019). Vatan Savunmasında Maraş Mevlevihanesi.Uluslararası Milli Mücadele Döneminde Maraş Sempozyumu.

Bakırcı, N. (2007). Konya Mevlânâ Dergâhı. İstem, 10, 193-204.

Bülbül, N. (2009). Son Şems-i Tebrizi Türbedarı: Derviş Ahmed Çelebi. Merhaba Gazetesi Akademik Sayfalar, 28, 441-442.

Canım, R. (2007). Edirne Muradiye Mevlevihanesi ve Edirneli Mevlevi Şairler. Türk Kültürü, Edebiyatı ve Sanatında Mevlânâ ve Mevlevilik.

Coşguner, F. (2007). Çankırı Mevlevihanesi. Uluslararası Mevlânâ ve Mevlevilik Sempozyumu Bildirileri.

Coşguner, F. (2017). Çankırı Mevlevihanesi Son Şeyhi Hasib Dede. Çankırı’nın Manevi Mimarları. Yeni Gün Basın Yayın.

Çayırdağ, M. (1996). Kayseri Mevlevihanesi. Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 2, 91-95.

Çetin, A. (2009). Bursa Mevlevihanesi. Osmanlı Modernleşmesi ve Bursa. Bursa Osmangazi Belediyesi Yayınları.

Çıpan, M. (1996). Konya Mevlânâ Müzesi Hazine-i Evrak Arşivi’ndeki Belgelere Göre Muğla Mevlevihanesi. Türkiyat Araştırmaları Dergisi,2, 233-250.

Demiral, O. (2017). Yeniden Kültür ve Medeniyet Ocağı Olarak Bahariye Mevlevihanesi. Günümüzde Yurt İçi Mevlevihanelerinin Durum ve Konumları.

Demirel, Ö. (1995). Sivas Mevlevihanesi ve Mevlevi Şeyhlerinin Sosyal Hayatlarına Dair Bazı Tespitler. Vakıfar Dergisi, 25, 251-255.

Doğan, A. (2010). Kütahya Erguniyye Mevlevihanesi. İkinci Uluslararası Mevlânâ, Mesnevi ve Mevlevihaneler Sempozyumu Bildirileri.

Durma, A. (2023). Kastamonu’da Mevlevilik.Kastamonur: https://www.kastamonur.com/kastamonuda-mevlevilik/ [01.07.2023]

Efaki, A. (1973). Ariferin Menkıbeleri. Hürriyet Yayınları.

Emecen, F. (1995). Saruhanoğulları ve Mevlevilik. Ekrem Ayverdi Hatıra Kitabı. İstanbul Fetih Cemiyeti.

Eminoğlu, M. (2022). Konya Vilayeti Salnamesi, Konya Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları.

Eravcı, M. (2006). Tavşanlı’da Mevlevilik ve Mevlevihane. Uluslararası Düşünce ve Sanatta Mevlânâ Sempozyum Bildirileri.

Erdoğan, M. (1976). Mevlevi Kuruluşları Arasında İstanbul Mevlevihaneleri. İÜEF Güney-Doğu ve Avrupa Araştırmaları Dergisi, 4-5, 15-46.

Eroğlu, S. (2006). Urfa Mevlevihanesi, Tarihçesi, Mimarisi, Restorasyon Öncesi ve Sonrası. Uluslararası Düşünce ve Sanatta Mevlânâ Sempozyum Bildirileri.

Erol, E. (1994). Veled Çelebi Zamanında Mevlevihaneler ve Çelebi’nin Şeyhlere Resmi Hitap Şekilleri. 7. Milli Mevlânâ Kongresi.

Esrar Dede. (2000). Tezkire-i Şuara-yı Mevleviyye. Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları.

Evliya Çelebi. (2008). Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnamesi. Yapı Kredi Yayınları.

Fazıl Paşa. (1283). Şerh-i Evradi’l-müsemma, İstanbul.

Gökbilgin, T. (1979). Tokat. İslam Ansiklopedisi, 12, 401-412.

Gökmen, E. (2014). Manisa Mevlevihanesi Şeyhi Mehmed Bahaeddin Efendi’nin Terekesi. Sufi Araştırmaları Dergisi, 9, 1-62.

Gölpınarlı, A. (1983). Mevlânâ’dan Sonra Mevlevilik. İnkılap ve Aka Kitabevleri.

Göyünç, N. (1992). Sivas Mevlevihanesi. IX. Vakıf Haftası Kitabı. Vakıfar Genel Müdürlüğü.

Gülbahar, Z. (2010). Gaziantep Mevlevihanesi. Vakıf Müzesi. Vakıfar Dergisi, 34, 189-195.

Gülcan, A. (t.y.). Karaman Mevlevihanesi, Mevlevilik ve Karamanlı Mevlevi Veliler. Mader-i Mevlânâ Cami Koruma Derneği.

Güler, M. (2017). Antep Mevlevihanesi’nin Tarihçesi, Geçirdiği Son Restorasyon ve Günümüzdeki Durumu ve Konumu. Günümüzde Yurt İçi Mevlevihanelerinin Durum ve Konumları.

Güzelbey, C. (1992). Gaziantep Camileri Tarihi. Oya Matbaası.

Haksever, A.C. (2007). Çorum’da Mevlevilik: Tarihi Süreci ve Son Temsilcileri. Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, 19, 143-164.

Haksever, A.C. (2012). Çankırı’da Mevleviler ve Mesnevihanlar. Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 22, 29-46.

Haksever, A.C. (2017). Tarihten Günümüze Çorum Mevlevihanesi. Günümüzde Yurt İçi Mevlevihanelerinin Durum ve Konumları.

Harmankaya, Ç. (2015). Edirne Muradiye Mevlevihanesi. Şehir ve Toplum, 3, 85-97.

Işın, E. (2006). Yenikapı Mevlevihanesi. Surların Öte Yanı Zeytinburnu. Zeytinburnu Belediyesi Kültür yayınları.

Işın, Ekrem. (1993). Kasımpaşa Mevlevihanesi. Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi.

Kara, İ. (2016). Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslam I. Dergâh Yayınları.

Kara, M. (1997). Bursa Dergâhları Yadigar-ı Şemsi I-II. Uludağ Yayınları.

Kara, M. (2003). Metinlerle Günümüz Tasavvuf Hareketleri. Dergâh Yayınları.

Kara, M. (2017). Bursa’da Tarikatlar ve Tekkeler. Bursa Büyükşehir Belediyesi Yayınları.

Kara, M. (2020). Türkiye’de Tarikatların Yasaklanışı ve Mahkumiyeti. Doğuşundan Günümüze Tasavvufa Dair Tartışmalar On Üç Asırlık İhtilaf ve Mücadele.

Karadanışman, K. (t.y). Manisa Tarihi Eser ve Kitabeleri. Emek Matbaası.

Karaduman, H. (2005). Belgelerle Konya Mevlânâ Müzesi’nin Kuruluşu. Vakıfar Dergisi, 29, 132-161.

Karpuz, H. (2004). Mevlânâ Müzesi. TDV İslam Ansiklopedisi, 29, 452-454.

Kazancıgil, R. (1999). Edirne İmaretleri. Edirne Valiliği Yayınları.

Kemikli, B. (2010). Mevlevi Kültürünün Önemli Merkezlerinden Biri Olarak Kütahya ve Kütahya Mevlevihanesi. İkinci Uluslararası Mevlânâ, Mesnevi ve Mevlevihaneler Sempozyumu Bildirileri.

Kocaman, M. (2011). Tavşanlı Mevlevihanesi. Anıt Matbaa.

Konyalı, İ. H. (1964). Abideleri ve Kitabeleri ile Konya Tarihi. Yeni Kitap Basımevi.

Konyalı, İ. H. (1968). Abideleri ve Kitabeleri ile Kilis Tarihi. Yeni Kitap Basımevi.

Köse, O. (2012). Samsun Mevlevihanesi. Belleten, 276, 607-629.

Kunt, İ. (2013). Yenikapı Mevlevihanesi Son Şeyhi Abdülbaki Mehmed Baykara Dede’nin Enfas-ı Baki’de Bulunan Farsça Şiirleri. İ.Ü. Şarkiyat Mecmuası, 22, 131-148.

Kurşun, Z. (2019). Şeyh Said. TDV İslam Ansiklopedisi, ek-2, 560-562.

Küçük, S. (2002). Manisa Mevlevihanesi. Manisa Araştırmaları Dergisi, 2, 15-19.

Küçük, S. (2003). Mevleviliğin Son Yüzyılı. Simurg Yayıncılık.

Küçük, S. (2005). Niğde Mevlevihanesi ve Son Şeyhi Hüsameddin Dede. Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, 14, 331-346.

Küçük, S. (2006). Dünden Bugüne Kütahya Mevlevihanesi. Ekev Akademi Dergisi, 29, 51-64.

Küçükdağ, Y. (2005). Kayseri’de Bayram Paşa Mevlevihanesi’nin 1912’de Onarımı. Türk Tasavvuf Araştırmaları. Çizgi Kitabevi Yayınları.

Küçükdağ, Y. (2006). Kayseri’de Bayram Paşa Mevlevihanesi ve 1047 H/1637 M Tarihli Vakfiyesi. Uluslararası Düşünce ve Sanatta Mevlânâ Sempozyum Bildirileri.

Kürkçüoğlu, C. (1996). Urfa Mevlevihanesi. Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 2, 303-310.

Odunkıran, F. (2020). Mevlevi Tezkiresi: Sefine-i Nefise-i Mevleviyan. Basılmamış Doktora Tezi.

Oral, O. (1999). Edirne Mevlevihanesi. İstanbul.

Öcalan, H. B. (2004). Seyahatnamelerde Bursa Mevlevihanesi. U.U. Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, 7, 35-48.

Önder, M. (1994). Konya Mevlânâ Dergâhı Arşivi ve Mevlevihaneler. Osmanlı Araştırmaları Dergisi, 14, 137-142.

Önge, Y. (1962). Çankırı Darüşşifası. Vakıfar Dergisi, 5, 252-255.

Özcan, N. (1992). Abdülbaki Baykara. TDV İslam Ansiklopedisi, 5, 246-247.

Özdemir, Y. (2018). Galata Mevlevihanesi Müzesi. Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu.

Özemre, A. Y. (2003). Üsküdar Dergâhları. Üsküdar Belediyesi Yayınları.

Özönder, H. (1992). Afyon Mevlevihanesi. 5. Milli Mevlânâ Kongresi, 97-123.

Özönder, H. (1994). Karaman Mevlevihanesi. Osmanlı Araştırmaları, 14, 143-152.

Özönder, H. (1989). Konya Mevlânâ Degahı. Kültür Bakanlığı Yayınları.

Özönder, H. (1996). Kütahya Mevlevihanesi. Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 2, 69-89.

Öztürk, N. (2007). Evkaf Arşiv Vesikalarına Göre Gelibolu Mevlevihanesi. Mevlânâ Celaleddin Rumi. Türk Yazarlar Birliği Yayınları.

Öztürk,  N. (2019). Yumn  Baba  Zaviyesi’nden  Hamidiye  Mevlevihanesi’ne  Maraş  Mevlevihanesi.  Mevlânâ Araştırmaları, 6, 105-167.

Palalı, İ. (2007). Urfa Mevlevihanesi ve Urfa’da Mevlevilik. Uluslararası Mevlânâ ve Mevlevilik Sempozyumu Bildirileri.

Sahih Ahmed Dede. (2003). Mevlevilerin Tarihi. İnsan Yayınları.

Saylan, B. (2014). Kütahya Mevlevihanesi Postnişini Mustafa Sakıb Dede ve Sefine-i Nefise-i Mevleviyan İsimli Eseri. Karadeniz Teknik Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2,165-180.

Saylan, B. (2014). Mustafa Sakıb Dede’n,n Gözünden Kütahya Mevlevihanesi ve Celaleddin Ergun Çelebi. Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,5, 57-91.

Solmaz, D. (2017). Yeniden Uyanış Süreci ve Afyonkarahisar Mevlevihanesi Örneği. Günümüzde Yurt İçi Mevlevihanelerinin Durum ve Konumları.

Şafak, T. (2013). Ondokuz ve Yirminci Yüzyıllarda Samsun Mevlevihanesi. Samsun Araştırmaları. Alperen Kitabevi.

Şafak, Y. (2007). Veled Çelebi’nin Menakıb’ına Göre 1912’de Faal Olan Mevlevihaneler ve Şeyhleri. Sanat Tarihi Araştırmaları (341-346). Kıvılcım Kitapevi.

Şafak, Y. (2014). 1312/1894 Tarihli Konya Salnamesine Göre Mevlevihaneler ve Postnişinleri. Mevlânâ Araştırmaları, 5, 83-90.

Şafak, Y. (2021). Üsküdar Mevlevihanesi Son Postnişini Ahmed Remzi Dede’nin Soy Risalesi. Mevlânâ Araştırmaları, 7, 113-132.

Şafak, Y. (2012). Yirminci Yüzyılın İlk Yarısında Şems Zaviyesi. Şems Güneşle Aydınlananlar (269-276). Nefes Yayınları.

Şimşek, S. (2006). Dünden Bugüne Edirne Mevlevihanesi. Uluslararası Düşünce ve Sanatta Mevlânâ Sempozyum Bildirileri.

Tahir, M. (1326). Yenikapı Mevlevihanesi Postnişini Şeyh Celaleddin Efendi Merhum. Matbaa-i Mekteb-i Sanayi.

Tanman, B. (1991). Bahariye Mevlevihanesi. TDV İslam Ansiklopedisi, 4, 471-473.

Tanman, B. (1992). Yenikapı Mevlevihanesi. 9. Vakıf Haftası Kitabı. Vakıfar Genel Müdürlüğü Yayınları.

Tanman, B. (1996). Galata Mevlevihanesi. TDV İslam Ansiklopedisi, 13, 317-321.

Tanman, B. (2001). Kasımpaşa Mevlevihanesi. TDV İslam Ansiklopedisi, 23,554-555.

Tanman, B. (2012). Üsküdar Mevlevihanesi. TDV İslam Ansiklopedisi, 42, 372-374.

Tanman, B. (2013). Yenikapı Mevlevihanesi. TDV İslam Ansiklopedisi, 43, 463-468.

Tanman, B. (2017). Musiki Tarihimizde Önemli Yeri Olan Bahariye Mevlevihanesi’nin Tarihçesi ve Sosyokültürel Çevresi. Darulelhan Mecmuası, 8, 13-22.

Tanrıkorur, B. (1994). Tarihin Tahribi: Çorum Mevlevihanesi. 7. Milli Mevlânâ Kongresi.

Tanrıkorur, B. (1995). Manisa Mevlevihanesinin Restorasyonu Tenkid ve Teklif. Ekrem Ayverdi Hatıra Kitabı. İstanbul Fetih Cemiyeti.

Tanrıkorur, B. (1996). Gaziantep Mevlevihanesi. TDV İslam Ansiklopedisi, 13, 475-477.

Tanrıkorur, B. (1996). Gelibolu Mevlevihanesi. TDV İslam Ansiklopedisi, 14, 6-8.

Tanrıkorur, B. (2000). Türkiye Mevlevihanelerinin Mimari Özellikleri. Basılmamış Doktora Tezi.

Tanrıkorur, B. (2001). Karahisar Mevlevihanesi. TDV İslam Ansiklopedisi, 24, 418-421.

Tanrıkorur, B. (2001). Karaman Mevlevihanesi. TDV İslam Ansiklopedisi, 24, 447-448.

Tanrıkorur, B. (2002). Kilis Mevlevihanesi. TDV İslam Ansiklopedisi, 26, 8-10.

Tanrıkorur, B. (2003). Kütahya Mevlevihanesi. TDV İslam Ansiklopedisi, 27, 1-3.

Tanrıkorur, B. (2003). Manisa Mevlevihanesi. TDV İslam Ansiklopedisi, 28, 1-3.

Tanrıkorur, B. (2004). Mevleviyye. TDV İslam Ansiklopedisi, 29, 468-475.

Tanrıkorur, B. (2007). Diğer Mevlevihanelerin Listesi. Konya’dan Dünyaya Mevlânâ ve Mevlevilik.

Tanrıkorur, B. (2010). Şems-i Tebrizi Zaviyesi. TDV İslam Ansiklopedisi, 38, 516-517.

Tanrıkorur, B. (2012). İkinci Manisa Mevlevihanesi. Sufi Araştırmaları Dergisi, 6, 31-50.

Tanrıkorur, B. (2012). Tokat Mevlevihanesi. TDV İslam Ansiklopedisi, 41, 227-230.

Tanrıkorur, B. (2012). Urfa Mevlevihanesi. TDV İslam Ansiklopedisi, 42, 175-177.

Taş, A. (2015). Osmanlı Arşiv Belgelerinde Kütahya Mevlevihanesi. Ergun Çelebi ve Kütahya Mevleviliği.

Tezcan, N. (1994). Manisa Mevlevihanesi. Osmanlı Araştırmaları Dergisi, 14, 185-193.

Uçman, A. (1989). Ahmed Celaleddin Dede. TDV İslam Ansiklopedisi, 2, 53.

Urfalı, A. (2008). Tavşanlı Mevlevihanesi. Uyum Ajans.

Ünver, İ. (1994). Galata Mevlevihanesi Şeyhleri. Osmanlı Araştırmaları Dergisi, 14, 195-219.

Ünver, S. (1964). Osmanlı İmparatorluğu Mevlevihaneleri ve Son Şeyhleri. Mevlânâ Güldestesi. Turizm Derneği Yayınları.

Ünver, S. (1998). Edirne Mevlevihanesi Tarihine Giriş. Edirne Serhattaki Payitaht. Yapı Kredi Yayınları.

Vassaf, H. (2015). Sefine-i Evliya. Kitabevi.

Yazıcı, G. (2017). Gelibolu Mevlevihanesi’nin Yarını. Günümüzde Yurt İçi Mevlevihanelerinin Durum ve Konumları.

Yıldız, B. (2016). Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Urfa Mevlevihanesi’nin Tamir ve Restorasyonu Çalışmaları. İslam Tarihi ve Medeniyetinde Şanlıurfa II. Şanlıurfa Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları.

Yücel, E. (1969). İstanbul Mevlevihaneleri. Hayat Tarih Mecmuası, 11, 28-33.

Yücel, E. (1979). Galata Mevlevihanesi. Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, 2, 63-83.

Yücel, E. (1979). Kasımpaşa Mevlevihanesi. Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, 3, 76-86.

Yücel, E. (1982). Beşiktaş (Bahariye) Mevlevihanesi. Sanat Tarihi Yıllığı, 11, 161-168.

Yücel, E. (2015). Kasımpaşa Mevlevihanesi. Arkeoloji ve Sanat, 150, 207-216.

Yüksel, H. (1996). Tokat Mevlevihanesi. Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 2, 61-68.

Ziya, M. (1328). Bursa’dan Konya’ya Seyahat. Ta n Matbaası.

Ziya, M. (1911). Yenikapı Mevlevihanesi, Araks Matbaası.

 

TYB AKADEMİ | 2023 / 39: 82 – 109

 

*      Dr. Öğr. Üyesi, Sakarya Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tasavvuf Anabilim Dalı, bcakmaktas@sakarya.edu.tr ORCID: 0000-0002-8670-3430 Makale Geliş Tarihi: 20.07.2023 | Kabul Tarihi: 23.08.2023

 

‘Mevlana Türbe Arkası Kentsel Yenileme Projesi’ tanıtıldı.
‘Mevlana Türbe Arkası Kentsel Yenileme Projesi’ tanıtıldı. 1024 576 Hz. Mevlâna Dergâhı

‘Mevlana Türbe Arkası Kentsel Yenileme Projesi’ tanıtıldı.

Konya Büyükşehir Belediyesi ve Karatay Belediyesi iş birliğiyle hayata geçirilecek Türbe Arkası Kentsel Yenileme Projesi’nin Tanıtım Programı Taş Bina’da gerçekleştirildi.

Mevlana Türbe Arkası Kentsel Yenileme Projesi açılışında konuşan Karatay Belediye Başkanı Hasan Kılca 18 Mart Çanakkale Zaferi’ni kutladı. Kılca, “18 Mart Çanakkale Zaferinin 109. yıl dönümü her köşeye nakış nakış işlenmiş değerlerin saklandığı her bölgesinde ayrı bir tat ve güzelliğin armağan edildiği bu güzel coğrafya hepimize emanet edildi. Bu büyük sorumlulukla geçmişi ve geleceği daha güçlü bir şekilde birbirine bağlayan projelerimize bugün bir yenisini daha ekliyor olmanın gururunu ve mutluluğunu yaşıyorum. Türbe arkası kentsel yenileme çalışmasının şehrimize ülkemize Hazreti Mevlana’nın öğretilerini ve düşünceleriyle hayır olmasını temenni ediyorum. Yatırım da omuz omuza olduğumuz ve bugün birlikte yeni bir heyecana ortak adımlarla yürüdüğümüz Uğur İbrahim Altay’a şükranlarımı iletiyorum. Şehrimizin kadim geçmişini ve değerlerini taşıyan önemli bir hafızanın miras güzellikleri yaşatan ve yarınlara ulaştıran bir anlayışla çalışmaya gayret ediyoruz. Bazı sorumluluklar da var tabii ki bizler unutturmayan bugünü koruyan ve yarını geçmişten koparmasan inşa edenler olmak zorundayız. Bu sorumluluğumuz ışığında bir hayalimizi daha önemli bir aşamaya getirdik. Türbe arkası projemizde çok büyük emekler ve çabalar var sizlere bunlardan bahsetmek istiyorum. 2021 yılından Sayın Cumhurbaşkanımız tarafından yenileme alanı ilan edilen 250 bin metre karelik oldukça büyük bir alan Karatay Belediyesi olarak bölgenin projeye uygun hale gelmesi için başarıyla tamamladık elhamdülillah. Toplamda 2,5 milyar TL diğerinde 100 bin metrekare alanı çalıştırarak bölgeyi yeni projemizin uygulamasına yüzde 100 oranında hazır hale getirmiş olduk. Çalışmamızı yaparken bölgede bulunan geleneksel nitelikteki tek tek korumaya devam ediyoruz. Yaptığımız kamulaştırma çalışmalarıyla proje alanını sağlıksız yapılaşma baskısından tamamen kurtarmış olduk. Böylece geleceğe dönük kültürel mirasın korunmasına ve turizm odaklı yenilenmesine yönelik çalışmaların önünü açtık” dedi.

KONYA’NIN EN KAPSAMLI KENTSEL DÖNÜŞÜM PROJESİ OLACAK

Türbe Arkası Kentsel Yenileme Çalışması Hazreti Mevlana’nın türbesini de içine alan çok önemli bir bölge diyen Kılca, “Şu anda burası her yıl milyonlarca turist ağırlayan ülkemizin en yoğun turizm destinasyonlarından birisi. Aynı zamanda tarihin geçmişiyle de adeta şehrimizin hafızası. Böylesine kıymetli bir proje üretmek en ince detayları görmeyi en doğru adımları atmayı ve neticesinde en ideal planlamayı yapmayı gerektirir. Biz kendimiz yapabilirdik belediye olarak bunu ama ortak bir akılla yapalım dedik bakanlıklarımız, Büyükşehir belediyemiz, milletvekillerimiz, şehrin hafızasını birlikte oluşturmak için birlikte gayret ettik birlikte bu projeye baktık. Türbe arkası kentsel yenileme çalışması özet olarak taşıdığı mimari doku ile Konyamıza çok yakışacak. Tüm bunların yanında yeni türbe arkası konaklama alternatifleri özel proje ve programlara uygun alanları karşılama merkezleri çarşıları tarihi dokusu ve müzeleri de şehrimize katma değer sağlayacak. Mevlânâ hamamı bedesten yeni çarşılarımız kültür merkezilerimiz dükkanlarımız eski Konya evleri Konya evi müzemiz kahve kitap modern ve geleneksel yapıdaki konaklama merkezlerini kapsayan alanlarda inşallah Karatay Belediyesi olarak bizler çalışma yapacağız. Büyükşehir belediyemizin yapacağı Mevlânâ karşılama merkezi tarih ve medeniyet müzesi sultan velet medresesi Konya evi restoranlar kahvehane mutfağı bölümleri ile birlikte bölgede toplamda 106 bin metre karelik inşaat alanında şehrimizin en kapsamlı kentsel yenileme projelerinden birini daha Büyükşehir belediyemizle birlikte hayata geçiriyoruz hayırlı olsun diyorum” ifadelerini kullandı.

TÜRKİYE’NİN EN BÜYÜK İHYA PROJESİ

Mevlana Arkası Kentsel Tasarım Projesi’nin Konya’nın ruhunu ve kadim mirasını yeniden yeşertecek önemli bir proje olduğunu vurgulayan Konya Büyükşehir Belediye Başkanı Uğur İbrahim Altay, “Bu tarihi ana şahitlik edecek tüm misafirlere hoş geldiniz, sefalar getirdiniz diyorum. Konya, asırlar boyu birçok medeniyete kucak açmış, Selçuklulara 200 yıl başkentlik yaparak Darü’l Mülk unvanını gururla taşıyan bir şehir. Aldığımız her nefeste bu aziz şehrin kadim tarihini, binlerce yıllık hatıralarını ve birikimlerini kalbimizin derinliklerinde hissediyoruz. Hazreti Mevlana’nın; “Gerçek Aşk’ı bilen kalp, bir damla suya bile hürmetle bakar” sözüyle ifade ettiği gibi, Konya’mızın her bir değerine hürmet ediyor ve o değerleri yaşatarak yarınlara taşımak için büyük gayret gösteriyoruz. Bu gayretlerimizin en önemli sembollerinden biri, şüphesiz Türkiye’nin en büyük ihya projesi olan Darü’l Mülk Projemizdir. Dar’ül Mülk Projesi kısaca Anadolu’nun kadim başkentini aslına uygun bir mimariyle yeniden ihya etme projesidir. Bu proje kapsamında şehir merkezimizin 20 farklı noktasında çok önemli dönüşüm ve restorasyon projelerini hayata geçiriyoruz. Mevlana ve Altın Çarşı dönüşümleri, Taş Bina Restorasyonu, Alaaddin Caddesi’ndeki binaların dış cephelerinin yenilenmesi, Darü’l Mülk Sergi Sarayı, Eski Tekel Binasının Depo No:4 olarak yeniden ihyası gibi önemli projelerimizi tamamladık. Büyük Larende Dönüşümü, Şükran Mahallesi Dönüşümü, Kılıçarslan Meydanı’nda 13 evin restorasyonu ve Konya Velespit Müzesi gibi birçok projemiz de devam ediyor” diye konuştu.

KONYA’NIN KALBİ BURADA ATACAK!

Mevlana Arkası Kentsel Tasarım Projesi, Darü’l Mülk Projesi’nin en önemli ayağını oluşturduğunun altını çizen Altay, “Projenin gerçekleşeceği alan, Konya’mızın kalbi denilecek bir bölgede yer alıyor. Özellikle Hazreti Mevlana’nın burada medfun olması, buradaki yoğunlaşmayı ve ticari yapılanmayı artırmıştır. Dolayısıyla bu bölgede, görüntü olarak şehrimizin tarihi değerinden çok uzak, plansız ve altyapı sorunlarının olduğu bir bölge olarak günümüze kadar gelmiştir. Özellikle bu sağlıksız yapılaşmanın doğurduğu altyapı sorunları buradaki alanların fiziki varlıklarını korumayı güçleştirmiştir. Burada yapılan çalışmalar neticesinde birçok yapı yok edilmiş, şehrimizin tarihi dokusu ve fonksiyonel bütünlüğü malesef tahrip olmuştur. 2021 yılı Temmuz ayında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile yenileme alanı ilan edilen bu alanda Karatay Belediyemizle birlikte adeta “Konya’mızın kalbinde tarihi bir dokunuş” yapacağız. Bu tarihi dokunuşla hem tarihimizin derin izlerini yeniden gün yüzüne çıkaracak hem de içerisinde ticari alanlar, kültürel ve sosyal yapılar ile dini tesislerden oluşan “Karma fonksiyonlu bir yeni kullanım modeli”ni şehrimize kazandıracağız. Burada yapacağımız çalışmalarımızı projelendirirken eski fotoğraf ve diğer belgelerden yararlanarak tespit edilen akslar ve yapı dokusunu mümkün mertebe projemize aktarmaya çalıştık” dedi.

Proje alanında inşa edilecek yapılardan bahseden Altay, “Batı kısımda yer alan Hazreti Mevlana Türbesi’nin yakın çevresini, az yoğunlukta ve rekreatif amaçlı olarak değerlendireceğiz. Buraya gelecek ziyaretçilerin rahatça dolaşabilmesini sağlamak için dinlenme alanları, yürüyüş yolları ve rekreasyon alanları oluşturmayı hedefliyoruz. Alanın doğu kısmında yer alan bölgede ise bir “Tanıtım Merkezi” tasarladık. Burası Hz. Mevlana Türbesi ve Dergâhının tanıtımının yapılacağı, Mevlevilik ve Mevlevi Kültürü’nün modern müzecilik teknikleriyle anlatılacağı bir merkez olacak. Yine Tanıtım Merkezi kapsamında Türbe ziyaretçilerinin kısa süreli dinlenme ve temel ihtiyaçlarının karşılanabileceği ve tarihi “Menzilhane” binasının fonksiyonel karşılığı olan bir Karşılama Binası inşa edeceğiz. Hazreti Mevlana Müzesi – Sosyal Hizmetler ve Karşılama Merkezi bu projemize yakışan güzel bir eser olacak. Daha evvel yol genişletme çalışmalarında yıkılmış olan Hz. Mevlana Hamamı, Hamam önü dükkânları, muvakkithane ve İmaret binalarını yeniden ihya edeceğiz. Şehrimizin eski kentsel dokusu ve ulaşım aksları esas alınarak arasta tarzında sıra dükkanlardan oluşan çok güzel bir çarşı projemiz de yine bu alanda yer alan önemli projelerimizden biri olacak. Yine alanda yapacağımız çalışma ile çarşı ve ticari birimler fonksiyonu, geleneksel “han” yapılarının güncel bir yorumunu inşa edeceğiz. Bu alanda büyük ölçekli mağaza ve dükkanlarla birlikte bir de konaklama yapısı yer alacak. Alanda bulunan tarihi kerpiç binalar ise aslına uygun şekilde restore edilerek Konya Evi Müzesi ve Divanhane Kıraathanesi olarak hizmete sunulacak. Proje kapsamında gastronomi şehri olan Konya’mıza değer katacak bir proje olacak “Darüzziyafe Konya Mutfağı” ile destekleyici Kültür Yapıları inşa edeceğiz. Her yönüyle adeta bir açıkhava müzesi olan Konya’mızda dağınık halde bulunan müzelerin envanter ve birikimini de içine alacak çok kapsamlı bir “Konya Tarih ve Medeniyet Müzesi” inşasını planladık. Müzenin kitle ve cephe tasarımında, geleneksel Konya kerpiç evlerinin malzeme ve renk özellikleriyle, bunların birlikte oluşturduğu tarihi dokuyu esas alacağız. Müzemizin açık alanlarında ise zaman içinde kaybolmaya yüz tutmuş önemli bir kültürel mirasımız olan Türk-İslam Bahçe ve Peyzaj mimarisi karakterinde düzenlemeler gerçekleştireceğiz. Hz. Mevlana’nın doğum yeri Belh’te babası Sultan-ül Ulema Bahaüddin Veled’in ders verdiği medresenin bir benzeri olacak Sultan Bahaddin Veled Medresesini inşa edeceğiz. Bu mekanın bir diğer özelliği ise; Sultan’ül Ulema Bahaüddin Veled ile Hz. Mevlana’nın Belh’ten Konya’ya olan yolculuklarının bu mekanlarda yeniden hayat bulacak olmasıdır. Adeta bir hicret numunesi olan bu yolculuğu bu medresede yeniden anlatacağız. Hz. Mevlana Türbesi’ne nispeten uzak olan kısımlarda ise kitap kahve, kafeterya ve konaklama ihtiyaçlarını karşılayan yapılar inşa edeceğiz. Bu alanlar da buradaki tarihi ve kültürel kimliğe uygun şekilde hayata geçecek. Son olarak ise 3 bin metrekare alanda hayata geçecek, tüm hususiyet ve unsurlarıyla klasik bir Mevlevi Dergâhı olacak Konya Mevlevi Dergahı da yine bu bölgede yeniden hayat bulacak. Bu projemizde yeni yapılar inşa ederken aynı zamanda alanda tespiti yapılan mevcut tescilli yapıları koruyacak ve uygun şekilde işlevlendirerek projemize dahil edeceğiz. Eski eser statüsüne sahip olacak sanatsal ve mimari özelliklere sahip olmayan, ait oldukları dönemin karakteristiğini yansıtmayan yapıların daha nitelikli olarak ve geleneksel dokuya uygun bir kompozisyon oluşturacak şekilde taşınmaları hususunda da çalışma yapacağız. Bu yapılarla beraber proje içerisinde yer alacak otel ve butik oteller, mescitler dahil olmak üzere toplamda 24 yapıyı içine alacak olan Mevlana Arkası Kentsel Tasarım Projemizi, önümüzdeki Nisan ayında tamamlayarak buradaki çalışmalarımıza süratle başlayacağız inşallah” şeklinde konuştu.

 

Sakal-ı Şerif, yıllar sonra tekrar ziyarete açıldı.
Sakal-ı Şerif, yıllar sonra tekrar ziyarete açıldı. 1024 576 Hz. Mevlâna Dergâhı

Hz. Mevlana Dergahında bulunan Sakal-ı Şerif yıllar sonra tekrar ziyarete açıldı.

Sakal-ı Şerif’in ziyarete açılmasıyla ilgili bilgi veren Konya İl Kültür ve Turizm Müdürü Abdüssettar Yarar, “Mevlana Müzesi dergah olarak kullanıldığı zamanlarda her Ramazan ayının 15’inden sonra Sakal-ı Şerif ziyarete açılıyordu. Dergah olarak kullanıldığı zamandan yıllar sonra bu Ramazan ayında tekrar ziyarete açıldı” dedi.

Sakal-ı Şerif, bulunduğu 40 kat bohçadan salavatlar eşliğinde çıkarıldı.

Dergahta sergileneceği cam muhafazanın içine konulan üç Sakal-ı Şerif ile 4 Kabe örtüsü, ramazan ayı boyunca ziyaret edilebilecek.

 

 

HZ. MEVLÂNÂ DERGÂHININ DÖRT ŞAHESERİ ve TARİH KİTABELERİ
HZ. MEVLÂNÂ DERGÂHININ DÖRT ŞAHESERİ ve TARİH KİTABELERİ 150 150 Hz. Mevlâna Dergâhı

HZ. MEVLÂNÂ DERGÂHININ DÖRT ŞAHESERİ ve TARİH KİTABELERİ

MUSTAFA ÇIPAN

Kuhl ide çesm-i cihân-bînine rağbetler ile

Hâk-i pâk-i harem-i Hazreti Mevlânâyı,

(Hz. Mevlânâ’nın hareminin temiz toprağını, büyük bir arzu ile, cihanı gören gözüne sürme çekmek istedi.)

Mâni

Hz. Mevlânâ, güzeli değil, güzelliği görmemizi ve sevmemizi ifade buyurarak, “Biz sûfîler sizin mahallenize geldik. Allah rızası için bize güzelliğinizden bir şeyler veriniz.” diye seslenir. Kendisi de ziyaretine gelenlere güzellikler sunar, dahası bu güzellikler, ona ve dergâhına hizmeti şeref bilenlerce birbiri üzerine eklenerek katmerlenir.

Selîm bir akılla düşünen, selim bir kalple inanan ve selîm bir zevkle beğenen Mevleviler, bu hâli hem kendi hayatlarına hem de meydana getirdikleri eserlere hakkıyla yansıtırlar.

Bütün tasavvuf yollarının dergâhları hem kurucu şeyhlerin hem de o mekânlarda yetişen âşık, arif, âlim, kâmil, fâzıl ve hakim mürşidlerin nafiz nazarları ve derûnî nefesleriyle bulundukları bölgeye ruh kazandıran ve kıymet katan bir hüviyet arz ederler. Bu dergâhlar, yüzyıllar boyunca müntesiplerini manevî bakımdan terbiye etmenin yanında kabiliyetleri nispetinde güzel sanatların muhtelif şubelerinde de eğiterek cemiyete yol gösterecek, onları güzelliğe, iyiliğe, doğruluğa, sevgiye, hoşgörüye kısaca güzel ahlâka davet edecek “nümûne insan” yetiştirirler.

Bu hâlin bir neticesi olarak, Hz. Mevlânâ’ya uyanlar ve Mevlevî olarak isimlendirilenler, yüzlerindeki temizlik, tavırlarındaki asalet ve vakar, kıyafetlerindeki sadelik ve zarafet, konuşmalarındaki kendilerine has terbiye yanında imanlarından kaynaklanan fikrî inceliklerini ve sanat kabiliyetlerini yansıtan nezaketli üslûpları ile cemiyet hayatında son derece tesirli olurlar.

Bu terbiyenin verildiği mekânların idare merkezi olan Konya Âsitânesi, hayatta iken Hz. Mevlânâ’ya duyulan hürmet ve muhabbet, Hakk’a vuslatından sonra da rûhâniyetinden istimdâd etmek sebebiyle Selçuklu’dan Karamanoğlu’na, Karamanoğlu’ndan Osmanlı’ya, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan bir zaman diliminde kesintisiz olarak ilgi görmüş ve görmeye devam etmektedir.

Türk-İslâm şairi, âlimi, arifi, mütefekkiri ve mutasavvıfı Hz. Mevlânâ’nm Dergâhı, fizikî yapılanması, maddeye ruh kazandıran sanat eserleri, tefrîşi, emsalsiz hat ve tezyinatı ile gelen ziyaretçileri derinden etkileyen dünyanın en âsûde ve latîf mekânlarından biridir.

Bu çalışmada yapılış tarihleri gözetilerek, farklı hususiyetleri sebebiyle dikkatleri üzerinde toplayan Şadırvan, Gümüş Kafes, Türbe Tamir Kitabesi ve Hazreri Mevlânâ Levhası üzerinde durulacaktır.

Şadırvan

Şadırvan ve Kitabesi

Dervîşân kapısından bu latîf ve âsûde mekânın bahçesine girdiğinizde sizi karşılayan, huzur ve sükûna kavuşturan ilk mimarî yapı olan ve inşasına “Havz-ı Cinân” (cennet havuzu) (918/1512) terkibiyle tarih düşürülen “Şadırvan” Yavuz Sultan Selim’in hayrı, musluklarından içeceğiniz serin ve leziz birkaç yudum “Çârbâğ” suyu da onun vakfıdır.

Sultan bu hayrıyla, “…Ve bir dahi suyu yoktur, vakt-i salât ve taharette su bulunmaz, müslümanlar müzayaka üzeredir.”1 cümlesinde ifadesini bulduğu şekliyle sadece Dergâhın su ihtiyacını karşılamakla kalmaz, ihtiyaç fazlası suyun da mahalleye dağıtılmasını temin eder.

Mekke ve Medine’nin hâkimi değil hadimi (hizmetkârı) olan büyük hükümdar bu hayrıyla sanki hizmete Hz. Mevlânâ’nın Dergahı’nda devam etmek murâdındadır.

Şadırvan, klasik Osmanlı şadırvan mimarisine uygun, fakat büyük ölçüde ve değişik bir üslûpla inşâ edilmiş, oldukça süslü bir âbide görünüşündedir. On altı dilimli hazne ve Ahmed Eflâkî’ye göre Germiyanoğulları tarafından hediye edilen çift çanaklı bir göbekten ibarettir. Üst örtünün zirvesinde ise içi şemseli, tepesi sorguçlu hilâl şeklinde bir alem mevcuttur.2

Çanaklı mermer göbeğin Germiyanoğulları tarafından hediye edilmesi yanında inşâ tarih kıt’asının ikinci beytinin ikinci mısraında Bevvâb Süleyman’ın şadırvanı “tecdîd” yani yenileme için vazifelendirildiğinin yazılması Sahabettin Uzluk’un, şadırvanın Sultan Veled zamanından (XIII-XIV yüzyıldan) beri var olduğu kanaatini güçlendirmektedir

Dergâh Şadırvanının, özellikle üzerinde duracağımız kısmı, bize bir medeniyet tasavvuru tecrübesi yaşatan, vefa, kadirşinaslık ve hizmette devamlılığın çok kıymetli bir misâlini teşkil eden güney hazne duvarının üzerine yerleştirilmiş musluklu mermer kitabedir. Hangi yüce gönüllü akıl ve san’atkâr -ihsan üstüne ihsan edercesine-şadırvanın inşasından 356 yıl geçtikten sonra yapılan ihya çalışmasını bu küçük mermer kitabeye, inşa tarih kıt’asının altına -yapılışından 83 sene sonra gerçekleştirilen küçük tamir ve bakımı hatırlatmayı da göz ardı etmeden- hakkeder. Kitabenin üst kısmında yer alan inşa tarih kıt’asının, aradan geçen 356 sene zarfında, alttaki ihya kitabesine nazaran nasıl yıprandığı da dikkatli nazarlardan kaçmaz.

Bu makalede konu edilen eserlerden Yavuz Sultan Selîm’in “Şadırvan” inşası ile ilgili tarih kıt’asında mahlas mevcut olmayıp, Sultan Abdülaziz tarafından yaptırılan tamir için Gâlib, diğer üç eserden “Gümüş Kafes” için Manî, Sultan II. Mahmud’un “Yeşil Kubbe’yi tamiri ve “Hazret-i Mevlânâ” levhası için ise Pertev Paşa tarih düşürür.

Mimarî yapılar başta olmak üzere, doğum, tahta çıkış, ölüm, sünnet, düğün, zafer, telif eser vb. konularda düşürülen tarihler mimarî eserler için adetâ bir tapu, diğerleri için de çok kıymetli birer belge hükmündedir. Tam bu noktada, yazımızın esasını teşkil eden tarih düşürme ile ilgili kısaca bilgi vermenin faydalı olacağı kanaatindeyiz.

Harflerin rakam karşılıkları esasına dayanan ve başlangıcı oldukça eskiye giden ebced sistemi ile tarih düşürme sanatının ilk defa kimin tarafından icat edildiği kesin olarak belli değildir. XII. yüzyılda Fars edebiyatında ortaya çıktığı, oradan Türkler’e, Türkler’den de Araplar’a geçtiği bilinen bu işleme en yaygın adıyla “tarih düşürme” denilir. Türk edebiyatında XIV yüzyıldan itibaren gelişmeye başlayan, önceleri daha çok Arapça ve Farsça yazılan, bir kelime veya terkipten oluşan mensur tarihler XVI. yüzyıldan itibaren genellikle Türkçe kaleme alınır ve manzum tarihlere rağbet artar.

Edebiyatımızda tarih düşürme geleneğinin en güzel örneklerini Surûrî verir, Ahmed Paşa, Necati, Zâti, Nâbî, Şeyh Gâlib gibi klasik dönem şairleri yanında İzzet Molla, Nâmık Kemâl, Muallim Nâcî, Ali Emîrî Efendi, daha sonraları Ali Nihad Tarlan, Abdülbakî Gölpınarlı ve Mehmed Çavuşoğlu gibi isimler de tarih düşürürler. Başlangıçta hicrî, daha sonra Hicrî/Rûmî yıllara göre tarih düşürülmüş olup, günümüzde de bu gelenek daha çok milâdî yıllar esas alınarak devam ettirilmektedir.

Şadırvan kitabesinin üst kısımda bulunan üç beyitlik tarih kıt’ası Yavuz Sultan Selîm’in inşası için yazılır, musluğun hemen üzerinden başlayan alem şeklindeki kabartma kompozisyonun en üst kısmındaki lâle motifinin içine, Sultan III. Mehmed’in tamirini yâd etmek maksadıyla “sene 1004” (1595-6) rakamı işlenir, alttaki üç beyitlik tarih kıt’asında da şadırvanın Sultan Abdülazîz tarafından ihyâsına tarih düşürülür, muslukla bağlantı noktasının hemen üzerine de ihya tarihi olan “sene 1284” (1868) hakkedilir.

Kitabenin birinci tarih kıt’ası aruzun “Müstef ilün Müstef ilün Müstef ilün Müstef ilün”, ikincisi ise “Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün” kalıbıyla yazılır.

Kitabenin üst kısmında yer alan şadırvanın Yavuz Sultan Selîm tarafından inşasıyla ilgili üç beyitlik tarih kıt’ası şöyledir ve tarihe esas teşkil eden ifade, şiirin en sonunda yer alan “Havz-ı Cinân” (918/1512) tamlamasıdır. Her iki tarih kıt’asında da tarih, söyleniş bakımından “manen”, hesaplanması bakımından da tarihe esas teşkil eden metnin bütün harflerinin rakam değerlerinin toplanmasıyla söylenilmek istenilen senenin elde edildiği, en makbul sayılan “tam” tarih usulüyle düşürülür.

Sultân Selîm bin Bâyezîd oldur reh-i dinde sa’îd
Şâdır(re)vân icra idüp Dergâh-ı Mollada revân

Nazır durur evkafına DârüVsa’âde Ağası
Tecdîd içün irsal idüp Bevvâb Süleymânı hemân

Devrinde Şâh-ı Kişverin sa’yiyle itmama irüp
İlham ile târihini didim ana Havz-ı Cinân

Sadeleştirilmiş nesre çevirme

Din yolunda uğurlu, mübarek Bayezidoğlu Sultan Selim, Hz. Mevlânanın Dergâhına bir şadırvan yaptırıp suyunu akıttı (vakfetti).

DârüssaadeAğası (HaremAğası) vakıflarına bakmakta olup, yenilemek için hemen Bevvâb (kapıcı) Süleymânı gönderdi.

Memleketlerin Şahmın devrinde, gayretli çalışmalarla tamamlanan şadırvan için ilham ile “Havz-ı Cinân” tarihini söyledim.

İnşa tarih kıt’asının hemen altına, Sultan Abdülaziz’in şadırvanı ihyası için -güzel bir tarih düşürdüğünü söyleyen- Gâlib’e ait şu tarih kıt’ası yazılır. Bu kıt’ada tarih son mısraın tamamıyla verilir.

Şehinşâh-ı cihan kutb-ı zaman Abdülazîz Hânı
Serîr-i şevketinde haşre dek dâ’im ide Allah

Bu şâdrevam ihya kıldı nevtarz üzre bî-mânend
Cenâb-ı Pîre ta’zîmen o Sultân-ı felek-dergâh

Düşürdü hîn-i itmamında Gâlib bir güzel tarîh
Bu şadırvana zemzem eyledi icra Şeh-i Cem-câh Sene 1284(1868)

Sadeleştirilmiş nesre çevirme

Allah, cihan şahlarının şahı, zamanın kutbu Abdülaziz Hanı azametli tahtında haşre kadar daim eylesin.

Bu şadırvanı yeni bir tarz üzre ve eşsiz bir şekilde, gök dergâhının sultanı Hz. Mevlânaya hürmeten ihya eyledi.

Gâlib, şadırvan tamamlandığı zaman güzel bir tarih düşürdü: “Cem makamlı şah, bu şadırvana sanki zemzem icra eyledi” (bağladı, zemzem akıttı).

Gümüş Kafes

Muhammed Muhtar Efendimizin yolunun toprağı olduğunu söyleyen Hz. Mevlânanın âşıklarını sandukasının önünde huzurda karşılayan Gümüş Kafes, adetâ Resûlullah sevdalısı gönüllere, Ravza-i Mutahharada Peygamber Efendimizi büyük bir hürmet ve muhabbetle selâmlayacakları “Muvâcehe-i Şerıfe’yi ilham eder. Bir velinin gümüş kafesini bir Osmanlı paşası yaptırır. Ancak Habibullah’ın “Muvâcehe-i Şerîfe’sini, şefaatini umarak:

Kola tacım gibi başımda götür sem daim
Kadem-i pâkini ol Hazret-i Fahri Rusülün

mısralarında ifade ettiği üzere Efendimizin Kadem-i Şerifini sorgucunda taşıyan Peygamber âşıkı Osmanlı Sultanı I. Ahmed altından yaptırarak gümüş levhayla birlikte 1617’de büyük bir tazimle yerine koydurur.

Mevlânâ Dergâhı’nın en güzel ve dikkat çekici eserlerinden biri ariflerin kutbu Hz. Mevlânâ’nın toprağı ıtır kokulu, şerefli merkadinin ön tarafında yer alan, H.1006/M.1597-8 yılında Maraş Mîrimîrânı Mahmud Paşa tarafından Kalemkâr İlyas’a fevkalâde sanatkârâne bir şekilde yaptırılan “Gümüş Kafes”tir.

“Hicri 10. asırdaki Türk kuyumculuğunun, Türk hakkâklığının bütün hürde (ince) teferruatını vazıh (açık) olarak ispat eden bu nefise…”‘ cümlesiyle kıymeti ifade edilen bu Gümüş Kafes’in alınlığının en üst kısmında Selçuklu celî sülüsü ile ‘Allah” (c.c), hemen altında “Kelime-i Şehâdet”, dikdörtgen kitabelerde de şair Manî’ye6 ait, Mîrzâ Ali tarafından celî ta’lîk ile yazılan otuz iki beyitlik “Kıt’a-i Kebîre” yer almaktadır.’

Aşağıdaki kıt’a-i kebîrede de anlatıldığı üzere gümüş kafesin yaptırılması hikâyesi şöyledir.

Padişah (Sultan III. Mehmed) çıkmış olduğu seferden zaferle döner ve kendisini de vezirliğe kabul ederse bütün malını sarf ederek gümüşten bir kafes yaptırıp hediye etme dileği ve vaadinde bulunmak üzere Hz. Mevlânâ’nın türbesini ziyaret eder ve kapısına yüz sürer Maraş Mîrimîrânı Mahmud…

Yüzüni sürdi gubâr-ı deri Mevlânâ’yâ8
Eyledi geldi ziyaret bu mübarek çayı

(Hz. Mevlânanm kapı eşiğinin tozuna toprağına yüzünü sürdü ve gelip bu mübarek makamı ziyaret etti.)

Sefere çıkılır, zafer kazanılır ve Valide Sultan’ın da desteği ile muradına nail olan Mahmud Paşa bu muhteşem gümüş kafesi yaptırıp yerine koydurarak vaadini yerine getirir.

Kıt’a-i Kebîre

1. Şâh-ı Cemşîd-haşem Husrev-i hurşîd-‘alem
Dâver-i taht-ı akâlîm-i cihân-ârâyı

2. Tac-bahşende-i her şah-ı diyarı İslâm
Tâc-hâhende-i her memlekeri Tersâyı

3. Râyet-efrâz-ı meyâdîn-i memâlik-gîrî
Meş’al-efrûz-ı serâ-perde-i mülk-ârâyı

4. Âsumân-mertebe Sultân Muhammed Hân kim
Bende itdi nice İskender ile Dârâyı

5. Ol ki bâzû-yı cihangiri ile kıldı esir
Pâdişâhân-ı cihân-dâr-ı ‘atâ-bahşâyı

6. Niyyet itdi ki kıla kâfiri bî-dîne gaza
İrgüre çarh-ı berine ‘alem-i bâlâyı

7. Diledi kim ide küffâr ile ceng ü peykâr
Tuta âvâz-ı gaza bu felek-i mînâyı

8. Ele alup sala şemşîri gazayı tâ kim
Göstere kâfiri bî-dîne yed-i beyzâyı

9. İtdi pes kahr-ı ‘adû niyyetine gerdûn-sây
Mehçe-i râyet-i mansûrı cihân-ârâyı

10. Oldu beğlerbeğiler dahi gazaya me’mûr
Dikdiler her birisi râyet-i gerdûn-sâyı

11. Cümleden birisi ol sâhib-i hulk u Mahmud
Vüzerâ zümresinin Âsari sâhib-râyı

12. Ol ki nâmı gibi evsâf-ı şerifi
Mahmud Asaf-ı pâdişeh-i memlekeri Dârâyı

13. Mîri mîrânı idi Mar’aşın ol esnada
Adi ile kendüye kul itmiş idi dünyâyı

14. Sefere ‘azim olup itdi gönülden tasmîm
Ki ziyaret kıla bu türberi rûh-efzâyı

15. Kuhl ide çeşm-i cihân-bînine rağbetler ile
Hâk-i pâk-i harem-i Hazreri Mevlânâyı

16. Yüzüni sürdi gubâr-ı deri Mevlânâ’yâ
Eyledi geldi ziyaret bu mübarek câyı

17. Sıdk ile rûh-ı şerifinden idüp istimdâd
Didi ey cennet-i a’lâda kılan me’vâyı

18. Halkı serteşne idüp itdüren âheng-i neva
Salan âfâka semâ’ ile sadâ-yı nâyı

19. Ahdim olsun ki eğer Hazreri Şâh-ı Cem-câh
Feth idüp milket-i küffârı kırup a’dâyı

20. Tahtına devlet ü ikbâl ile mansûr gelüp
Lutf ile emrine mahkûm kıla dünyâyı

21. Ben dahi dâhil olursam vüzerâ zümresine
Deri devletde bulup mertebe-i ‘ulyâyı

22. Harcedüp mâ-melekim bezi kılup makdûrum
Sîmden eyleyeyin bu kafes-i zîbayı

23. Niyyetin muhkem idüp kıldı tevekkül Hakk’a
İtdi rehber kerem-i Hâlık-ı bî-hem-tâyı

24. Nâgehân Hazret-i Belkîs-ı zaman Meryem-i ‘ahd
Ki ana virdi Huda mertebe-i ‘ulyâyı

25. Hazret-i Valide Sultan gül-i bâğ-ı ‘ismet
Tuydı çün niyyet-i PaşaTı mübârek-câyı

26. Hayr-hâh olduğım bildi şeh-i devrâna
Gûş idüp hayli pesend eyledi bu ma’nâyı

27. Zimmet-i himmetine vâcib ü lazım gördi
Ki vezir eyleye gayretler ile Paşayı

28. Hamdülillâh ki bulup cümle murâdâta vüsûl
İtdi sîmîn-kafes-i merkad-i Mevlanâyı

29. Bârekallâh zihî sîm-kafes kim göricek
İtdi alüfte nice tûtî-i şekker-hâyı

30. Kafese koydı tutup murg-ı nevayı dirler
Seyr idenler göricek bu kafes-i ra’nâyı

31. Bülbülân-ı çemen-i kuds olup meftûnı
İrgürürler göğe feryad ile vaveylayı

32. Didi târihini Mânî-i şikeste-hâtır
“Sîm kıldın kafes-i merkad-i Mevlanâyı”

Temmet bi ‘avnillâhi te’âlâ
Senesittevüelf”ıoo6″(i597-8)
Meşşakahu el-fakîr Mîrzâ Alî
Amele kalemkâr İlyâs

Bu kıt’a-i kebîrede de tarih söyleniş bakımından “Manen”, hesaplanması bakımından da “Tam” tarih usulüyle düşürülmüş, ayrıca ketebe kısmında yazı ve rakamla da belirtilmiştir.

Mevlânâ Türbesi etrafında l597de Kalemkar İlyas’a yaptırılan gümüş kafes üzerinde yer alan usta imzası: “Ameli-Kalemkar İlyas”

Sadeleştirilmiş nesre çevirme

  1. Ey Cemşîd haşmetli, (Hüsrev gibi) güneş alemli, cihanı süsleyen iklimlerin tahtında oturan padişah.
  2. İslâm diyarlarının şahlarına taç bağışlayan, Hristiyan memleketlerinin taçlarını isteyen (taçlarını elinden alan, onları güçsüz kılan),
  3. Memleketlere hükmeden ve meydanlarda sancak kaldıran, meşaleleri, mülkü süsleyen sultan çadırını aydınlatan,
  4. Asuman mertebeli (mertebesi pek yüce olan) Sultan Muhammed Han ki, nice İskender ile Dârâ’yı kul köle etti.
  5. O ki cihangir pazusuyla, bahşiş veren, cihanı tutan padişahları esir etti.
  6. Yüce alemini (sancağını) çarhın yücelerine ulaştırmak (dikmek) için dinsiz kâfire gaza eylemeye (sefere çıkmaya) niyet etti.
  7. Küffar ile cenk ederek gaza avazıyla mavi gökyüzünü doldurmayı diledi.
  8. Gaza kılıcını eline alıp salarak, adetâ dinsiz kâfire yed-i beyzâyı (Hz. Musa’nın Firavuna karşı parlak, bembeyaz görünen eli) göstermek istedi.
  9. Ardından cihanda düşmanları kahretmek niyetiyle, semaya yükselen, cihanı süsleyen ve her zaman Allah’ın yardımına mazharolan, hilâl alemli (tepesinde hilâl bulunan) sancağını açtı.
  10. Gaza emrini alan beylerbeylerinin her biri göğe doğru yükselen sancaklarını diktiler.
  11. Onlardan biri, yaradılışı övülen, rey sahibi, vezirler zümresinin Âsaf’ı (Hz. Süleyman’ın veziri) mertebesindeki Mahmud Paşa idi.
  12. Namı gibi şerefli vasıfları da övülmüş olan o Mahmud Paşa, sanki Dârâ memleketinin padişahının isafıdır.
  13. O sırada Maraş Beylerbeyi olan Mahmud Paşa, adaletiyle bütün dünyayı kendisine kul etmişti.
  14. Sefere çıkmaya gönülden ve kesin olarak karar verdiğinde ömrü artıran, ruha ferahlık veren Hz. Mevlânanın Türbesini ziyarete niyetlendi.
  15. Büyük bir arzu ile, cihanı gören gözüne, Hz. Mevlânanın hareminin temiz toprağını sürme çekmek istedi.
  16. Mahmud Paşa, Hz. Mevlânanın kapı eşiğinin tozuna toprağına yüzünü sürdü ve gelip bu mübarek makamı ziyaret etti.
  17. Onun şerefli ve mübarek ruhundan doğrulukla meded umarak şöyle dedi: “Ey cennet~i a’lâda mekân edinen, sığınılacak yeri olan,
  18. Halkı suya hasret bırakıp feryadlarını yükselttiren, sema ile birlikte neyin sadâsını ufuklara salan,
  19. Ahdim olsun ki, Cem mevkiindeki padişah hazretleri düşmanları kırıp geçirip, kâfir memleketlerini fethettiğinde,
  20. Allah’ın yardımı ile devlet ve ikbâlle tahtına dönerek lutfuyla dünyayı hükmüne tâbi kıldığında,
  21. Ben de vezirler zümresine dahil olup devlet kapısında yüce bir mertebeye erişirsem,
  22. Allah’ın takdiriyle, varımı yoğumu harcayıp elimden geleni yaparak, bu güzel kafesi gümüşten yaptırayım.”
  23. Niyetini kesinleşerek Allah a tevekkül kıldı ve esi benzeri olmayan Yaradıcının keremini kendine rehber, yol gösterici etti.
  24. Allah’ın kendisine yüce mertebeler verdiği, devrin Meryem’i ve zamanın Belkîs’ı (Valide Sultan) ki, ansızın,
  25. Masumluk ve temizlik bağının gülü, bu mübarek makamdaki (Hz. Mevlânâ Türbesi) niyetini duydu.
  26. Zamanın padişahının hayrını talep ettiğini anladı ve bu mânâyı pek beğendi.
  27. Himmet kuşatıcılığına alıp gayret ederek paşayı vezir eylemeyi lüzumlu gördü.
  28. Allah’a hamdolsun ki, bütün muradına erişen (Mahmud Paşa), Hz. Mevlânâ’nın kabrinin önüne gümüş bir kafes yaptırdı.
  29. Allah mübarek etsin, bu pek güzel ve hoş gümüş kafesi görünce, nice tatlı sözlü tûtîyi (papağan) kendisine bağladı (hayrette bırakarak sadece kendisini medheder hâle getirdi).
  30. Bu muhteşem kafesi seyredenler, adetâ, güzel sesli kuşu tutup kafese koydu, derler.
  31. Mukaddes çemenin (Kubbe~i Hadrâ’nın) bülbülleri, bu kafesin meftunu olarak inleyişlerini, feryadü figanlarını göğe ulaştırırlar.
  32. Gönlü kırık Mânî, tarihini şöyle söyledi: ‘Mevlânâ’nın kabrinin kafesini gümüşten yaptın.”

Allah’ın yardımı ile 1006 (ı597-8)’da tamamlandı.

Büyük zahmetlerle Mîrzâ Ali’nin yazdığı şiir Kalemkâr İlyas tarafından işlendi.

Sultan II. Mahmud’un Türbeyi Tamiri (Tarih Kıt’ası)

Sultan II. Mahmud tarafından yaptırılan tamir için Nezri Mevlânâ hassasiyetiyle kaleme aldığı 18 beyitlik tarih kıt’asında Pertev Paşa; Hazreri Mevlânâ’yı bembeyaz bir büyük inci tanesine, Dergâhını cümle âşıklara can ve gönül Ka’besine, nurdan bir deryaya, dervişlerini de cihanı ve canı bir yana bırakıp sevgilinin mumuna yanan ve onun etrafında dönerek bütün varlıklarını, benliklerini yakıp yok eden pervanelere benzetir. Devamında Konya şehrinin, İran ve Turan’a karşı övündüğü bu Dergâhın, vaktin geçmesiyle tamire ihtiyacı olduğu ve Cenâb-ı Hakk’ın, uyanık gönlü daima hayır ve hasenata meyilli, mübarek yaratılışı adalet, merhamet ve şefkatle ikballi, temiz ahlâklı şahların şahına bu hayrı müyesser kıldığını anlatır.

Pertev Paşa’nın kaleme aldığı ve Yesârîzâde Mustafa İzzet Efendi’nin 1251/1835 yılında ta’lîk ile yazdığı bu tarih kıt’ası son derece mühim bir sanat şaheseridir. Üst kısmı motifli sade bir çerçeve ile çevrelenen siyah boyalı ahşap levhada beyit araları yaldızlı çizgilerle ayrılır.

Pertev Paşa, “Âşıklar Kâ’besi” olarak kabul edilen Mevlânâ Dergâhı’nın tamir edildiğini belirttiği, ziyaretçilerden burayı adetâ tavafa gelip, ufukların sultanına duâ etmeleri talebinde bulunduğu son beytin her iki mısraında da söyleniş bakımından “manen”, hesaplanması bakımından “tam” usulüyle tarih düşürür, ayrıca her iki mısraın altına da rakamla 1251 yazar. Bir önceki beyitte de bu iki tarihi, Küçükayı yıldız kümesinin en parlak yıldızları olan ve “Ferkadeyn” diye isimlendirilen “Dübb” ve “Merak” yıldızlarına benzetir:

İki tarîh mülhem oldı Pertev matla’-ı dilden
Sezâdur benzedilse Ferkadeyn-i Şems-i işrâka

Yapıldı Dergeh-i Monlâ budur çün Kâ’be uşşâka “1251”
Tavafa gel du’â it yapdıran Sultân-ı âfâka “1251” (1835-6)’9

Bu levhada dikkatleri çeken husus, tarih kıt’ası tamamlandıktan sonra koltuk kısımlarına yazılan emsali az görülen ve fevkalâde mühim olan iki beyittir. Bu beyitlerin ilkinde, Pertev Paşa şiirini: “Hak dostlarının bendesi âciz ve nâçiz Pertevin niyaz nutkudur”diye vasıflandırarak; ikincisinde de hattat Yesârîzâde Mustafa İzzet Efendi: “Yesârizâde’nin kaleminden çıkan eserMevlânâ Dergâhında feyz alır “değerlendirmesinde bulunarak Hz. Pîr’in rûhâniyetine sığınırlar.

Nutk-ı niyaz bende-i îşân
Pertev-i nâçiz ü nâtüvân

Feyz alur Dergeh-i Mevlânâ’da
Eseri kilk-i Yesârî-zâde

Sultan II Mahmud tarafından yaptırılan tamir için Pertev Paşa’nın kaleme aldığı 18 beyittik tarih kıt’ası Hat: Yesârizâde Mustafa İzzet Efendi / Hattın Nev’i: Celi Ta’lik

Târîh-i Dergâh-ı Şerîf-i Hazreti Mevlânâ

1. Budur Dergâh-ı Mevlânâ Celâlü’d-dîn-i ve’d-dünyâ
Bu Dergeh Ka’be-i cân u cenândur cümle ‘uşşâka

2. Bu meşhed nurdan derya o Hazret dürre-ibeyzâ
Habâbı Kubbe-i Hadrâ disem hami itme iğrâka

3.Bunun her evcri paki uc virür şems-i hakîkatden
Muhâzî her biri ma’nîde tâk-ı çarh-ı bî-sâka

4. Elezdür ney-şekerden çûb-i matbah çillekeş cana
Müreccah zevk-i hidmet yanlarında başka ezvâka

5. İderler sikke ber-ser sikke-i zer-gerden istiğna
Olup bî-gıll ü gış iksiri hâs-ı pûte-i faka

6. Girifri aşk olurlar baş keserler tavk-ı teslime
Ezelden beste gelmişler visâk-ı ‘ahd ü mîsâka

7. Yanarlar şem’-i canana cihan u can bir yana
Dönerler hem çü pervane virürler varın ihrâka

8. Gehî âzâd olup gamdan geçüp fikri dü-‘âlemden
Rebâb u nâyı eylerler bedel takyîd ü ‘ıtlâka

9. Bununla şehr-i Konya fahr ider îrân u Turana
Bu buk’a kıble-gâh-ı arzudur bunca ‘uşşâka

10. Mürûr-ı vakt ile hacet olup ta’mîre bu hayrı
Müyesser kıldı Hak şâhenşeh-i pâkîze-ahlâka

11. Zihî kutb-ı himem sâhib-kerem Sultân Mahmûd Hân
Odur şems-i ziyâ-bahş-ı ‘inayet cümle âfâka

12. Dil-i agâhı mâ’il bi’t-tabi’ hayr u müberrâta
Mübarek tab’ı mukbil adi ü dâd u rahm u eşfâka

13. Kalemler münhasır ahkâm-ı ‘adlin neşr ü tahrîre
Hazâ’in sû-be-sû meşgul ‘atasın bezi u infâka

14. Cemâl-i şevketi tenviri sırrı sûre-i ve’ş-Şem
Cebîn-i tal’atı teşbîh-i rûşen-subh-ı berrâka

15. Muvaffak oldığı bî-şübhedür her kâr u bârından
İder her emrini tefviz zîrâ RabtH Hallâka

16. O Şâh-ı mu’ciz-âyînin nevâTı feyzidür her dem
İden bu nây-ı kilki böyle mazhar sırr-ı intak

17. İki târih mülhem oldı Pertev matla’-ı dilden
Sezâdur benzedilse Ferkadeyn-i Şems-i işrâka

18. Yapıldı Dergeh-i Monlâ budur çün Kâ’be ‘uşşâka “1251”
Tavafa gel du’â it yapdıran Sultân-ı âfâka “125ı”(ı835-6)

Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün

Metinde(Beyit/Mısra): 2/1 Dürre-i beyzâ: zerre-i beyzâ MÖ; 3/ı evc-i pâki uc virür: mevc-i pâki evc verir MÖ; 3/2 Muhâzî: Mecazî PD; 11/1 Kutb-ı himem sâhib-kerem: sâhib-kerem kutb-ı himem PD; 17/ı târih: târihe PD.

Pertev Dîvânı’nın OsmanlıTürkçesiyle matbu nüshası, Kazasker Mustafa İzzet Efendi tarafından yazılan levha ile Vâsıf’in Mecmû’a-i Medâyıh-ı Mevlânâ’sının esas alındığı, diğer kaynakların taranmasıyla elde edilen manzumelerin de dahil edildiği Mevlânâ Övgüleri ve Mevlevîlik Unsurları kitabında ilk dokuz beyti bulunan tarih kıt’asının imlâsı bakımından bazı farklılıklar mevcut olup, bu çalışmada mânâca en uygur olanlar tercih edilmiştir.

Sadeleştirilmiş nesre çevirme

Mevlânâ Hazretlerinin Şerefli Dergâhlarının Tamiri

1.Dünyanın ve dinin Celâleddin-i Mevlânanın Dergâh budur. Bu dergâh, cümle âşıklara can ve gönül Kâbesidir

2.Bu ziyaret yeri nurdan bir derya, o Hazret de bembeyaz bir büyük inci tanesidir. Hababı, Yeşil Kubbe desem bunda mübalağa yaptığımı düşünme.

3.Yeşil Kubbenin (Türbenin) tertemiz en yüksek noktası hakikat güneşinden haber verir. Mânâ bakımından her biri direksiz çarhın takıyla aynı hizadadır, eş değerdedir.

4.Çile çekmekte olan can için, matbah değneği, şeker kamışından daha lezzetlidir. Zira onların yanlarında hizmet etme zevki, başka zevklere tercih edilir.

5.Kuyumcu sikkesinden tok gözlülükle sakınarak başlarına kendi sikkelerini giyerler, fakirlik potasının has iksiriyle kin ve hileden arınırlar.

6.Ezel meclisinde verdikleri söze tam bir bağlılıkla aşka giriftar olurlar ve teslim tavkma (gerdanına) baş keserler.

7.Cihanı ve canı bir yana bırakıp sevgilinin mumuna yanarlar ve onun etrafında pervane gibi dönerek bütün varlıklarını, benliklerini yakıp yok

8.Bazen gamdan azadolup dünya ve ahiret düşüncesinden geçerek, rebab ve ney sesini bir kayda bağlanma ve salıverilmeye bedel görürler.

9.Konya şehrinin, İran ve Turana karşı övündüğü bu Dergâh, bunca âşık için arzu edilen bir kıblegâhtır.

10.Vaktin geçmesiyle Dergâhin tamire ihtiyacı oldu ve Cenâb-ı Hak temiz ahlâklı şahların şahma bu hayrı müyesser kıldı (nasip eyledi).

11. Aferin, ne güzel, himmet kutbu, kerem sahibi Sultan Mahmud Han ki, ufuklara lütuf ışıklarını bahşeden güneş odur.

12. Uyanık gönlü daima hayır ve hasenata meyilli, mübarek yaratılışı adalet, merhamet ve şefkatle ikballi.

13. Kalemler, adaletli hükümlerini yazmaya ve yaymaya tahsis edilmiştir. Hazineler her tarafa onun ihsanını ve infakını (nafakasını) dağıtmaktadır.

14. Şevketli, heybetli cemâli Şems süresinin sırrıyla aydınlanmaktadır. Güzel alnı berrak aydınlık sabaha benzemektedir.

15. Her işinde, Allah’ın yardımıyla muvaffak olduğuna şüphe yoktur. Zira o, her işini Hallâk olan Rabbine havale etmekte, O’ndan yardım beklemektedir.

16. Bu kamış kalemi dile gelme sırrına mazhar eden, insanı acze düşüren âyinin Şahmın (Şâh neyinin) feyizli sadâsıdır.

17. Pertev, gönlün doğuş yerinden iki tarih ilham oldu. Bunlar Küçükayı yıldız kümesinin en parlak yıldızları olan ve “Ferkadeyn” diye isimlendirilen “Dübb”ve “Merak”yıldızlarına benzetilse yakışır.

18. Âşıklara Kabe olan Monlanın (Hz. Mevlânâ) Dergâhı yapıldı. Gel burayı tavaf eyleyerek, yaptıran ufukların sultanına duâ et.

Yâ Hazret-i Mevlânâ (Kaddesallâhu Sırrahu) Levhası

Sultan II. Mahmûd, Mevlânâ Dergâhı’nda yaptırdığı geniş çaplı tamir faaliyetiyle eş zamanlı olarak Hz. Mevlânâ’nın isminin yazılı olduğu bir levha hazırlatır. Başlangıçta çok normal gibi görünen bu işi fevkalâde kılan ise, şimdiye kadar emsalini tespit edemediğimiz, bir zatın isminin yazılmasına tarih düşürülmesidir. Tabii olarak, tamir kıt’asını yazan şair Pertev Paşa’nın kaleminden çıkan bu dört beyitlik tarih kıt’ası yine aynı levhayı yazan, Cenâb-ı Hakk’ın kalemini muvaffak eylediği, Osmanlı Cihan Devleti’nin en büyük hattatlarından Yesârîzâde Mustafa İzzet Efendi’nin hattıyla gönüllere huzur ve sükûn verir, gözlere bayram sevinci yaşatır. Bu levha Mevlânâ Türbesi girişindeki Tilâvet Odası’nın batı duvarında giriş kapısının hemen üzerinde asılıdır.

Bu levhanın tarihi, söyleniş bakımından “manen”, hesaplanması bakımından “cevheri târih” ifadesinden de anlaşılacağı üzere sadece noktalı harflerin rakam değerlerinin hesaplandığı “mu’cem” (mücevher) usulüyle düşürülür. Tarih mısrâının altına da rakamla 1252 (1837) yazılır.

Değil mi levh-i mücellâsı reşk-i şems-i felek”
Asıldı tâk-ı mu’allâya ism-i Hazreri Pir

Medâr-ı şevk u tarabdur semâ’ ‘uşşâka
Recezdür ‘âşık-ı Mevlâya ism-i Hazreri Pir

Muvaffak eyledi kilk-i Yesârîzâdeyi Hak
Meded-res oldı o Mollaya ism-i Hazreri Pir

Donansa cevheri târîh ile seza Pertev
Yazıldı cedvel-i a’lâya ism-i Hazreri Pîr H.1252 (1837)

Sadeleştirilmiş nesre çevirme

Pîr Hazretlerinin (Hz. Mevlânâ) isminin bulunduğu, feleğin güneşini kıskandıran cilalanmış, parlak levha Dergâh’ın yüce kapısının üzerine asıldı. Semâ, âşıklar için sevinç ve coşkunluk;

Pîr Hazretlerinin ismi de, Mevlâ âşıkma bir mehdiye (övgü şiiri) yazma vesilesidir.

Cenâb-ı Hak, Yesârîzâde’nin kalemini muvaffak eyledi. O Mollaya, Pîr Hazretlerinin ismi yardım eriştirici oldu.

Pertev, Pîr Hazretlerinin ismi yüce bir çizgi üzerine satır hâlinde yazıldı. Etrafı tarih cevheri (sadece noktalı harflerin rakam değerlerinin toplanmasıyla meydana gelen mücevher tarih) ile donansa lâyıktır.

Zamanın kendisinden hiçbir şey eksiltemediği ve eskitemediği Hz. Mevlanâ’yı, Âşıklar Kâbesi Dergâhı’nı ziyarete gelenler merhamet, lütuf, kerem ve nimetle donatıldıklarını hissederek, onun vecd ve temkini şahsında birleştiren hem yaşarken hem de vefatından sonra tasarruf sahibi bir Hakk dostu, insanlığa uzanan kurtarıcı bir el, sakin ve emin bir sığınak olduğunu gönüllerinde hissederler.

Yerli yabancı, uzak yakın, müslim ve gayri müslim herkesi miktarınca nasiplenmeye, ruhlarını arındırmaya, gönüllerini ferahlatmaya, kısacası bu tecrübeyi ilk defa veya yeniden yaşamaya davet ediyoruz.

Hem makalemizde hakkında bilgi verdiğimiz eserleri yaptıranları, hem emek veren sanatkârları hem de Dergâha her konuda hizmeti geçenleri rahmet ve şükranla yâd ediyoruz. Rûh-ı revânları şâd ola.

Cenâb-ı Hakk’a vuslatının 750. yıldönümünde Hz. Mevlanâ’yı, “Kim bizi iyilikle anarsa, dünyada adı, iyilikle amlsın.”sözü uyarınca rahmet ve minnetle anıyor, himmet ve rûhâniyetlerinin üzerimize olmasını niyaz ediyoruz.

Hayırlar fethola…

Array

Edirne Mevlevihanesi ihya edilecek
Edirne Mevlevihanesi ihya edilecek 864 486 Hz. Mevlâna Dergâhı

Osmanlı döneminde Konya ve İstanbul mevlevihanelerinden sonra en büyük üçüncü mevlevihane olan yapı, Edirne Valiliği öncülüğünde ihya edilecek.

Edirne Valisi Yunus Sezer, geçmişte Konya ve İstanbul mevlevihanelerinden sonra inşa edilen ve Balkanlar’a da hizmet eden Edirne Mevlevihanesi’nin bulunduğu Muradiye Camisi bahçesindeki alanda incelemede bulundu.

Edirne Vakıflar Bölge Müdürü Ahmet Saraç, İl Kültür ve Turizm Müdürü Kemal Soytürk ile Edirne Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Müdürü Yusuf Şamiloğlu’ndan bilgi alan Vali Sezer, mevlevihanenin ihyası için arşiv kayıtları üzerinden rölöve, restitüsyon ve restorasyon projelerinin hazırlanması talimatını verdi.

Trakya Üniversitesi Roman Dili ve Kültürü Araştırmaları Enstitüsü Dr. Öğr. Üyesi Hasan Ali Cengiz, AA muhabirine, Edirne Mevlevihanesi’nin kent için önemli bir değer olduğunu söyledi.

Kentteki Osmanlı yapıları üzerine araştırmalar yapan Cengiz, Muradiye Camisi’nin kuzey tarafında yer alan mevlevihanenin bugüne ulaşamadığını ifade etti.

Osmanlı döneminde uzun yıllar kullanılan yapının zaman için harap hale geldiğini anlatan Cengiz, “Tarihi kaynaklara göre 1938 yılında Trakya Umumi Müfettişi General Kazım Dirik tarafından harap hale gelen yapı tamamen yıktırılıyor. Ön tarafında yer alan türbede bulunan mezarlar güney tarafa naklediliyor.” dedi.

Cengiz, eser hakkında detaylı bilgiye, 1752 Edirne Depremi’nden sonraki onarım defteri kayıtları, yapılan çizimler ve tarihi kaynaklardan ulaşıldığını dile getirdi.

Mevlevihanenin en büyük yapısının 21 odadan oluşan 2 katlı Şeyh Konağı olduğunu anlatan Cengiz, şunları kaydetti:

“Bu konağın kapısında ‘Medet ya Hz. Mevlana’ yazıyor. Ön tarafında büyük bir semahane var. Batı tarafında derviş odaları, çilehane ve zengin bir kütüphane bulunuyor. Yapının doğu tarafında ise aşevi ve fırının bulunduğu imarethane var. Özellikle buradaki dervişlerin yemek ihtiyacını karşılamasının yanında caminin minaresinin gölgesinin eriştiği yerdeki kişilerin ekmek ihtiyacı buradan karşılanıyor. Bugünkü pide tarzında bir ekmek çeşidi olan fodula ekmeği dağıtılıyor. Perşembe günleri de ikram yapıldığını tarihi kaynaklardan görüyoruz.”

Cengiz, mevlevihanenin, ihyası tamamlandığında önemli bir çekim merkezi olacağını belirtti.

Mevlevihaneye çok sayıda ziyaretçi gelmesini beklediklerini aktaran Cengiz, “Mevlevihane Konya ve İstanbul’dan sonra üçüncü en büyük mevlevihane. Osmanlıya 92 yıl başkentlik yapan Edirne’de, böyle büyük bir yapının ayağa kaldırılması, payitaht Edirne’ye yakışır. Burasının turizm açısından çekim merkezi olacağını düşünüyorum. Burası ayağa kaldırıldığında önemli bir yer haline gelecek. Yıl içerisinde belirli günlerde sema törenlerinin yapılmasıyla geçmişi yad edebiliriz.” diye konuştu.

Edirne Mevlevihanesi

Tarihi kaynaklara göre, 15. yüzyılda 2. Murat Cami Külliyesi’nde caminin kuzeyine yaptırılan ahşap mevlevihane, tekke binaları, harem dairesi, semahane, dede odaları ve kütüphaneden oluşuyordu.

Mevlevi dervişlerinin, öğrencilerin ve misafirlerin yemek ihtiyacının karşılandığı imarethanede ise cami minaresinin gölgesinin düştüğü yere kadar olan evlere her gün ekmek, perşembe günleri de pilav ve zerde ikram edilirdi.

Edirne Mevlevihanesi, 1925 yılında bir süre ilkokul olarak hizmet verdi, ardından Trakya Umumi Müfettişi General Kazım Dirik tarafından yıktırıldı.

Caminin haziresinde mevlevihanenin ilk şeyhi Celalettin Çelebi, ikinci şeyhi Cemaleddin Çelebi, tekke şeyhlerinden Mehmet Arif Dede, Osman Dede, Şair Neşati Dede, Seyyid Mahmut Dede, Mehmet Emin Dede, Ali Eşref Dede ve son şeyh Süleyman Dede’nin mezarları yer alıyor.

Anadolu Ajansı web sitesi

MEVLÂNÂ DERGÂHI ve KALEMİŞLERÎ
MEVLÂNÂ DERGÂHI ve KALEMİŞLERÎ 691 1024 Hz. Mevlâna Dergâhı

MEVLÂNÂ DERGÂHI ve KALEMİŞLERÎ

ALİ FUAT BAYSAL

Hz. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî 1273 yılında vefatının ardından Muînüddin Süleyman Pervâne, eşi Gürcü Hatun ve Alâmeddin Kayser’in katkılarıyla yaptırılan türbeye defnedilmiştir. Türbe yapısı zamanla çevresine yapılan ilâvelerle genişlemiş ve bir manzume hüviyetine kavuşmuştur. Mevlevî dervişlerinin sanatla iştigal etmeleri, bulundukları mekânların da müzeyyen olmasını sağlamıştır.

Günümüzde dergâha girişin ilk bölümünü teşkil eden ve geçmişte Kur’ân-ı Kerîm ve Mesnevî okunması için kullanılan Tilâvet Odası, XVIII. yüzyılda yapılmıştır. Bununla birlikte Kubbe-i Hadrâ’nın doğu tarafındaki bir kubbeli bölüm ve kuzeyindeki ortasında aydınlık feneri bulunan mukarnaslı bir tonozla örtülmüş bölüm de aynı dönemde inşa edilen yapılardır[1].

Dergâh bünyesindeki semâhâne ve mescit gibi diğer yapıların Yavuz Sultan Selim zamanında (1512-1520) yapılmış olduğu ihtimâli ileri sürülse de H. Karpuz bu iki mekânın Kanûnî Sultan Süleyman döneminde inşa edildiğini kabul etmenin daha doğru olduğu kanaatindedir[2].

Ancak Ş. Uzluk; Kubbe-i Hadrâ’nın duvar yüzeyinde yer alan kitabeden II. Bayezid döneminde önemli bir onarımın yapıldığını, Lokman Dede’nin tasvirlerine göre Semâhâne ve Mescid gibi yapıların da dönemde mevcut bulunduğundan bahseder. Semâhâne ve Mescid bölümleri de Osmanlı erken dönemine aittir. Zaten bu iki yapının kubbelerinde yer alan kalemişleri de XV yüzyıl özellikleri göstermektedir. Dergâh Osmanlı devrinde pek çok tamir ve onarım görmüş olsa da en önemli yenileme çalışmasının II. Bayezid (1481 – 1512) döneminde gerçekleştirildiği bilinmektedir. Türbenin dış kısmında gerçekleşen değişimler hakkında farklı görüşler bulunmasına karşın iç mekânın çok fazla müdahaleye maruz kalmadığı düşünülmektedir. İç mekân tezyinatının ilk yapımından itibaren günümüze ne şekilde geldiği her ne kadar tam bilinmese de mesela Kubbe-i Hadrâ kısmında eyvanın bulunduğu kısmın çinilerle kaplı[3] olduğu, daha sonra gerçekleştirilen onarım ve ilâveler sırasında değişikliğe uğradığı ve zamanla bozularak yerine boya ile kalemişi tezyînat yapıldığı nakledilmiştir[4].

Türbenin iç mekânında yer alan yıldız tonoz kubbe, kemer içleri ve kemer aynaları, ahşap gergiler, müsellesler, güney cephe duvar yüzeyi, kuşak yazıları, fil payelerin yüzeylerindeki kalemişleri XV yüzyıl tezyînat anlayışının bir ürünü olan Bursa üslûbu özelliklerini yansıtmaktadır.

Desenlerin benzerliğinin yanı sıra kalemişlerinde kullanılan yazı karakterleri ve istifleri de yine Bursa üslûbu özelliklerini yansıtmaktadır[5]. Mevlânâ Dergâhının Semâhâne kubbesinin pandantiflerinde yer alan yazı üslubu aynısıyla Edirne Üç Şerefeli Camii’nin avlusunun doğu girişi üzerindeki kubbede görülmektedir.

Dergâhın kalemişlerinde, Türk tezyînat sanatında kullanılan motiflerin hemen hepsi çok farklı esprilerle kullanılmıştır. Tasarımların ana motiflerini rûmî motifler başta olmak üzere, hatâyi motifleri, geçmeler, düğümler ve münhanî motifler oluştururken, bunların dışında şerit gibi devrin farklı uygulamalarını da görmek mümkündür. Çünkü tezyînatın tamamında yukarıda da belirttiğimiz gibi, evvelinde Selçuklu tezyînatında, sonrasında da klasik Osmanlı tezyînatında çok sık rastlamadığımız ve göremediğimiz ilginç tasarımlar dikkat çekmektedir.

Dergâhın dînî bir mekân olması hasebiyle duvar yüzeylerinde Ayet-i Kerîme, Hadis-i Şerif, Esmâ-i Hüsnâ ve Kelâm-ı Kibar’dan sözlerin yazılması olağandır. Dönemin yoğun ve karmaşık olan yazılarına ilâveten yazı zeminlerinde yoğun bezemeler dikkat çekmektedir.

Yazılar çoğunlukla celî sülüs ve kûfî yazılardan oluşmaktadır. Bursa Yeşil Cami ve Türbesi, Edirne Eski Cami, Muradiye Cami ve Üç Şerefeli Camilerinde farklı malzemeler üzerinde görülen bu yazı üslubunun, XV. yüzyılın ilk yarısından sonuna kadar devam ettiği görülmektedir.

Tilâvet odasının kubbesinde rûmî ve hatâyi grubu motiflerle oluşturulmuş bezemeler ile kubbe göbeğine bezeme yapılmıştır. Ayrıca kubbe eteği ve pandantiflerde de dönemin üslubuna uygun yazılar nakşedilmiştir.

Bu birimdeki kalemişleri XVI. yüzyıl özelliklerini taşımakla birlikte son dönem restorasyonlarında değiştirilmiş veya bozulmuş olmalıdır.

Huzur-ı Pir bölümünde Kubbe-i Hadrâ ve Post Kubbesi dışında 6 adet kubbe vardır. Kubbelerin hepsinde Tilâvet odasının kubbe bezemesinin aynısı uygulanmıştır. Pandantiflerde yine Tilâvet odasındaki gibi celî sülüs istifli “Allah”, “Muhammed”, “Ebubekir”, “Ömer”, “Osman”, “Ali”, “Hasan”, Hüseyin” (ra) yazılan yer almaktadır. Hatâyî grubu motifler ve rûmî motifinin yanında nebâtî motifler ile geçmelerde kullanılmıştır. Duvarlarda müsenna celî sülüs ve kûfî yazılar ile zeminlerindeki bezemeler dönem özelliklerini yansıtacak şekilde dikkat çekicidir. Yalnız bu alandaki bezemelerin ve yazıların bir kısmında sonraki dönemlerde yapılan restorasyonlar dolayısıyla anatomilerinde ciddi bozulmalar bulunmaktadır.

Semâhâne alanındaki kubbenin yüzeyi silme kalemişi ile bezelidir. Motiflerin yanında yazı alanları da bulunmaktadır. Kubbe eteğinde de kûfî yazı kuşağı mevcuttur. Pandantiflerde üçgen kompozisyonlu Lafza~ı Celâl/İsm-i Nebî/ Cihâr~ı Yâr-î Güzin isimlerinden müteşekkil müsenna yazılar bulunmaktadır. Bu alanda Hattat Mahbub Efendi’nin imzası bulunmaktadır. Semâhâne duvar ve pencere kenarlarına yazı alanları ile geometrik ve hatâyi grubu motiflerden oluşan bezemeler de mevcuttur.

Mescid kısmının kubbesinde orta alanda birbirine geçiş yapan çarkıfelek formunda hatâyi grubu ve rûmî motiflerinden oluşan iki renkte uygulanmış bezeme bulunmaktadır. Kubbede bulunan pencere kenarları yine aynı tarzda süslenmiştir. Kubbe eteğinde bulunan yazılar XV yüzyıl üslubunu taşımaktadır. Özellikle damla formundaki armudî istifler Kubbe-i Hadrâ’nın yıldız kubbe eteğinde de görülmektedir.

Dergâhın Kubbe-i Hadrâ dışındaki kalan Mescit ve Semâhâne gibi kısımların nakışlarının 19. yüzyılda Hattat Mahbup Efendi (1259-1843/1315-1897) tarafından yapıldığı bilinmektedir[6].

Dârülmük Dergisi


Kaynaklar

KARPUZ, Haşim, “Mevlânâ Külliyesi”, TDVİA, C. 29, İstanbul 2004, s.448-452.

KARAMAĞARALI, Haluk, “Mevlânâ’nın Türbesi”, Türk Etnografya Dergisi 7/8, İstanbul 1966, s.38-42. SARRE, Friedrich, ‘Anadoluda Seyahat” (Trc.Aziz

Sayhan), Anıt Dergisi, S.11, Konya 1949, s.19-22. KÜÇÜKDAĞ, Yusuf, “1251 H. / 1835 M. Tarihli Mevlânâ Türbesi ve Çelebi Efendi Konağı Tamir ve İnşası Defteri”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi 2/2, Mayıs, Konya 1996, s. 177-202.

OĞUZOĞLU, Yusuf, – Mülayim, Selçuk, “Konya Mevlânâ Türbesi’nin Restorasyonu İle İlgili H. 1109 (1698) Tarihli Üç Belge”, Arkeoloji-Sanat Tarihi Dergisi 3, İzmir 1984, s.115-122.

ÖNGE, Yılmaz, “Konya Mevlânâ Dergâhında Yapılan Son Onarımlar Hakkında Bazı Düşünceler”, VII. Vakıf Haftası Bildirileri (5-7 Aralık 1989), Ankara 1990, s.319-328.

ÖZÖNDER, Hasan, “Mevlânâ Türbesi Mescid ve Semâ-hânesi’nin Son Nakkaş ve Hattatı Konyalı Mahbûb Efendi”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S.ı, Konya 1994, s. 93-108.


[1] Haşim Karpuz, “Mevlânâ Külliyesi”, TDVİA, C. 29, İstanbul 2004, s.448-452.

[2] Haşim Karpuz, “Mevlânâ Külliyesi”, TDVİA, C. 29, İstanbul 2004, s.448-452.

[3] Haluk Karamağaralı, “Mevlânâ’nm Türbesi”, Türk Etnografya Dergisi 7/8, İstanbul 1966, s.40; Friedrich Sarre, “Anadoluda Seyahat” (Trc.Aziz Sayhan), Anıt Dergisi, S.11, Konya 1949, s.20.

[4] Yusuf Küçükdağ, “1251 H. / 1835 M. Tarihli Mevlânâ Türbesi ve Çelebi Efendi Konağı Tamir ve İnşası Defteri”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi 2/2, Mayıs, Konya 1996, s.184; Yusuf Oğuzoğlu – Selçuk Müla­yim, Konya Mevlânâ Türbesi’nin Restorasyonu İle İlgili H. 1109 (1698) Tarihli Üç Belge, Arkeoloji-Sanat Tarihi Dergisi 3, İzmir 1984, s.115.

[5] Yılmaz Önge, “Konya Mevlânâ Dergâhında Yapılan Son Onarımlar Hakkında Bazı Düşünceler”, VII. Vakıf Haftası Bildirileri (5-7 Aralık 1989), Ankara 1990, s.320.

[6] Hasan Özönder, “Mevlânâ Türbesi Mescid ve Semâ-hânesi’nin Son Nakkaş ve Hattatı Konyalı Mahbûb Efendi”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S.1, Konya 1994, s. 94.

 

 

750 SENELİK MİRAS MEVLANA MÜZESİ
750 SENELİK MİRAS MEVLANA MÜZESİ 805 1024 Hz. Mevlâna Dergâhı

750 SENELİK MİRAS MEVLANA MÜZESİ

Naci Bakırcı – Sema Şentürk

Konya Mevlânâ Dergâhı Hz. Mevlânâ’nın 17 Aralık 1273 yılında vefatından bir yıl sonra yaptırılmış olan türbesi etrafında Selçuklular, Karaman oğlu ile Osmanlılar zamanında yaptırılmış olan semahane, mescit, derviş hücreleri, matbah-ı şerif, meydan-ı şerif, şadırvan, şebiarus çeşmesi, selsebil ile bahçede yer alan altı adet türbe ile hamuşandan oluşmaktadır.

Anadolu Selçuklu Devleti’ni yaptırmış olduğu camiler, medreseler ve imar faaliyetleri ile ihya eden Sultan Alâeddin Keykubat’ın 1230’lu yıllarda Konya surlarının dışında bulunan Gül Bahçesi’ni Mevlânâ’nın babası Sultanü’l Ulema Bahaeddin Veled’e hediye ettiği bilinmektedir.

Bahaeddin Veled 1231 yılında vefat edince Gül Bahçesi’ne defin edilmiş, sevenleri mezarının üzerine bir türbe yaptırmak istemişse de Hz. Mevlânâ’nın türbe yapılmasına izin vermediği Mevlevi kaynaklarında anlatılmaktadır. Gül Bahçesi’ne daha sonra ki yıllarda vefat eden Selahaddin Zerkûbi, Sipehsalar Necmeddin, Mevlânâ’nın küçük oğlu Alâeddin Çelebi ile Şemseddin Yahya’da Gül Bahçesi’nde defnedilmiştir. Böylece Gül Bahçesi’nde küçük bir mezarlık teşekkül etmiştir.

17 Aralık 1273 yılında vefat eden Hz. Mevlânâ da Gül Bahçesi’ne babası Sultan-ül Ulema Bahaeddin Veled’in mezarının baş uçuna defnedilmiştir. 1274 yılının bahar aylarında Selçuklu Sarayı’ndan Alameddin Kayser tarafından Muhniddin Pervane ile Gürcü Hatunun yardımları ile Tebrizli Mimar Bedreddin’e Mevlânâ’nın türbesi yatırılmıştır. Türbe etrafında Mevlânâ’nın yakın dostu Çelebi Hüsameddin ile Hz. Mevlânâ’nın soyundan gelen postnişinlerin türbenin iki yanına defin edilmesiyle 68 mezarın bulunduğu Kıbabu-1 Aktab denilen Mevlevi Mezarlığı oluşmuş bu mezarlığa 1925 yılına kadar defin yapılmıştır. Selçuklular döneminde türbenin kuzey bitişiğine semâhâne ile mescit yapılmışsa da bu yapılar günümüze kadar ulaşmamış, Müze Müdürlüğü’nün 1996 yılında yapmış olduğu kurtarma kazısında açığa çıkarılan yapıların temel kalıntıları ile mezarlar semâhânenin zemininde koruma altına alınmıştır.

Mevlânâ’nın Türbesi günümüzdeki dilimli gövde ve külah biçimini Karamanoğlu Alâeddin Ali Bey zamanında almış, gövde ve külah çinilerle kaplanmıştır. Hz. Mevlânâ’nınTürbesi’nin doğusunda bulunan Ahmet Eflaki Türbesi’nin de Karaman oğulları zamanında yaptırılmış olduğu
düşünülmektedir. Mevlânâ Türbesi’nin kalem işi süslemeleri de Osmanlı Padişahı II. Bayezid tarafından Halepli Nakkaş Abdurrahman’a yaptırılmıştır. Yapımla ilgili kitabenin iki satırı türbenin güney duvarında bulunmaktadır.

Mevlânâ Dergâhı’nda yer alan semâhâne, mescit, derviş hücreleri, şadırvan ile beş adet türbe 16. yüzyılda, Meydan-ı Şerifile Çelebi Konağı 19. yüzyılda Osmanlı padişahları tarafından yaptırılmıştır.

Konya Mevlânâ Dergâhı, Osmanlı coğrafyasının hemen her bölgesinde yapılmış 174 kadar Mevlevîhâne’nin merkez asitanesi olarak 1925 yılına kadar hizmet vermiştir. Mevlânâ Dergâhı tekke ve zaviyelerin kapatılmasından sonra müze olarak düzenlenmiş, her yıl milyonlarca kişinin ziyaret ettiği bir müze ve ziyaretgâh olarak kültür hayatımıza hizmet etmektedir.

Hz. Mevlânâ’nın Türbesi (Kubbe-i Hadra)

Mevlânâ Dergâhı’nın ilk yapısıdır. Hz. Mevlânâ 17 Aralık 1273 yılında vefat edince Gül Bahçesi’nde bulunan babasının mezarının yanına defnedilmiştir. Araştırmacılara göre Mevlânâ’nın Türbesi, 1274 yılının bahar aylarında Alameddin Kayser, Muinüddin Pervane ile karısı Gürcü Hatun tarafından, Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled’in izin vermesinden sonra Tebrizli Mimar Bedreddin’e dört fil ayağı üzerine kubbeli baldaken tarzındayaptırılmıştır. Türbenin yapım kitabesi ve vakfiyesi bulunmamaktadır. Mevlânâ için 1274 yılında ceviz ağacından kündekari tekniğinde yaptırılmış olan sandukanın açık alana konulamayacağı düşünüldüğünden türbenin de 1274 yılında yaptırılmış olduğu kabul edilmektedir.

Türbe Selçuklu türbeleri geleneğinde yapılmış olup mezar odası, gövde ve kubbe kısmından oluşmaktadır. Türbenin ilk yapımında iç kısmının Selçuklu Dönemi çinileri ile kaplanmış olabileceği ileri sürülmüşse de günümüze kadar yapılmış olan restorasyonlarda bir çini izine rastlanmamıştır.

Karamanoğlu Alaeddin Ali Beyin 1386 yılında Silifke’ye sefere çıkmadan geceyi Mevlânâ Türbesi’nde geçirdiği, sabaha kadar dua ettiği, fetih gerçekleşirse türbeyi çini ile kaplattıracağını söylediği Mevlevi kaynaklarında yer almaktadır. Silifke’nin alınmasından sonra ganimet malı ile Alaeddin Ali Beyin Mevlânâ’nın türbe gövdesi ile çinilerini Akşehir’de bulunan Seyid Mahmud Hayrani Türbesi’nin çini mozaik kaplı gövde ve külahını yapan Mimar Abdullah oğlu Ahmed’e yaptırdığı düşünülmektedir.

Mevlânâ Dergâhı ile Mevlânâ’nın Türbesi Osmanlılar döneminde pek çok onarım görmüştür. Türbenin kubbesinde, fil ayakları ile güney duvarında yer alan kalemişi süslemeler II. Bayezid döneminde Halep’li Mehmed oğlu Mevlevi Nakkaş Abdurrahman’a yaptırılmıştır. Kitabenin son iki satırı tarihi belirlenemeyen bir depremde yıkıldığından, süslemelerin yapım tarihi tam olarak belirlenememiştir.

2018 yılında Müze Müdürlüğü tarafından yaptırılan restorasyon çalışmalarında kubbede yapılan çalışmalarda görülen kitabeye göre kalemişi süslemeleri 1758 yılında Kayserili Nakkaş Mevlevi Hacı Derviş Osman tarafından yenilenmiştir.

Mevlana Müzesinin 9 Ekim 1926 tarihinde açılış töreninden bir kare

Bu süslemelerde yıpranmış ve dökülmeye başlamış olduğundan Konya Ticaret Odası, Sanayi Odası ile Ticaret Borsası’nın sponsor olduğu çalışmalarda mevcut süslemeler Nakkaş Semih İrteş ve ekibi tarafından raspalanarak II. Beyazıd Dönemi’nin orijinal kalemişi süslemeleri açığa çıkartılmış, bu süslemeler geleneksel tarzda korunarak restorasyonu yapılmıştır. Çalışmalarda Konya ile alakalı olduğunu düşündüğümüz Alaeddin Tepesi’ndeki Selçuklu Sarayı veya Gavele Kalesi’nin resmedildiği altı adet minyatürlü kalem işi süslemesi açığa çıkartılmıştır.

Mevlânâ Türbesi’nin 1386 yılında Karaman Oğulları tarafından yaptırılmış olan gövde ve külahı kaplayan çinileri, açık alanda tabiat şartları ve deprem gibi afetler nedeniyle Osmanlılar döneminde İznik’te yaptırılmış çinilerle, ikinci Mahmut döneminden sonra da Kütahya’da yaptırılan çinilerle altı kez değiştirilmiştir. Cumhuriyet Dönemi’nde ise 1954 ve 1965 yılında iki kez değiştirilmiş olan çiniler tekrar yıprandığından 2021 yılında hazırlanan proje doğrultusunda Konyalı iş adamı Ali Akkanat tarafından çini sanatçısı Kemal Güler’in geleneksel Selçuklu tarzında imal ettiği tap tap çinilerle tekrar yenilenmiştir.

Mevlânâ Türbesi’nin gövde kısmında yer alan mermer sanduka 16. yüzyılda Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılmıştır. Mezar sandukası Mevlânâ ile 1312 yılında vefat eden oğlu Sultan Veled’in mezarlarını çevrelemektedir. Gri ve beyaz renkli mermerden yaptırılmış iki kademeli sandukanın üzerine Kanuni döneminde bir puşide yaptırıldığı kaynaklarda belirtilmişse de bu puşide yıpranmış olduğundan günümüze gelememiş, mermer sanduka üzerine daha sonraki yıllarda III. Selim ve II. Abdülhamid tarafından atlas kumaş üzerine sim sırmalı puşideler yaptırılmıştır.

Mevlana Celaleddîn-i Rumi sandukası ve pûşîdesi

Mezar sandukasının kuzey tarafında, Osmanlı dönemi Vezirlerinden Maraş Mîrimîrânı Mahmud Paşa tarafından 16. yüzyılda Kalemkâr İlyas adlı bir sanatçıya gümüş kafes yaptırılmıştır. Kafesin alınlığında bitkisel motifler arasında şair Mani’ye ait otuz iki beyitlik şiir bulunmaktadır. Kafesin iki kanatlı kapısından mezar sandukasını yanına geçilebilmektedir. Gümüş kafesin batı yönünde Osmanlı Padişahlarının türbeyi ziyaret ettikleri zaman oturmaları için yerden 15.cm kadar yükseltilmiş padişah köşkü yer almaktadır.

Türbenin en çok merak edilen kısmı mezar odasıdır. Mezar odasının girişi IV Murat’ın Revan Seferi sırasında mezar odasına inmek istemesinden sonra gümüş levhalarla kapattırılmıştır. Mevlevi kaynaklarında padişahın mezar odasına girmesine izin verilmediği, padişahında hiddetlenip tespihini koparıp mezar odasına attığı bunu almak için de bir küçük kız çocuğunun mezar odasına indirildiği anlatılmaktadır. Gümüş kafesin alt kısmında mezar odası girişinin üst kısmında Miracı Simpaye olarak adlandırılmış iki basamaklı gümüş eşik bulunmaktadır. Gümüş Eşik her yıl 17 Aralık tarihinde yapılan Şeb-i Arus Duası’ndan sonra Mevlevi muhipleri ve ziyaretçiler tarafından tazimle selamlanıp, saygı gösterdikleri, yüzlerini sürdükleri bir makamdır.

Semâhâne

Yaptıranı ve mimarı kesin olarak bilinmeyen Semahanenin, müzede bulunan III. Selim Dönemi’ne ait puşide aynalığındaki kitabeye göre Kanunî Sultan Süleyman döneminin sonunda yaptırılmış olduğu düşünülmektedir.

Mevlânâ Türbesi’nin kuzey tarafında yer alan Post Kubbesi’ne bitişik olarak kesme taştan, kare planlı olarak Mevlevi dervişlerinin sema yapması için inşa ettirilmiştir. Müze Müdürlüğü tarafından 1996 yılında yapılan temel güçlendirme çalışmalarında semahanenin zemininde Selçuklular döneminde yapılmış olan mescidin duvarları, zemin döşemeleri, alçı ve çininin birlikte kullanıldığı mihrap süslemeleri ile iki sıralı mezarlar açığa çıkartılmıştır.

Semahanenin güney tarafı Mevlânâ’nın türbesine bakmaktadır. Batı yanında bitişik olarak yapılmış mescit yer almaktadır. Kuzey tarafında da sema ayininde musikiyi icra edenlerin oturmaları için yerden yüksekçe yapılmış mutrip ile mutribin bitişiğinde devam eden erkekler mahfeli ile üst katında kadınlar mahfeli bulunmaktadır. Kadınlar mahfelinin ön kısımları ahşap kafeslidir. Güney tarafında ahşaptan yapılmış Naat Kürsüsü bulunmaktadır.

Semahanenin kubbesi, fil ayakları, kemer alınlıkları kalemişi süslemelerle bezenmiştir. Süslemelerde koltuk üzerine yerleştirilmiş Destarlı Mevlevi Sikkelerinin üzerine talik hat ile On iki İmam’ın isimleri yazılmıştır.

Semahanenin kalemişi süslemeleri 16. yüzyılda yapılmış, daha sonra 19. yüzyılda yapılan onarımlarda bu süslemelerin üzerine barok dönem kalemişi süslemelerin yapıldığı tespit edilmiştir. Müze Müdürlüğü tarafından 1982 yılında yapılan restorasyon sırasında yapılan raspalamalar sırasında bir kısım süslemeler açığa çıkarılmış, barok döneme ait bazı süslemelerde sonradan eklenti, klasik dönem süslemeleri değil anlayışı ile kazınarak kaldırılmıştır.

Semahane de Hz. Mevlânâ’nın Mesnevi, Divanı Kebir, Fih-i Mafih, Mektubat, Mecalisi Seba isimli eserlerinin asli nüshaları, Mesnevî’den ilk 18 beyitin yazılmış olduğu levhalar, tekke yazıları, Kuran’lar ile Mevlânâ’ya ait kıyafetler ile Sakalı Şerif sergilenmektedir.

Mescit

Yapım kitabesi bulunmayan mescidin Kanuni döneminde Semahane ile birlikte yaptırılmış olduğu kabul edilmektedir. Mimarı bilinmeyen mescidin bazı kaynaklarda Gedik Ahmet Paşa tarafından yaptırılmış olduğu belirtilmiş olsa da bunu doğrulayan somut bilgi ve belge bulunmamaktadır.

Mevlânâ Dergâhı’nda semahanenin batı tarafında semahaneye bitişik olarak kare planlı, üst örtüsü kubbeli olan mescidin kuzey ve batı tarafı içten moloz taş, dıştan kesme Gödene taşı ile yapılmıştır. Mescidin ana giriş kapısı batı yönde mukarnas kavsaralı ve mermer alınlıklıdır.

Semahaneye açılan küçük bir kapısı ile Huzuru Pîr’e açılan Çerağ kapısı bulunmaktadır. Mescidin kubbesi, kuzey ve batı duvarı ile kemer boşlukları kalemişi süslemelerle bezenmiştir. 16. yüzyıla tarihlendirilen süslemelerin üzeri semahanede olduğu gibi 19. yüzyılda Konyalı Mahbup Efendi tarafından barok tarzda kalem işi süslemelerle kaplanmıştır. Bu süslemelerin kitabesi mescidin güney duvarının alınlığında çiçek buketlerinin ortasında bulunmaktadır. Müze Müdürlüğü tarafından 1982 yılında yapılan restorasyon çalışmalarında ortaya çıkartılan kalem işi süslemeler Manisalı Mustafa Baysal usta tarafından yenilenmiştir. Mescidin zemini yerden iki basamak yüksek tutulmuş ve iki yanı sille taşı ile çevrilmiştir. Mihrabı gri renkli mermerden yapılmıştır. 2011 yılında yapılan restorasyon çalışmalarında mihrabın batı kenarına ters olarak yerleştirilmiş Karaman oğlu Mehmet Bey’in mezar taşı bulunmuştur.

Mescidin batı tarafında Çerağ Kapısı’nın yanında naat kürsüsü ile bunun altında 19. yüzyılda inşa edilen minarenin giriş kapısı bulunmaktadır. Mescidin iki kanatlı giriş kapısı ile pencere kanatları ceviz ağacından kündekari tekniğinde yapılmıştır.

Batı yönünde giriş cephesinin önünde üç kubbeli son yeri, saçak örtüsü ile minaresi yer almaktadır. Son cemaat kısmının bakır sütun bileziklerinde Evliya Çelebi’nin seyahatinde yazdığı notlar görülmektedir.

Mevlana Müzesi sancak Kuran-ı Kerimi 16. yüzyıl. Bereket Han tarafından hediye edilmiştir

Mutfak (Matbah-ı Şerif)

Osmanlı padişahı III. Murat tarafından derviş hücreleri ile aynı tarihte yaptırıldığı kabul edilmektedir. Mimarı bilinmemektedir.

Mevlevi dervişlerinin 1001 günlük hizmetlerinin verildiği mutfakta dervişler hem yemek yemiş, hem de eğitim öğretimle birlikte sema talimi yapılmıştır. Bu nedenle Mevlevîler mutfak için “Matbah-ı Şerif” tabirini kullanmışlardır.

Mutfağın girişi kuzey yönde avluya açılmaktadır. Giriş kapısından birkaç adım sonra sol tarafta yeni derviş adaylarının üç gün boyunca sınandığı Saka Postu bulunmaktadır. Mutfak kare planlı ve iki bölümlü, üzerleri kaburgalı tonoz örtülüdür. Mutfağın yemek yenilen ve sema talimi yapılan kısmına üç basamaklı bir merdivenle çıkılmaktadır. Zemini ahşap döşemelidir. Bu bölümün batı kısmında sema talimlerinin yapıldığı dört adet sema talim çivisi bulunmaktadır. Mutfakta üç yöne açılan sivri kemerli pencerelerle aydınlık bir mekân sağlanmıştır. Saka postunun üst tarafından basamaklarla ikinci katta bulunan Kazancı Dede’nin odasına çıkılmaktadır. Saka Postu’nun karşısında Ateşbaz Makamı olarak bilinen dört adet ocak ile tekneli çeşme ile vefat eden dervişlerin gasil edilgi kısım yer almaktadır. Ocaklar ikişer adet batı ve kuzey duvarlarının içine yerleştirilmiştir. Mutfağın Pencere alınlıkları çiçek buketleri ile duvarların kenarları da düz mavi renkli bordürlü kalemişi süslemelerle bezenmiştir. Matbahın bodrum katında kiler bulunmaktadır.

Matbah-ı şerifte bulunan sema talim çivileri

Meydan-ı Şerif Odası

Matbahın güney batısına bitişik olarak III. Murat zamanında inşa edilmiştir. Mimarı bilinmemektedir. İlk yapımında iki katlı olduğu bilinen oda 19. yüzyılda yapılan onarımlarda tek katlı hale dönüştürülmüştür. Meydan-ı Şerif odası 6×10 m. dikdörtgen planlı bir salondur. Giriş kapısı doğu yöne açılmakta, gül ağacından yapılmış kapı kanatları bulunmaktadır. Tavanı 19. yüzyıl kalem işi manzara resimleri ile süslenmiştir. 1982 yılında yapılan onarımlarda tavan dışında, duvarlardaki süslemeler raspalanarak kaldırılmıştır. Kalem işi süslemelerin Konyalı Nakkaş Mahbup Efendi tarafından yapıldığı düşünülmektedir. Bu resimler Çelebi Konağı’nın salonunda yer alan resimlerle benzerlik göstermektedir.

Meydan-ı Şerif Odası Çelebi Efendi ile dergâhta görevli makam sahibi dedelerin sabah namazından sonra yapılacak işleri istişare ettiği yönetim odasıdır. Dergâh 1926 yılında Konya Asarı Atika Müzesi olarak düzenlendiğinde kütüphane olarak kullanılmış, 1954 yılından sonra da Müze Müdür Odası olarak kullanılmaya başlanmıştır.

Derviş Hücreleri

Osmanlı Padişahı III. Murat tarafından 1584 yılında yaptırılmış olup mimarı bilinmemektedir. Yapım kitabesi ile II. Mahmut dönemi onarımını gösteren tuğra Dervîşân Kapısı’nın üzerinde alınlıkta yer almaktadır. Kitabede:

ı-Şeh-î Sultan Murâd Han bin Selîm Han
Tabup bu hânkahı ur [du] bünyâd

2-0lalar Mevlevîler bunda sakin
Okuya her seher vird ola irşad

3-Görüb dil bu binâyıdiditârîh
Büyût-i Cennet-âsâoldıâbâd 992 (M.1584/85)

yazılıdır.

1928 yılında kaldırılmış olan kitabe 2011 yılında Müze Müdürlüğü tarafından tekrar yerine konulmuştur. Mevlânâ Dergâhı’nın ön avlusunda, batı ve kuzeyyönünde bulunan Derviş Hücreleri avluyu L şeklinde kuşatmaktadır. Onsekiz adet Derviş Hücresi moloz taştan yapılmış küçük tek kubbeli odalardır. 1926 yılında dört hücre dışında diğer hücrelerin arası açılarak oluşturulan koridorda arkeolojik eserler sergilenmiş,

2011 yılında yapılan restorasyon çalışmasında da hücrelerin önünde bulunan ahşap çerçeveler ile saçak örtüler kaldırılmıştır. Bu restorasyonda hücrelerin ara duvarları tekrar kapatılmış ocakları yeniden yapılmış, kapı ve pencereleri takılarak Derviş Hücreleri eski hâline dönüştürülmüştür.

Derviş Hücreleri Mevlevîlikte Matbah-ı Şerifte 1001 gün süren ve çile adı verilen mânevî terbiyeyi tamamlayarak Dede ünvânı alanlara tahsis edilen odalardır. Hücrelerin bir kısmı Aşçı Dede, Çelebi Efendi, Postnişîn, Sertarik, Türbedar Odası olarak kullanılmıştır. Derviş Hücrelerinin kapıları dergâhın avlusuna açılmakta, biri avluya diğeri dışarıya açılan iki penceresi bulunmaktadır. Her hücrede ısınma ve kahve amaçlı bir ocak ile yanlarında nişler mevcuttur.

Derviş Hücresinde yaşayan son Mevlevî Dedesi Ankaralı Mehmet Arısoy Dede’dir. Dergâhların kapatılmasından sonra müzede müstahdem kadrosunda çalıştırılan dedenin vefatına kadar hücresinde kaldığı müzeye gelen misafirlerle sohbet ettiği bilinmektedir.

2011 yılında yapılan gerçekleştirilen teşhir tanzim çalışmalarında; Derviş Hücreleri sırasıyla Aşçı Dede, Hücrenişîn, Sultan Veled, Çelebi Efendi, Türbedar, Sertarik, Şems-iTebrizi, Vakıf Kâtibi Odası biçiminde düzenlenmiştir. Diğer hücrelerde de Mevlevî Kıyafetleri, Mevlevî Eşyaları, Dergâh Eşyaları, Mutrib Heyeti, Mesnevîhan, hat, tezhip, çerağ malzemeleri sergilenmeye başlanmıştır.

İhtisas Kütüphanesi

Yaptıran: Bilinmiyor

Yapan: Bilinmiyor.

Kütüphanenin ilk kurucusu: Mehmet Sait Hemdem Çelebi

Niyaz Penceresinin güneyinde bulunan kütüphane türbenin güney tarafında bulunan payanda ile Haşan Paşa Türbesi’nin arasında kalan boşlukta yerden biraz yükseltilmiş sütunlar arasına yerleştirilen ahşap çerçeve ile kapatılan mekândır.

Dergâh Kütüphanesi ilk defa Hemdem Sait Çelebi’nin 42 yıl süren postnişinliği zamanında 1835’li yıllarda kendisine ait kitaplar ile dergâha vakfedilen kitapların bir araya getirilmesi ve mühürlenmesi ile oluşturulmuştur. Hemdem Sait Çelebi aynı zamanda iyi bir hattat ve müzehheptir. Kütüphanede kendisin yazmış olduğu Farsça mealli Kuran ile hat levhası bulunmaktadır.

Konya Mevlânâ Dergâhının müzeye dönüştürülmesinden bir yıl sonra Müze Müdürü Yusuf Akyurt dergâhta bulunan el yazmalarını tasnif etmiş hat ve tezhip bakımından oldukça kıymetli 170 kadar kitabı müzelik olarak envanterine kaydetmiştir. Kalan kitapları da demirbaş defterlerine kaydederek Mevlânâ Müzesi İhtisas Kütüphanesi adı ile hizmete açmıştır.

2023 yılında yapılan çalışmalarda kütüphanede bulunan tüm el yazması ve basma kitaplar tasnif edilerek el yazması ve basma kitaplar adı altında yeniden müze envanterine kayıt edilmiştir. Kütüphanede 2380 el yazması ile 2420 adet basma kitap bulunmaktadır. Kütüphanede bulunan el yazmaları hat, tezhip ve cilt sanatı bakımından Selçuklu, Karaman Oğlu, Osmanlı döneminin nadir eserleridir. Basma kitaplarında Müteferrika ve Lahor, Mısır ve Bulak baskıları oldukça kıymetlidir.

Çelebi Evi

Yaptıran: Bilinmiyor.

Yapan: Bilinmiyor.

Mevlânâ Dergâhı’nın kuzeybatı köşesinde dergâhı çevreleyen avlunun duvarlarının dışında yer alır. Yapanı ve yaptıranı bilinmeyen tek katlı ev bağdadi tekniğinde yapılmış, düz damlı üzeri kiremit çatı ile örtülüdür. Evin orta sofaya açılan dört odası ile her odada gusülhâne olarak adlandırılan banyo ile aynalık ve yüklük dolapları bulunmaktadır. Çelebi Evi’nin oldukça büyük olan salonunun tavanındaki kalemişi manzara resimleri Meydân-ı Şerif odasının tavanında bulunan resimler ile benzerlik göstermektedir.

Çelebi Konağı genel görünümü 18.yüzyıl

Dergahın II. Mahmut dönemi onarımım gösteren defterinde inşaat sezonunda çelebi evinin tamiratı yapılamadığı için Çelebi Efendiye bir miktar bütçe bırakıldığı yazılıdır. Buradan hareketle Çelebi Evi’nin 1835 yılından önce yapılmış olduğu düşünülmektedir.

Çelebi Evini 1925 yılında tekke ve zaviyelerin kapatılması üzerine Halep Mevlevîhânesi’nde Mevlevîliği devam ettirmek için giden çelebilerden birisi boşaltmış olabilir. 1926 yılından sonra müze müdürleri tarafından lojman olarak kullanılmıştır. Çelebi Evinin 1995 yılında restorasyonu yapılmış, tavanı askıya alınan evin tüm beden duvarları, ahşap kapı pencereleri ile kalemişi süslemeleri yenilenmiştir.

Çelebi Evi günümüzde müzeye gelen protokol misafirlerinin dinlenme alanı olarak kullanılmaktadır.

Şadırvan

Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim tarafından 1512 yılında yaptırılmıştır. Yapanı bilinmiyor. Yavuz Sultan Selim Mısır seferine giderken Konya Mevlânâ Dergâhını ziyaret edip dua ettiği, Dergâh şeyhinin “Mısır’ın alınmasının padişaha nasip olacağını müjdelediği, padişahın da bu fetih bize nasip olursa, sefer dönüşünde su sıkıntısı bulunan dergâha şadırvanyaptırmak istediğini söylediği” Mevlevî kaynaklarında anlatılır.

Yavuz Sultan Selim sefer dönüşü klasik Osmanlı şadırvanları tipinde, 16 dilimli sekiz küçük sütunun taşıdığı üst örtülü şadırvanı yaptırılmıştır. Şadırvanın tatlı suyu da Dutlu mevkiinden künklerle getirilmiştir.

Şadırvanın ortasında bulunan 20 dilimli iki katlı çanak 1320 yılında vefat eden Ulu Arif Çelebiye 1307 yılında Germiyanoğlu Yakup Beyin hediyesi olarak Kütahya’dan gönderilmiştir.

Şadırvan 1595 ve 1868 yıllarında onarım görmüştür. Bu onarımlarla alakalı kitabe şadırvanın güney yönünde havuzun üst kısmında yer almaktadır. Şadırvanın 1934 yılında çöken üst örtüsü Müze Müdürü Yusuf Akyurt tarafından kaldırılmış, 1989 yılında Yılmaz Önge tarafından eski bir fotoğrafından projesi hazırlandıktan sonra Müze Müdürlüğü tarafından yeniden yaptırılmıştır.

Yavuz Sultan Selim tarafından yaptırılan şadırvan

Şeb-i Arûs Havuzu

Derviş Hücreleri ile mutfağın ön avlusunda bulunan Şeb-i Arûs Havuzu Mevlânâ’nın vefatından hemen sonra Selçuklular zamanında yaptırılmıştır. İç içe geçmiş altı köşeli gri renkli mermerden yapılmış havuzun suyu ejder biçimli lüleden akmaktadır.

Hazreti Mevlânâ’nın vefat tarihi Hicri aylara göre yaz mevsimine denk geldiğinde Mevlevîler bu havuzun etrafında toplanıp sema ayinini icra ettikleri için Şeb-i Arus Havuzu olarak anılmıştır.

Selsebil

1830 lu yıllarda Mevlânâ Dergâhı Postnişini Hemdem Sait Çelebi tarafından Hamuşan Mezarlığı’nın karşısında dergâhın bahçe duvarlarının iç kısmına yaptırılmıştır. Selsebil adını cennetteki bir çeşmeden almıştır. 1920’lı yıllarda Abdülhalim Çelebi zamanında elden geçirilen selsebil 1958 yılında kuzey yönünde yer alan Derviş Hücreleri’nin önüne taşınmıştır.

Selsebilin gri mermerden yapılmış aynalığı, su gideri olan havuzu, 1-2-3-2-1 düzenin de sıralanmış çanakları ile alınlığında Ereğli Anbarlı’dan getirtilmiş Roma Dönemi girlantlı lahit kapağı bulunmaktadır. Çanakların dizilişinde tasavvufun özünü oluşturan Vahdet-i Vücut felsefesinden etkilenildiği düşünülmektedir.

Ahmet Eflâki Dede Türbesi

Mevlânâ Türbesi’nin batısında Gül Bahçesi içerisinde yer alan türbe, burada bulunan Ahmet Eflaki’ye ait mezar taşından dolayı Ahmet Eflâki Dede’nin Türbesi olarak adlandırılmıştır. Ahmet Eflâki Ariflerin Menkıbeleri isimli eseri yazarıdır. Daha çok Eflâkî sıfatıyla tanınır. Bu isim kendisine astronomi âliminden ders almış olduğu için verilmiştir. Mezar şahidesinde Eflâki’nin H.761 Recep/M.1360 yılında öldüğü yazılıdır. Mezar taşının tarihi, tipi, türbenin tipolojisi ile iç duvarlarında bulunan, kufi yazılı sırlı tuğla süslemelerinden dolayı türbenin Karamaoğlu Dönemi’nde yapıldığı değerlendirilmektedir.

Mevlânâ Dergâhı’nın doğusundaki ihata duvarının bitişiğinde yer alan Topbaş Hoca’nın evi diye bilinen evi 1929 yılında belediye tarafından yıkılmasından sonra burada bulunan Ahmet Eflâkiye ait mezar taşı Mevlânâ Müzesi envanterine kayıt edilmiştir. Feridun Nafiz Uzluk konum vererek Eflâki’nin Mevlânâ Türbesi’nin doğu tarafındaki yerde, Sipehsalar oğlunun mezarı yanında gömüldüğünü, daha sonraları mezarın Kadınhanılı Topbaş Hoca’nın evinin avlusunda bulunduğunu bilim dünyasına ilk kez tanıtmıştır.

Türbede 1965 yılında Haluk Karamağaralı, :i997 yılında da Müze Müdürlüğü tarafından kurtarma kazısı yapılmıştır. Kare planlı, eyvan biçimli türbenin kuzey, doğu ve batı yönünde bulunan beden duvarlarının bir kısmı günümüze kadar gelmiştir. Kazı sonucu ortaya çıkarılan mimari verilerden, türbenin güneye açılan eyvan planlı bir türbe olduğu anlaşılmaktadır. 1997 yılında yapılan kazılarda türbe temellerinin düzgün kesme taşlarla yapıldığı açığa çıkartılmıştır.

Türbe duvarlarının iç kısımda çini ve sırlı tuğla ile süslendiği, sırsız tuğlalarla şaşırtmalı teknik uygulandığı, geometrik kompozisyonlarda baklava motiflerinin arasında bulunan kûfi yazılar ile firuze ve mor renkli çinilerin bir kısmı günümüze kadar ulaşmıştır. Yazı kuşaklarının Selçuklu Dönemi Kemaliye Medresesi, Sahip Ata Hanikâhı ve ince Minareli Medrese’de bulunan tuğla süslemelerle benzerlik göstermektedir. Türbesi’nin 2021 yılında Mevlânâ Müzesi tarafından Ali Akkanat’ın sponsorluğunda restorasyonu yaptırılmıştır.

Fatma Hatun Türbesi

Karaman Beylerbeyi Kuyucu Murad Paşa tarafından kızı Fatma Hatun için 1585 yılında yaptırılmıştır. Türbenin mimarı bilinmemektedir. Türbe kapısı üzerindeki kitabede,

1- Miri miran Murad Paşa’nın
Kıldı bir duhteri hayfâ rıhlet

2- Murg-ı ruhi olup uçmağa revan
Rahmet-i Hakk’a bulubdır vuslet

3- Ey Neccâmî göricek türbesini
Tab’ıma geldi o dem bir hâlet

4 – Düşdiirüb feyz-i Hudâ târihi
Oldı merhûma makâm-ı Cennet 994 (M.1585/86)

(Beylerbeyi Murad Paşa’nın yazık ki bir kızı öldü. Ruh kuşu cennet uçtu ve hakkın rahmetine kavuştu. Türbeyi görünce Kâmi’ye bir hâl gelip yardımı da erişerek tarih düştü) yazılıdır.

Türbe zeminden 35 cm. yüksekliğinde sekizgen oturtmalık üzerinde sekiz köşeli, her köşede 3/4 daire kesitli köşe sütunlu, Gödene taşından yapılmıştır. Türbeye mermer söveli, dikdörtgen beyaz gödene taşı silmeli, stilize bitkisel motifli siyah-beyaz mermerlerin zıvanalı yuvarlak kemerli kapıdan girilir.

Türbenin içini süsleyen 19. yüzyıla ait kalemişleri oldukça zariftir. Türbenin ortasında bulunan kurşuni renkli mukarnaslı mermer mezar sandukasının baş taşında servi motifi işlenmiş ve oyalı bir taç motifi ile tarak motifi yerleştirilmiştir. Türbenin üç dikdörtgen penceresi ile üç tepe penceresi bulunmaktadır. Pencereler demir şebeke ile çevrilidir. Kurşun kaplı, basık kubbeye onaltıgen kasnak ve pandantiflerle geçilmektedir. Pandandiflerde ‘Allah, Muhammed, Ebubekir, Ömer, Osman, Ali, Haşan Hüseyin” yazılıdır.

Fatma Hatun ve Sinan Paşa türbeleri

Haşan Paşa Türbesi

Fatma Hatun Türbesi’nin arkasında İhtisas Kütüphanesine bitişik olan türbe kitabesine göre 1573 yılında ölen Karaman Beylerbeyi Haşan Paşa için yaptırılmıştır. Türbenin mimarı bilinmemektedir. Mevlânâ Müzesi envanterinde Haşan Paşa’nın Konya Valiliği zamanında Mevlânâ Dergâhına vakfettiği Kuran-ı Kerimler bulunmaktadır.

Türbenin giriş kapısı üzerinde bulunan mermer kitabede:

1- Haşan Paşa idüp rıhlet cihandan
Alem kaldırdı mülk’ı câvidâne

2- Didi târih fevtin hâtıf-ı ğayb
Ola cânına Cennet âşiyane sene 981 /M.1573-74

(Haşan Paşa bu cihandan sonsuzluğa, ölümsüz yere göçtü. Gaipten birisi ölüm tarihine, onun canına cennet bir yuva olsun dedi) yazılıdır.

Türbe zeminden yükseltilmiş zemin üzerine sekizgen gövdeli, onaltıgen kasnaktan geçiş sağlanan basık kubbeli biçimde Gödene taşından yaptırılmıştır. Dergâh döneminde kütüphane olarak kullanıldığından Kıbabu-l Aktap bölümüne açılan penceresi kapı olarak kullanılmıştır. Bu pencere dışında türbenin güney ve doğu yönlerinde altta büyük dikdörtgen pencereler, üstte güneydoğu ve güneybatı yönlerine sivri kemerli tepe pencereleri bulunmaktadır. Ayrıca güneyde büyük dikdörtgen pencerenin üzerinde tepe penceresi türbeye ışık vermektedir. Türbe kapısı içten mermer sövelidir. 2003 yılında tuğla ile örülmüş olan kapısı açılarak eski haline getirilmiştir.

Hürrem Paşa Türbesi

Damat İbrahim Paşa tarafından Karaman Beylerbeyi Hürrem Paşa için 1529 yılında yaptırılmıştır. Mimarı bilinmemektedir. Kitabesinde,

ı-’Umira haze’l binafi eyyâmidevleti ’s Sultan Süleyman b. Sultan Selim Han etâle’llahu ‘umrehubi ’l-emnive’l-emandüstûru

2-El-muazzam İbrahim Paşa el-müfehhamedâma ’llahuikbâlehubi’n-niami’li ruhi Hurre

el merhum eş-şehidel-muhtac ilâ rahmeti’llâhi’l- hamîdfî senetierbaa ve selâsîne ve tisâmie.

( Bu bina, Sultan Selim Han oğlu Sultan Süleyman Han’ın devleti günlerinde ululanmış büyük vezir İbrahim Paşa, Allah nimetler içinde ikbalini uzun eylesin, Allah rahmetine muhtaç şehit Hürrem’in ruhu için 934 (M.1529)) yazılıdır.

Türbe önünde bulunan tek kubbeli revak 15 cm. yükseklikteki taş döşeme zemin üzerine oturtulmuştur. Sekizgen planlı türbenin kapısı üzerinde gök mermer söveli kırmızı beyaz taşlarla almaşık düzende örülü sivri kemerli bitkisel motiflerle bezeli mermer alınlık yer almaktadır. Kapı kemeri siyah- beyaz mermerden zıvana geçmelidir.

Türbenin içinde, Hürrem Paşa ile Kanuni Sultan Süleyman dönemi devlet adamlarından Hacı Beye ait iki mermer mezar sandukası bulunmaktadır. Hürrem Paşa’nın sarıklı mezar sandukasında ayet ve hadislerle Sadi Şirazi’den “Ey Kardeş dünya kimseye kalmaz, gönlünü alemi yaratan Tanrıya bağla kafidir. Dünya mülküne güvenme, sığınma, çünkü o senin gibi birçok kişileri besledi ve öldürdü” yazılıdır.

Şam vilayetinde üç sancağa mutasarraflık yapmış olan Hacı Beyin sandukasında da “Peygamber sözüdür. Selam üzerine olsun. Müminler ölmez, belki dünyadan ahrette naklolunurlar. Tanrı’nın elçisi doğrudur. Hacının ruhu, hicretin 961. yılı Zilkade ayının 11. gecesi cihandan, çayır ve çimenliklere uçtu” yazılıdır.

Mehmet Bey Türbesi

Hamuşan Mezarlığı’nın doğusunda yer alan türbenin yapım kitabesi bulunmamaktadır. Türbe gövdesinde bulunan mermer mezar sandukasında

ı-İntikale>l-merhûmü’s-saîdü’r-râci minrahmetillahi ’l-hamîd

2-MehmetBek b. Mustafa Paşafisenetühdâ ve erbain ve tis’amie

(Mustafa Paşa oğlu, Allah’ın rahmetini isteyen Mehmed Bey, 941/1535 yılında Hakk’ın rahmetine ulaştı) yazılıdır.

Türbe baldaken tarzda, dört mermer sütunun taşıdı sivri kemerli, kubbeli şekilde Gödene taşından yapılmıştır. Oldukça yalın ve bezemesiz olan türbenin 2021 yılında yaptırılan restorasyon sırasında kubbesinde bulunan mozaik beton kaplama kaldırılmış, eriyen taşları değiştirildikten sonra kubbesi kurşunla kaplanmıştır.

Sinan Paşa Türbesi

Fatma Hatun Türbesi’nin arkasında bulunan türbe Osmanlı padişahı II. Selim’in son yıllarında Karaman Beylerbeyliği yapmış Sinan Yusuf Paşa için 982 H./1574 yılında yaptırılmıştır. Mimarı bilinmemektedir. Türbe sekizgen planlı basık kubbeli olarak gödene taşından yapılmıştır. Kapı üzerindeki kitabesinde,

Tarîh’ul-vefat

1- Itdi dünyadan Sinan Paşagüzâr Hakyerin eylesüngülzâr-ı cennet

2~Did(i) bireksikli tarihin anın Canın aitsün Allah rahmet 981 (M. 1573/74)

Târihül-binâ

(Sinan Paşâvirübcân-ı ‘azîzî Olup kûy-i şehîdânerevâne, O Yûsuf-sîyrete ahsen-i târih Sinan Paşa mahal Mısri cinâne 982 1574) yazılıdır.

Türbe klasik Osmanlı Dönemi türbe planında sekizgen gövdeli, basık kubbeli Gödene taşından yaptırılmıştır. Zeminden yüksek bir oturtmalık üzerine inşa edilmiştir. Türbeye siyah, beyaz taşların almaşık düzende örüldüğü yuvarlak kemerli ve mermer söveli çift kanatlı ahşap kapıdan girilir. Türbenin gövdesinde demir şebekeli yedi pencere bulunmaktadır. Gök mermer sandukanınyer aldığı zemini taş döşemelidir.

Huzur-u pir Horasan Erlerine ait altı adet mezar sandukasının görünümü

Edirne’de yazılmış Kuran- Kerim

Keşkül, Mevlevi Dergahı’ndan nakil

 

 

Yeşil Kubbenin Çinileri
Yeşil Kubbenin Çinileri 1024 576 Hz. Mevlâna Dergâhı

“BİR RESTORASYON ÖYKÜSÜ”

Anadolu Selçuklularının Başkenti Konya , Mevlana’nın gözdesi kadim şehir…

Konya’nın gözbebeği ise Mevlâna Müzesidir. Her yıl milyonlarca ziyaretçinin akınına uğrayan Mevlâna Türbesi`nin 1274 yılında Tebrizli mimar Bedrettin tarafından inşa edildiği bilinmektedir.

Kubbe-i Hadra’nın yüzeyi ilk defa Karamanoğlu Beyliği döneminde çini ile kaplanmıştır. Daha önce yedi defa onarımdan gecen ve yeşil kubbe olarak bilinen Kubbe i Hadra, son yıllarda çinilerinde oluşan hasarlar nedeniyle bir kez daha restorasyona girmiştir, Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığının onayı ile yeşil kubbenin çinileri iki yılı aşan sürede restore edilmiştir.

“Yeşil Kubbenin Çinileri” belgeseli restorasyon çalışmalarını başından sonuna kadar takip ederek bu önemli restorasyonu belgelemiştir.

www.trtavaz.com.tr

Mevlâna Dergahı – Arşiv
Mevlâna Dergahı – Arşiv 480 360 Hz. Mevlâna Dergâhı

Mevlana Dergahı – Arşiv
Mevlana Dergahı – Arşiv 480 360 Hz. Mevlâna Dergâhı

 

Mevlana Türbesi | TRT2
Mevlana Türbesi | TRT2 803 507 Hz. Mevlâna Dergâhı

Tilâvet Odası
Tilâvet Odası 1024 683 Hz. Mevlâna Dergâhı

Tilâvet Arapça bir kelime olup, “Kur’an-ı Kerîm’i güzel sesle ve usulüne uygun olarak okunması” anlamına gelir. Dergâh açıkken burada Kur’ân okumakta vazifelendirilmiş dedeler bulunduğundan, bu odaya Hücre-i Tilâvet yani, Kur’ân okuma odası denilmiştir. Halen Hat Dairesi olarak kullanılmaktadır.

Tilâvet Odası, bitişiğindeki Mescid’in batısında yer alan Son Cemaat Mahalli’nin devamı gibidir. Odaya basık kemeri ve söveleri mermerden olan, çift kanatlı oyma ahşap kapıdan girilir.

Tilâvet Odası’nın girişinde yer alan kapı ile mermer sütunlar arasında altta 60 cm. yüksekliğinde kesme taş duvar, üzerinde ise 62,5 cm yüksekliğinde oyma mermer şebeke vardır. Şebekenin üzerinden başlayıp kapı yüksekliğinde biten iki adet pencere yer ahr. Pencerelerin ve kapının hemen üzerinden başlayan ve kemerlere kadar araları ıhlamur ağacından yapılmış ince çıtalarla kafes şekli görünümü verilmiş ahşaptan üçgen çerçevelere yer verilmiştir.

Hat Dairesinde Mahmud Celâleddin, Mustafa Rakım, Hulusi, Yesarîzâde gibi devirlerinin meşhur hattatlarının levhaları yanında, Sultan II. Mahmud’un yazdığı altın kabartma bir levha da burada sergilenmektedir.

Ahşap. Env. No. 272.147 x 88 cm. Osmanlı. 1251 / 1835.

Hattatı. Yesârizâde Mustafa İzzet.

Zıvanalı 7 parça tahtanın birbirine geçmesiyle oluştu­rulan ahşap pano üzerine, iki sütun halinde Talik hatla altın yaldızla Pertev Paşa Divanı’ndan alınan beyitler yazılmıştır. Çerçevenin alınlığı kabartma altın yaldızlı gül ve yaprak motifleriyle süslenmiştir. Levhada şunlar yazılıdır:

Budur Dergâh-ı Mevlâna Celâl’ud-din-i ve’d dünyâ
Bu Dergâh Ka’be-i cân u cenandır cümle uşşâka
Bu meşhed nurdan derya o hazret dürre-i beyza
Hubâbı kubbe-i hazrâ disem hami itme igrâka
Bunun her evc-i pâki uç virir şems-i hakîkatden
Muhâzi her biri ma’nide tâk’ı çarh-ı bisâka
Elezdir ney-şekerden çûb-i matbah çille-keş câne
Müreccah zevk-ı hıdmet yanlarında başka ezvâka
İderler sikke ber-ser sikke-i zer-gerden istiğna
Olub bi gıll u gışş iksir-i hâs’ı pûte-i faka
Girift-i aşk olurlar bâş keserler tavk-ı teslime
Ezelden beste gelmişler visâk-ı ahd-u misâka
Yanarlar şem’i cânâne cihân-u cân bir yâna
Dönerler hemçu pervane virirler varın ihrâka
Gehfâzâd olub gamdan gecüb fikr-i dü’âlemden
Rebâb-u nâyi eylerler bedel takyıd-u itlâka
Bununla şehr-i Konya fahr ider İran-u Turana
Bu bık’a kıble-kâh-ı arzudur bunca uşşâka
Murûr-ı vakt ile hacet olub ta’mire bu hayrı
Müyesser kıldı hak Şâhenşeh-i pâkize ahlâk

Zihi kutb-ı himem sâhib-kerem Sultân Mahmud Han
Odur şems-i ziyâ-bahş-ı inayet cümle âfâka
Dil-i agâhı mail bittabi hayr-u meberrâta
Mübarek tab’ı mukbil adl’ü dâd-u rahm-u eşfâka
Kalemler münhasır ahkâm-ı adlin neşr-u tahrire
Hazâin sû besû meşgul atasın bezi u infâka
Cemâl-i şevketi tenvir-i sırr-ı sûre-i veşşems
Cebin-i tal’atı teşbîh-i rûşen subh-i berrâka
Muvaffak olduğu bişübhedir her kâr u bârından
İder her emrini tefviz zirâ rabb-ı hallâka
O şah-ı mu’ciz-âyinin nevâ-yı feyzidir herdem
İder bu nây-ı kilki böyle mazhar sırrı intaka
İki târih mülhem oldu Pertev matla’ı dilden
Sezadır benzedilse ferkadeyn şems-i işrâka
Yapıldı dergeh-i munlâ budur çün ka’be uşşâka
Tavafa gel du’a it yapdıran sultan-ı âfâka
Feyz alur dergeh-i Mevlânada Eser-i kilk-i yesârizâde
Nutk-ı niyaz bende-i işân Pertev-i nâçiz ü nâtüvân”

GÜMÜŞ KAPI

Huzur-ı Pîr’e bu kapıdan girilir. Kapı ceviz ağacından yapılmış olup iki kanatlıdır Kapıyı oluşturan ahşabın üzeri gümüş levhalar ile kaplanmıştır Kapının halkaları da işlemeli gümüştür Bu nedenle kapı “Gümüş Kapı” adıyla tanınmaktadır

Kapı adeta cilt kapağı gibi düzenlenmiş, panoların köşeleri ve ortalarındaki motifler kabartma olarak işlenilmiştir Motiflerin üzerine yapıldığında altın suyu çekilmişse de zamanla silinmeden dolayı altını büyük ölçüde kaybolmuştur.

Kapı kanatları üzerinde yer alan dört adet pano üzerinde yer alan kitabesinden anlaşıldığına göre, kapıyı Sokullu Mehmed Paşa’nın oğlu Hasan Paşa H. 1008-M.1599 yılında yaptırmıştır.

Sadr-ı a’zam Muhammedin halefi
Vüzerâ serveti Hasan Paşa
Âsitânına bâb-t Monlânın
Etdi elf ü semânede ihdâ
(H.1008-M.1599)

Gümüş Kapının mermer kemerinin kilit taşı üzerinde yer alan hayat ağacı motifi

 

Sema’hâne
Sema’hâne 709 472 Hz. Mevlâna Dergâhı
Sema’hâne Bölümü, Dâhil-i Uşşak Bölümünün kuzey-doğu köşesinde, Mescid Bölümünün ise doğusunda yer alır. Bu bolümün mescid bölümü ile birlikte XVI. yy.da, Kanunî Sultan Süleyman zamanında yapıldığı söylenilir.

Semahane Bölümünde 1996 yılında çürümeye yüz tutan taban döşemelerinin yenilenmesi sırasında, zeminde de bir araştırma kazısı yapıldı. Bu araştırma sırasında, Semâhâne’nin girişinde zeminde 8×8 m ebadında bir mekânın küçük taşlarla döşenilmiş yüzeyine, döşemenin doğusunda iki sıra halinde 8 adet mezara ve döşemenin kuzeyinde ince ve büyük taşlarla döşenilmiş yaklaşık bir metre eninde bir yola rastlanılmıştır Yapılan bu araştırma kazıları sırasında bol miktarda tamamen veya kısmen çürümüş ahşap hatıllar bulundu. Bulunan ahşap hatıllardan alınan numuneler, Amerika Cornel Üniversitesinden Peterjan Kuniholm tarafından “ahşap tarihlendirilmesi” yapıldı. Yapılan tarihlendirmede ahşapların kesim tarihlerinin 1571 yılı olduğu belirlendi. Kanunî Sultan Süleyman’ın ölüm tarihinin 1566 tarihi olduğunu. Semahane zemininde hatıl olarak kullanılan ahşapların kesim tarihlerinin de 1571 olduğunu kabul edersek. Semahane ve Mescidin Kanunî zamanında değil, oğlu Sultan II. Selim (1566-1574) zamanında yapıldığını söyleyebiliriz.

Binanın dışında sekizgen kasnaklı bir görünüm veren kubbe, zeminde, kuzey-güney sütunları arasında 12.35 m., doğu-batı sütunları arasında ise 11.80 m olan kareye yakın ölçülerde bir mekâna ulaşır. Kubbe, içeride her yönde ikişer adet olan sivri kemerler üzerine basmaktadır. Batı ve güneydeki kemerler birbirlerine gergi ahşapları ile bağlanırken, doğu ve kuzey yönündeki kemerlerin birbirine bağlanma işini, kadınlar mahfellerini oluşturmak için yapılan ara kat döşemeleri yapmaktadır.

Kubbenin ortasında, çok büyük daire şekilli zemin içerisinde, hattı, nebatî, rozet ve şemselerden oluşan motiflere yer verilirken içleri ve çevreleri rumi ve hatayi motiflerle doldurularak kubbede zengin bir kompozisyon elde edilmiştir. Bu daire şeklinin tam ortasında bir kabaranın etrafında adeta bir geometrik örgü oluşacak şekilde,  يا عالماً بحالى “Yâ âlimen bi-hâlî”(Ey hallerden haberdar olan) ibaresi altı kere tekrarlanmıştır Göbek kompozisyonunun motiflerinde kırmızı ve lacivert zeminler üzerine sarı, kırmızı ve yeşil renkler kullanılmıştır.

Kubbenin kasnağında ise kıvrımlı dallar üzerine kufî hatla

“Allahümme yâ muhavvilel havli vel ahvâl, havvil hâlenâ ilâ ahsenil hâl.” (Ey hâlleri iyiden kötüye, kötüden iyiye çeviren büyük Allah’ım, bizi en güzel hâle çevir! Bize iyi hâller ihsan eyle! ) ibaresi kırmızı zemine beyaz renkle, beyaz zemine sarı renkle kuşak halinde bütün kubbeyi dolaşmıştır.

Semahane kısmında yapılan araştırma ve raspalar sonunda etek ve kubbelerde muhdes sıvaların altından orijinal kompozisyonlar ortaya çıkarılmıştır. Kubbenin kasnağında, etrafları hatayî motiflerle ve taçlarla süslenilmiş 8 adet küçük alçı pencere yer almaktadır. Bu pencerelerin zemin ve motifleri bir kırmızı bir beyaz renkle dönüşümlü olarak renklendirilmiştir.

Kubbenin köşe payelerine inerken oluşan üçgen şekilli dört pandantifi vardır. Sarı kıvrımlı dal ve yeşil renk dolgulu rumî yapraklardan oluşmuş motiflerle süslenilmiştir Ayrıca pandantiflerin içlerine müsenna olarak celî sülüs hatla “Allah, Muhammed, Ebubekr, Ömer, Osman, Ali” yazılmıştır.

Semâhâne’nin dört yönünde yer alan ikişer kemerinin ortadaki sütunlara basarken oluşturduğu kemer boşluklarına, koltuklarda adeta oturur şekilde resmedilen sikke motiflerinin içlerine, önce dört Mevlevî büyüğünün ismi istif edilerek yazılmış, sonrada ikisi koltuk şeklinin sağında ve solunda, birisi de koltuk şeklinin altında yer almak üzere yapılan daire şekilli madalyonların içlerine 12 imâmın ismi yazılmıştır.

Şimdi sırası ile her kemer boşluğuna yazılmış olan bir Mevlevi büyüğü ile, üç imâmın isimlerini sırası ile görelim.

Kuzey duvarı üzerindeki kemer boşluğunda;

Ortada Mevlevî büyüğü olarak;
Yâ Hazret-i Celâleddin Rumî Bin Sultanü’l Ulemâ
Sikke şeklinin içine ve sağ alt boşluğuna
Reseme Muhammed Mahbûb 1306 (M.1888) yazılmış
Sağda;
Yâ Hazret-i İmâm Alî Ettakî
Solda;
Yâ Hazret-i imâm Muhammed El-Mehdi
Altta;
Yâ Hazret-i imâm El-Askerî bin Hüseyn

Batı duvarı üzerindeki kemer boşluğunda;

Ortada Mevlevî büyüğü olarak;
Yâ Hazret-i Şeyh Hüsâmeddîn
Sağda;
Yâ Hazret-i imâm Alî
Solda;
Yâ Hazret-i imâm Hüseyn
Altta;
Yâ Hazret-i imâm Hasan

Güney duvarı üzerindeki kemer boşluğunda önce solda Allah, sağda Muhammed;

Ortada Mevlevî büyüğü olarak
Yâ Hazret-i Sultân Veled bin Mevlânâ
Sağda;
Yâ Hazret-i imâm Zeyn El-Abidîn
Solda;
Yâ Hazret-i imâm Ca’fer Es-sâdık
Altta;
Yâ Hazret-i imâm Muhammed El-Bâkır İbni Zeyn El-Abidîn

Doğu duvarı üzerindeki kemer boşluğunda;

Ortada Mevlevî büyüğü olarak;
Yâ Hazret-i Şeyh Şemseddîn Tebrizî
Sağda;
Yâ Hazret-i Musa El-Kâzım
Solda;
Yâ Hazret-i imâm Muhammed El-Takî
Altta;
Yâ Hazret-i İmâm Nakî

yazılmıştır.

Güney yönünde yer alan iki adet sivri kemerden birisi, Semahane girişi olarak kullanılmaktadır Kemerin altında yer alan gergi ahşaplarının üzerinde iki adet “tek parça mermerden yapılmış zincir” sergilenmektedir “Selçuklu Devrinde şehir giriş kapılarının üzerine, o şehirde yaşamakta olan insanların arasında, nedenli büyük sanatkârların var olduğunu anlatabilmek için, bazı sanat eserleri sergilenirmiş.” işte bu iki sanat eseri de, Konya şehrinin 12 giriş kapısından birisinin kenarına, “Konya’da ne denli güçlü sanatkârlar vardır anlaşılsın diye” asılmış olan iki eserdir.

İkinci kemerin zemini yerden 165 cm yükseltilmiş ve üzerine 75 cm yüksekliğinde çıta işçiliği ile kafes görünümü verilen çerçevelerle semahaneden ayırarak “Naat Kürsüsü” yapılmıştır. Kürsüye çıkış, Semâhâne’nin güney-doğu köşesindeki ahşap merdivenle sağlanılmıştır.

Semahanenin kuzeyinde alt katta yer alan iki adet erkekler mahfelinden biri, (küçük olanı) yerden 80 cm yükseltilmiş, ön tarafına 80 cm yüksekliğinde yapılan demir parmaklıkla ayrılmış ve ahşap merdivenle çıkış sağlanarak semâ musikisini icra edecekler için “mutrib” hücresi haline getirilmiştir.

Semâhâne’nin batı yönünde yer alan iki sivri kemeri, Mescid bölümü ile ortak kemerlerdir. Bu kemerlerin altlarına yapılan ince taş duvarlar zeminden 133 cm yükseltilmiş ve üzerine yapılan 210 cm yüksekliğinde demir parmaklıklarla mescid bölümünden ayrılmıştır.

Semahane’nin kemerlerin altında vitrinler vardır. Bu vitrinler çeşitli dönemlerde farklı eserler sergileniyor. Bazı dönemlerde, 1926 yılında Âsitâneden müzeye devredilen ahşap eserler, içlerinde Selçuklu devrine tarihlenen pek nadir bulunan rahleler, bazı astronomik olayların ve özellikle de namaz saatlerinin hesaplanmasında kullanılan usturlaplar, sedef kakma, kadife üzerine işleme ve oyma teknikleri ile yapılan çekmeceler ile, kömür ateşine hava üflemede kullanılan “Körük” sergilenmiştir. Selçuklu ve Osmanlı devirlerine tarihlenilen aralarında şamdanlar, kandiller ve şifa tasları gibi eserlerin yer aldığı madeni eşyalar, başta Mevlânâ’ya ait giysilerden kaftanı, namaz seccadesi, omuz atkısı gibi giysileri ile Sultan Velede ait deste-gül adı verilen gömleği, Şems-i Tebrizîye ait olduğu söylenilen serpuş ve alemler ile Memlüklular devrine ait olan “Şeffaf Cam Kandiller” sergilenmiştir.

Lihye-i Şerif Kutusu olarakta bilinen bu eser 17 Şubat 1955 yılında Konya’da bulunan Selçuklu Sultanlarının Türbesinde yapılan onarımlar sırasında pencere boşluğunun içerisinde bulunmuştur. Türbede teşhire konulan eser 16.3.1956 yılında Valilik tarafından Mevlana Müzesine verilmiştir. Hz. Peygamberin kestirdiği saç ve sakalının arkadaşları tarafından toplanılarak teberrüken saklandığı bilinen bir gerçektir. Bir cam fonus içerisinde konulmuş olan Sakalı Şerif kıymetli kumaşlarla sarılmış ve Sedef kaplı çekmece içerisine konulmuştur.

Semahane’nin doğu ve kuzey yönünde yer alan 4 kemerinin bitim noktaları ara kat ile ikiye bölünmüştür. Böylece semahanenin doğu ve kuzey yönünde yukarıda ve aşağıda ikişer adet olmak üzere toplam sekiz adet mahfel oluşturulmuştur. Yukarıdaki mahfellerin önlerine, yine çıta işçiliği ile kafes görünümü veren 123 cm yüksekliğindeki çerçeveler yapılmış ve bu mahfeller, kadınlar mahfeli olarak kullanılmıştır. Aşağıdaki dört mahfelin üçü ise erkekler mahfeli olarak düzenlenmiştir.

Kadınlar mahfellerinin güney-doğu köşesinde yer alan arka kapısından, semahanede Perşembe akşamları yapılan Mevlevî mukabelesine katılmak üzere hanımlar, kuzey-batı köşesinde yer alan bir diğer kapıdan da erkek seyirciler semâı seyretmek üzere alınmışlardır.

Halen alt katta bulunan erkekler mahfelinin duvarlarında, değerli halılar ve puşîdeler ile aplik seccadeler sergilenmektedir.

Sultan III. Selimin hediye ettiği Pûşîde

Pûşîde Sultan III. Selim tarafından 1205 H- 1790 M yılında, Mevlânâ’nın sandukası için yaptırılmıştır. 107×160 cm ebatlarındadır. Pûşîdenin malzemesi yeşil renk atlas kumaştandır.

Pûşîdenin işlemeleri gümüş sim ile yapılmıştır. Gümüş sim, işlemelerin ve motiflerin özelliklerine göre, çeşitli kalınlık ve görünümlerde kullanılmıştır. Gümüş sim bazen tek katlı, bazen üç katlı bükülmüş olarak, veya bükülmüş iki katlı sim, ince bir pamuk ipliği üzerine sarılmış olarak kullanılmıştır. Böylece işlemeler aynı malzeme ile yapılmış olmalarına rağmen, çeşitli görünümler elde edilmiştir.

Pûşîdede “Maraş ve Sırma İşi Teknikleri” ile işlenilmiştir. Bu husust işlemelere ayrıca bir güzellik verirken, işlemeyi yapan sanatkâra da büvük ölçüde hüner gösterme fırsatı tanımıştır. İşlemelerin malzeme ve işleme özelliği ve güzelliği bu pûşîdeyi “Bir işleme şaheseri” haline getirmiştir. Ancak aradan geçen 200 yılı aşan zaman içerisinde, gümüş simler kararmış, atlas kumaşta yer yer büyük ölçüde erimeler oluşmuştur. Bu nedenle de, Pûşîdenin muhteşem güzelliği farkedilemez hale gelmiştir.

Semâ-hâne

Meydân-ı Şerife semâ için çıkan semâzenlerin tennurelerinin açıldığı zaman, bir birine çarpıp dönüşü engellemeyecek genişlikte olan ve semâzenlerin ayaklarına giydikleri çorap mestin, dönüş sırasında (çark atmak) rahat hareket etmesini sağlayacak düzgünlük ve kayganlıkta olan her açık ve kapalı alana ” Semahane” diyebiliriz.

Ancak bir mevlevihânedeki ideal ölçülerdeki Semâ-hâneyi tarif etmek için, tarifte yer alacak şartname maddelerini çoğaltmamız gerekmektedir. Her ne kadar Mevlevîhânelerde bulunan Semahanelerin çoğunluğu, kare ve kareye yakın dikdörtgen şeklinde isede, ideal semahane daire, altıgen, veya sekizgen şeklinde olanlarıdır.

Daire şeklinde olan bir Semahanenin çapı kaç metre olmalıdır? Semâzenler Semâya, genellikle 3-5-7-9-11 gibi tek sayılarda çıkarlar. Ancak semâzen sayısının 7, hele 5 den az olması semânın görselliğini bozmaktadır. Bu duruma göre semahane mekânı, en az 6 m çapında olmalıdır Mevlevîhâneler içinde en ideal ölçülere sahip olan İstanbul Galata Mevlevîhânesi’nin Semahanesi sekizgen olup 11.80 m çapında, Kıbrıs Lefkoşe Mevlevîhânesinin Semahanesi ise, oval şekilde olup 6×9 m ebatlarındadır.

Semahanenin zemininin, birbirine geçmeli ceviz veya benzeri sert özellikli ağaçların ahşabından yapılmış olması, döşemesinin iyice zımparalanıp temizlendikten sonra verniklenmesi şarttır. Zeminin döşemesi granit veya mermerden de olabilir Her ne kadar semâzenler ayaklarına giydikleri çorap mestin zemine daha iyi uyum sağlayıp rahat kayması için, pudra serpmekte iseler de, zeminin kayganlık derecesinde vernikli olması daha uygundur. Zira her semâ yapıldıktan sonra, böyle hazırlanmış zemin üzerindeki kayganlık biraz daha artacaktır.

Semahane meydanının güney yönüne, çemberin hemen önüne şeyhin koyu kırmızı renkli postu serilirdi. Post geyik, kaplan, koyun ve tiftik keçisi gibi yumuşak tüylü, terbiye edilmiş hayvan derilerinden yapılırdı. Post daima makama işaretti. Bunun için.

Mevlevi Şeyhlerine de “Posta oturan” manasına gelen “Poşt-nişîn” denilmiştir

Tarikat inancına göre, postun beş köşesi, beş vakit namazı ifade ettiği gibi, her köşesinin de ayrı bir manası vardır.

Şeyh postu koyu kırmızı renkde olurdu. Çünkü koyu kırmızı renk zuhur ve tecelli rengidir Yine gece ” Şafak” denilen ve güneşin batmasıyla ortaya çıkan kızıllıkla başlar. Mevlânâ’da 17 Aralık 1273 tarihinde, güneşin battığı, ancak akşamın kızıllığının henüz devam ettiği bir saatte vefat etmiştir. Ayrıca kırmızı renk, mevlevîlikte makama işarettir işte bu nedenlerle Şeyh Postu, koyu kırmızı renkte olurdu.

Pir ve Şeyh postu da denilen Postnişin’in oturduğu kırmızı renkli posttan gayrı, Sultan Veled Postu, Sertabbah (Aşçı Dede) Postu, Sertarîk Postu, Meydancı Dede Postu, Ateşbâz-ı Velî Postu da vardı. Bu makam postları da kırmızı renkli olurdu.

Meydan kâinatı temsil eder. Koyu kırmızı renkli postun ucundan başlayıp, kuzeye doğru giden ve merkezden de geçtiği için, semâ alanını iki eşit parçaya bölen mevhum (görülmeyen-hayali) bir çizginin varlığından söz edilir ve çizginin Allah’a giden en kısa yol olduğu kabul edilirdi. Hatt-ı istiva denilen bu çizginin üzerine asla basılmazdı.

Hatt-ı İstiva çizgisinin kuzeyde çembere ulaştığı yerde, mevlevî müziğini icra eden heyet bulunurdu. Bu yere ” mutrib” veya “mutribhâne”, bu heyette yer alanlara ise ” mutribân” veya “mutrib heyeti” denilirdi. Mutribde ney, kudüm, rebab ve halîle mutlaka bulunurdu. Son zamanlarda ud, kanun, tambur gibi pekçok musiki aleti de mutribe girmiştir. Hatta Türkiye’ye gelen ilk piyano da, İstanbul Kulekapısı Mevlevîhânesinde bir semâ âyini sırasında bir defa icra heyeti içinde yer almıştır. Ancak piyanonun mevlevî musikisinin icrasına uygun olmadığı görüldüğünden, bir daha icra heyetine dahil edilmemiştir.

Ney, kudüm, rebab ve halileyi çalanlara Neyzen, Kudümzen, Rebabzen ve Halîlezen denilirdi.

Bütün âyinler Peygamber’e sevgiyi ve saygıyı ifade eden Naat denilen övgüyle başlardı. Onun için pek çok mevlevîhânenin Semahanesinde, Naathân için, naat kürsüsü denilen özel bir bölüm vardı. Naat kürsüsü olmayan semahanelerde, naathânda âyinhânlarla birlikte, mutribde yer alırlardı.

Kırmızı renkli postun sol tarafına, yani Semâhâne’nin batı yönüne, başta semâzen başının postu olmak üzere semâzenlerin postu, düzgün bir dizgi şeklinde yan yana yere serilirdi. Semâzenbaşı en başta yer alır, diğer semâzenler bu postların üzerine kıdem sırasına göre geçerlerdi.

Mevlevi Semâhânelerindeki bu dizilişe uymayan tek yer, Konya Mevlevîhânesinin yani Âsitânenin Semâhânesindeki diziliştir.

Âsitânenin Semâhânesinde semâ sırasında yukarıdaki resimdeki gibi dizilinirdi. Evvela koyu kırmızı renkli postun üzerinde duran Şeyh’in Postu güneye serildiğinde, Mevlânâ’nın sandukasına, dolayısı ile Mevlânâ’ya arkasını dönmüş gibi olacağından, post güneye değil, kuzeydeki sütunun önüne serilirdi. Bu semahanede Hatt-t istiva çizgisi postun uçundan başlamadığı gibi, semâ meydanını da iki eşit parçaya bölmez. Zira Hatt-ı istiva çizgisinin başlama noktası, mutribin çıkış merdiveninin hemen yanında yer alan Rubu tahtası şeklinde yapılıp yere raptedilmiş olan ahşabın önünden başlar Güneye doğru yani Mevlânâ’nın sandukasına doğru devam eder ve sandukanın baş tarafında biter Böylece kırmızı renkli post üzerinde oturan ve Mevlânâ’yı temsil eden postnişine gerek kalmaz. Zira, Mevlânâ’nın kendisi buradadır. Kuzeye serilen kırmızı renkli post üzerinde duran Postnişînin buradaki fonksiyonu, Mevlânâ’yı temsil etmek değil, yalnızca semâyı idare etmektir. Semâzenbaşı ve Semâzenlerin postları, yine, postnişînin solunda, ancak bu defa postnişînin kırmızı postu Mevlânâ’ya arkasını dönmemek için kuzeyde bulunan sütunun önüne serildiğinden, semahanenin doğu yönüne serilirdi.

Semâ ve Sima lügatlarda işitmek ve iyi şöhreti anılışı duymak anlamına gelir. Semâ etmek, müziğin ritmine uyarak vecde gelip dönmeye denilmiştir.

“Evvela semâm ehliyetini elde et. Ondan sonra semâ yap. Ben dün şekeri burnuma tuttum, fakat burnum şekerden bir şey anlamadı. Çünkü o anlamağa istidatlı değildi”(Hz. Mevlana – Eflaki’den)

“Kâmil bir Şeyhe semâ, beş vakit kılınan namaz ve Ramazan orucu gibi farzdır. Hâlis ve ikbâl sahibi mürîdlere iktidarları nisbetinde semâ mubahtır Şeyh ve mürîd olmayan ayak takımına ise haramdır “ (Hz. Mevlana – Eflaki’den)

 

Hz. Mevlana’ya ait kıyafetler sergileniyor.
Hz. Mevlana’ya ait kıyafetler sergileniyor. 1024 634 Hz. Mevlâna Dergâhı

Hazreti Mevlana’ya ait restorasyonu tamamlanan kıyafetler Konya’da sergileniyor.

Kültür ve Turizm Bakanlığının izniyle, Aliye Ünal, Ayşegül Ünal ve Sema Şentürk’ün iki yıl süren restorasyon çalışmasıyla konservasyonu tamamlanan elbiseler, Mevlana Müzesi’nde sergilenmeye başlandı.

Mevlevi dervişleri tarafından yüzlerce yıl kullanılan kıyafetler, Selçuklu dönemi tekstil sanatı ve Mevlevilik tarihi açısından oldukça önemli görülüyor.

Konya’da dikildiği tahmin edilen yünlü, pamuklu ve ipekli kumaşlardan oluşan elbiselerin, korunarak gelecek kuşaklara aktarılması hedefleniyor.

 

98 yıl sonra ilk Şeb-i Arus
98 yıl sonra ilk Şeb-i Arus 1024 683 Hz. Mevlâna Dergâhı

Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından restorasyonu yapılarak hizmete açılan ve ilk günkü ihtişamına kavuşan 400 yıllık Bursa Mevlevihanesi, 98 yıl aradan sonra Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin 750’inci vuslat yıldönümünde ‘Şeb-i Arus Töreni’ne ev sahipliği yaptı.

Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin 750’inci vuslat yıldönümü münasebetiyle hazırlanan ‘Şeb-i Arus töreni, Üftade Tekkesi ve Camii önünden Mevlevi Alayı yürüyüşü ile başladı. Protokol ve tasavvufa gönül veren çok sayıda vatandaş katıldı.

Bursa Mevlevihanesi’nin küllerinden doğuşunun coşkusunu birkaç ay önce yaşadıklarını hatırlatan Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş, Bursa’nın zamanla değişime uğramasına rağmen hala kuruluş devrinin rengini, dokusunu, havasını ve manzarasını sokaklarında saklayan bir Türk şehri olduğunu söyledi. Gizli hazineleri görünür kılmanın, yıpranan yapıları tamir etmenin, yıkılanları tekrar ayağa kaldırmanın bir vefa borcu olduğunu belirten Başkan Aktaş, “Ecdada ve tarihe hürmet kapsamında yaptığımız birçok çalışma var. Bunların arasında beni en çok heyecanlandıran ise Bursa Mevlevihanesi’ni 98 yıl sonra tekrar ayağa kaldırmak oldu. Hamdolsun ki 400 yıl önce Cünûnî Ahmed Dede tarafından yakılan çerağın ışığı bugün de çevremizi tenvir ediyor. Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy’un katılımıyla Bursa Mevlevihanesi’nin küllerinden doğuşunun coşkusunu birkaç ay önce hep birlikte yaşadık” dedi.

Mevlana Celaleddin-i Rumi hazretlerinin Konya’dan dünyaya asırlardır dalga dalga hoşgörü, sevgi ve barış yaymaya devam ettiğini dile getiren Başkan Aktaş, Mevlevilik kültürünün de hem tasavvufi hem de kültür hayatına önemli hizmetler yaptığını anlattı. Anadolu insanına zengin bir kültürel miras bırakan Mevleviliği yaşatmak için büyük gayret içerisinde olduklarını söyleyen Başkan Aktaş, “Bu çerçevede Mevlana Hazretleri’nin vuslatının 750. yıl dönümü olan 2023 yılı, Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan tarafından ‘Mevlana Yılı’ ilan edildi. Bursa Mevlevihanesi’nin yeniden inşasının bu önemli yıla denk gelmesi de bizleri ayrıca mutlu etti. 98 yıl aradan sonra Bursa’da icra edilecek Şeb-i Arus törenlerinin heyecanını yaşıyoruz. Hazreti Mevlana, ilim, irfan ve hikmetle yoğurduğu mesnevisiyle Anadolu mayasının oluşmasında, millet olma şuurunun yerleşmesinde büyük katkılar sağladı. 750. vuslat yıldönümünde Hazreti Mevlana’yı rahmet ve hürmetle yad ediyorum. Onların fikirlerinin ve eserlerinin bizlere ilham kaynağı olmasını diliyorum” dedi.

Mesneviden kıssalar okuyarak bazı beyitlerin açıklamasını yapan Bahadır Yenişehirlioğlu, “Bursa Mevlevihanesi’nin restore edilerek yeniden ayağa kaldırılması gerçekten çok anlamlı ve değerli. 98 yıl sonra tekrar bir ayinin icra edilecek olması çok anlamlı. Bu, Bursa’mız için inanılmaz bir faaliyet. Hem manevi, hem kültür hayatımız hem de ruhi mecramız açısından son derece önemli, anlamlı. Emeği geçen herkese teşekkürü bir borç bilirim” diye konuştu.

Program daha sonra sema mukabelesiyle devam etti. Program kapsamında ‘Mevlevilik yolunda 18 hizmet’ ve ‘Mesnevi’den 18 Beyit’ adlı sergiler de ziyaretçilerin izlenimine sunuldu.

 

Dergah Kapıları
Dergah Kapıları 768 1024 Hz. Mevlâna Dergâhı

DERVİŞÂN KAPISI

Dergâhın batısında yer alır. Basık kemeri ve kapının iki yanında yer alan söveleri mermerdendir. Kapı ahşaptan olup çift kanatlıdır. Kapı kanatlarının üzerlerinde, iki adet bronzdan yapılmış kapı tokmağı yer almaktadır.

Kapıya ana giriş kapısı olması yanında, dervişlerinde girip çıktıkları kapı olduğu için DERVİŞÂN KAPISI denilmiştir.

Kapının üzerinde kurşunla kaplanılmış bir saçak yer almaktadır. Saçakla kapının mermerden yapılmış basık kemerinin arasında, 1926 yılma kadar Derviş Hücreleri’nin H.992-M.1584 tarihli yapılış kitabesi yer almakta imiş. Müze envanterinin 980 numarasında kayıtlı olan bu kitabe, halen Hâmûşân kapısının önündeki “Kitabeler Bölümünde”sergilenmektedir.

Kapıdan sonra iki kubbeli geçiş mekânına, oradan da ön bahçeye girilmektedir.

ÇELEBİYÂN KAPISI

5 Ocak 1231 tarihinde vefat eden Sültânü’l-Ûlema Bahaeddin Veledin ölümünden, hele 17 Aralık 1273 tarihinde vefat eden Mevlâna’nın, “Sultanların Gül Bahçesi diye bilinen yere defninden sonra bu yer, yavaş yavaş mevlevîlerin ve Mevlânâ’nın soyundan gelenlerin defnedildiği bir mezarlık haline dönüşmeye, bir yandan da yeni yeni yapılan binalar ve ilavelerle, Dergâh büyümeye başlamıştır. Bu gelişme, çevreyi de cazip hale getirmiştir. Özellikle XV7. y.y.’dan itibaren, Mevlânâ’nın soyundan gelenlerin ev ve konakları bu çevrede yer almaya başlamıştır. Dergâhın güneybatısına yapılan Türbe Hamamı, Derviş Hücrelerine bitişik yapılan Sultan Veled Medresesi, Dergâhın çevresine adeta bir küçük şehir görünümü kazandırmış ve türbe önü diye şöhret bulmuştur. Buna bağlı olarak, Dergâhın kuzeyinde sokaklar ve mahalleler oluşmuştur. Bu mahallelere de Çelebi Sokağı, Çelebi Mahallesi gibi isimler verilmiştir.

Bilindiği gibi Mevlânâ’nın erkek tarafından gelme Erkek evlatlarına “ÇELEBİ”, hanım tarafından gelme evlatlarına da “ÜNAS ÇELEBİ” denilmektedir. Çelebi Mahallesinden Dergâha gelmek isteyenler, evlerinden tarafta olduğu için doğal olarak Dergâhın kuzey-batı yönünde yer alan bu kapısını tercih etmişlerdir. İşte bu nedenle bu kapıya, ÇELEBİYÂN KAPISI ismi verilmiştir.

Kapı Kültür Bakanlığının gönderdiği ödenek ile, 1997 yılında restore edilmiştir.

PİR VEYA KÜSTÂHÂN KAPISI

Dergâhın kuzey-doğu köşesinde yer alır. Basık kemeri ve kapı söveleri mermerdendir. Kapının eski halini ve kapısının şeklinin nasıl olduğunu bilmiyorduk. Bu kapıyı da 1991 yılında müze ihata duvarlarında yapılan restorasyon ve onarım çalışmaları sırasında, sıva altından çıkarttık.

Dergâhın eski planlarında, burada bulunan kapının isminin “PİR KAPISI” olduğu yazılıdır. Mevlânâ’nın 21. kuşaktan evlâdı rahmetli Celâlettin Çelebi, bu kapının adının “Küstâhân Kapısı” olduğunu söyledi. Nedenini de şöylece izah etti: “Hatalar zincirine devam eden ve bu nedenle Dergâhtan uzaklaştırma cezası atan dervişler, akşam ezanından sonra bu kapıdan çıkartılırdı. Bu nedenle bu kapıya, “KÜSTÂHÂN KAPISI” adı verilmiştir” dediler.

HÂMÛŞÂN KAPISI

Mevleviler, mezarlıklara aslı Farsça bir kelime olan Hâmûş’dan gelen susanlar yurdu ve susmuşlar anlamına gelen Hâmûşâne veya Hâmûşan derlerdi. Geçmişte bu kapı, kapının hemen önünden başlayan üçler mezarlığına açıldığı için, “Hâmûşân Kapısı” denilmiş olmalıdır. Kapının üzerinde II.Abdüihamid’in mermer üzerine işlenmiş tuğrası yer almaktadır.

Geçmişte Üçler Mezarlığı adı ile tanınan mezarlık, dergâhın güney İhata duvarının bitişiğine kadar gelmekte imiş. Tarihini bilmediğimiz bir zamanda, bu mezarlığın içinden doğu batı yönünde, dergâhın ihata duvarına paralel dar ince bir yol açılmış. Böylece yol Üçler Mezarlığını ikiye bölmüş. Dergâhın Hâmûşân Kapısının hemen önünden başlayan, batıya doğru uzayıp, Selimiye Camii’nin yanında biten mezarlığın 122 m’lik bu küçük parçasına, eski haritalardan anlaşıldığına göre “Metruk Mezarlık”(Harap Mezarlık) denilmiş. Bir müddet sonra mezarlığın bu küçük parçası da kaldırılmış. Mezarlığın bu küçük parçasında yer alan Konyalı meşhur Şair Şem’î nin mezarına ait baş, ayak ve yan taşları, müzeye götürülerek muhafaza altına alınmış.

Üçler Mezarlığının ortasından geçen ince yol 1959 yılında genişletilmiştir. Aradan geçen zaman içerisinde ise bu ince yol gidiş-gelişli, geniş kaldırımlı, ortasında refüjü olan bir yol haline dönüşmüştür. Bugün müze ihata duvarı ile Üçler Mezarlığının arasındaki gidiş-geliş yolun eni 30 m’ye ulaşmıştır.

1957 yılında Müze Müdürü Mehmet Önder’e Şair Şemi’nin mezarının yerini, dergâh açıkken burada derviş olan, Dergâh müzeye dönüştürülünce de müzede bekçi olarak çalışmaya başlayan Ankaralı Mehmet Arısoy Dede göstermiş. Gösterilen yerde bir araştırma kazısı yapılmış. Şair Şem’i’ye ait kemikler bulunmuş, yeniden kefenlenip usulüne uygun olarak defnedilmiş. Müzede muhafaza altında bulunan Şair Şem’î’ye ait mezar taşları da getirilerek yeniden, yerine monte edilmiştir.

Bursa Mevlevihanesi’nde 99 yıl aradan sonra
Bursa Mevlevihanesi’nde 99 yıl aradan sonra 1024 543 Hz. Mevlâna Dergâhı

Bursa Mevlevihanesi’nde  99 yıl aradan sonra İlk Şeb-i Arus 

Tarihi Hisar Bölgesinde, Sultan I. Ahmed’in emriyle Cünûnî Ahmed Dede tarafından 1615 yılında kurulan ve dört asır boyunca Allah yolunda birlik olanların sığınağı olan Bursa Mevlevîhânesi 99 yılın aradan sonra   7-17 Aralık tarihlerinde ilk Şeb-i Arus  programını gerçekleştiriyor. 

Büyük İslam alimi ve filozofu  Mevlana Celalettin Rumi’nin Konya’dan tüm dünyaya ve insanlığa yayılan sevgi ve hoşgörü anlayışının anlatılması  ve aktarımı maksadıyla bu yıl  750.si düzenlenen “Hazreti Mevlânâ’nın Vuslat Yıldönümü Anma Töreni” Şeb-i Arûs kapsamında Bursa Mevlevihanesi’nde  gerçekleştirilecektir. 

7-17 Aralık tarihlerinde Bursa Mevlevihanesi ve Müzesi’nde gerçekleşecek olan  Şeb-i Arus  programı kapsamında Mesnevi Sohbetleri, Mesnevi Okumaları, Sema Mukabelesi  ve  Mevlevilik yolunda 18 Hizmet ve  Mesnevi’ den 18 Beyit  Sergi açılışımıza  tüm halkımız davetlidir.

Yer: Bursa Mevlevihanesi ve Müzesi
Tarih:7–12-13-14-17 -24 Aralık

 

Mescid Bölümü
Mescid Bölümü 1022 1024 Hz. Mevlâna Dergâhı

Mevlânâ Dergâhı’nın Mescidi, Semahane ile birlikte XVI.yy da yapılmıştır. Mescidin doğusunda Semahane, güneyinde Huzur-ı Pîr (Horasan Erleri), kuzeyinde Valideler Mezarlığı, batısında ise Son Cemaat Mahalli yer alır.

MESCİD kelime olarak “secde edilen yer manasına gelir.”

Caminin küçüğüdür diyenler varsa da, mescidlerde Minber olmadığı için Cuma Namazları kılınamaz. Bu nedenle Mescidi, “Kurum, kuruluş, mahalle, köy veya askeri birliklerde bulunan az sayıdaki müslüman cemaatin ibadet etmeleri için, çoğunlukla da ahşaptan yapılan ibadethanelerdir.” diye tarif edebiliriz.

Bir ibadethaneye minber ilave edilip camiye dönüştürülmesi, geçmişte padişahlık makamının iznine tabi idi. Bu izni almakda oldukça zordu. Örnek verirsek, 13. y.y. da, Selçuklular zamanında, Konya’da 300 adet mescide karşılık, yalnızca 7 adet cami vardı.

Mevlânâ Dergâhı’nın Mescidi, Semahane ile birlikte XVI.yy da yapılmıştır. Mescidin doğusunda Semahane, güneyinde Huzur-ı Pîr (Horasan Erleri), kuzeyinde Valideler Mezarlığı, batısında ise Son Cemaat Mahalli yer alır.

Son Cemaat Mahalli dört küçük kubbeden oluşur Bu dört küçük kubbenin, güney ve kuzeyindeki bitim noktaları, kesme taş duvarlarla kapatılmıştır Batı yönünde üç mermer sütun üzerinde, kesme taş ile yapılmış dört adet kemer yer almaktadır. Bu küçük kubbelerden güneyde yer alanı, sonradan bölünerek bir odaya dönüştürülmüş ve odaya Tilâvet Odası işlevi verilmiştir.

Son Cemaat Mahallini oluşturan duvar ve kemer taşlarının incelenmesinden anlaşıldığına göre, Son Cemaat Mahalli Tilâvet Odası ile birlikte, ancak Mescid ve Huzur-ı Pîr bölümlerinden ayrı bir zamanda yapılmış olmalıdır. Her ne kadar ikinci kemerin üzerinde ( Sene I Muharrem 1307), üçüncü küçük kubbenin içinden geçen tek şerefeli mescid minaresinin bedeninde ise, (1337 Rebîü’l-evvel) tarihleri varsa da, bu tarihler yapımla alakalı değil, minarenin ve son Cemaat Mahalli’nin tamirleri ile alakalı kitabelerdir.

Son Cemaat Mahalli’ni oluşturan üç küçük kubbe ve kemerden ikisinin altlarına gelen alanlar, zeminden 55 cm yükseltilerek doldurulmuş ve üzerleri kesme taş ile kaplanmıştır. Böylece ortada kalan kubbe ve kemer, giriş kapısına ulaşılan koridor görünümü kazanmıştır.

Mescidin Taç Kapısı mermerdendir 465 cm en ve 810 cm yüksekliğindeki Taç Kapının (portalin) kapı açıklığı basık kemerli olup, içeriye doğru bir metre kadar girinti yapmaktadır. Yanlara mukarnas kavsaralı birer mihrabiye açılmıştır. Gri ve beyaz mermerden zıvanalı (geçmeli) olarak örülen basık kemerin kitâbelik kısmı bugün boştur. Burada bulanan II.Mahmud’un mermerden kabartmalı olan tuğrası, 1926 yılında kaldırılmıştır.

Son Cemaat Mahalli ile birlikte Tilâvet Odası’nı oluşturan dört küçük kubbenin önünde, üzeri kurşunla kaplanılmış olan bir saçak da yer almaktadır

Taç kapının mukarnas dolgulu kavsarası zengin tutulmuş ve köşeliklere birer püskül sarkıtılmıştır Ayrıca giriş boşluğunun iki yanındaki köşelerde, birer sütunçe yükselmektedir. Gövdesi sade bırakılan sütünçelerin kaide ve başlıkları iki ters vazo formunda işlenilmiş olup, yüzeyleri geometrik ve bitkisel süsleme ve mukarnaslarla tezyin edilmiştir.

Mescid 12.80 x 13.70 m ölçülerinde, kareye yakın dikdörtgen şeklindedir. Bu dikdörtgenin içinden 11.20×12.20 m lik bölüm, zeminden 28 cm yükseltilerek bir podyum oluşturulmuş, namazlar burada kılınmış, zikir tesbihleri ile İsm-i Celâl (Zikir) burada çekilmiş.

MESCİDDE ZİKİR TESBİHİ NASIL ÇEKİLİRDİ?

Zikir Tesbihi daha çok abanoz, ceviz veya ıhlamur ağacından yapılırdı. Teşbihlerin taneleri iri, adedi ise 1001 olurdu. Tesbihin imamesi ve durakları “Mevlevi Sikkesi” şeklinde yapılırdı.

Zikir, Allah’ın isminin veya isimlerinden birkaçının tekrarlanması demektir. Sabah namazlarından sonra, ihya geceleri denilen pazar ve perşembe geceleri ile, kandillerde yatsı namazından sonra yapılırdı. Zikirler eğer zikir tesbihleri ile yapılırsa “Halkaya girmek” denilirdi.

Zikir yapılacağı zamanlarda Şeyh mihrabın önüne serilen kırmızı postun üzerine sırtı mihraba, yüzü cemaata dönük olarak otururdu. Dervişler ise daire şeklinde (Halka halinde) yere diz çökerek otururlardı. Oturma işlemi bitince, bir derviş zikir tesbihini getirir, imamesini öperek Şeyh’e verir, sonra da diğer tesbih tanelerini halka halinde yere sererdi. Dervişler kendi önlerinde olan tesbih tanesini öperek ellerine alırlardı.

Zikir Şeyh’in Besmele çektikten sonra, yüksek sesle “Allah” demesiyle başlardı. Dervişler her Allah dedikten sonra, ellerindeki tesbih tanesini sağa doğru yürüterek, kendi sağında oturan dervişe devrederdi.

Şeyh zikri kâfi görünce işaret verir, okunacak dua ve çekilecek gülbanktan sonra zikir biterdi. Sonra bir derviş yerde serili olan zikir tesbihini usulüne uygun olarak toplar ve yerine kaldırırdı.

* * *

Mescidin kuzey ve batısındaki duvarları moloz taşla yapılmış olup, duvarlar dıştan kesme taş ile kaplanmıştır iki duvar da içten sıvalıdır Bu iki duvardan kuzeyde bulunanın üzerinde dört, batı duvarının üzerinde ise iki adet pencere yer almaktadır Pencerelerden üstte yer alanları alçı, altta yer alanları ise ahşaptandır.

Mescidin güney ve doğusu açıktır Bu yönlerde bir sütun ve ikişer sivri kemer vardır. İki yöndeki dört sivri kemer ile batı ve kuzeydeki iki duvar, yukarıda bir kasnakta birleşmekte ve büyük bir kubbe ile son bulmaktadır. Kasnağın hemen üzerinde 8 adet alçı pencere yer almaktadır. Büyük kubbe dışta sekiz köşeli olup, kubbenin dış yan duvarları, araları derzli taş ve tuğla işçiliktir. Kubbenin üzeri kurşun kaplıdır.

Mescidin güneyinde iki kemerin kesiştiği kemer boşluğunda, defne yapraklı iki yuvarlak çelenk motifi içerisinde ” Allah” ve “Muhammed” yazılıdır, iki çelenk motifi arasında ise, kabartma olarak yapılmış meyve tabağı motifi yer almaktadır. Meyve tabağı motifinin altındaki dikdörtgen panonun içerisinde ise dergâhın tamamına yapılan rokoko süslerin ustasının adının ve yılının geçtiği kitabesine yer verilmiştir.

Mescidin kubbe kasnağına kufî hâtla ” Ayetel- Kursi”, kubbeye ise “char-ı yâr”ın adları yazılmıştır.

Mescidin içinde, bir tarafı kuzey duvarına dayalı olan, diğer tarafı ise üç adet ince sütun üzerine basan, kesme taştan yapılmış iki basık kemer üzerinde, Müezzin Mahfeli vardır. 1982- 1990 yıllan arasında yapılan onarım ve restorasyon çalışmaları sırasında, Imagesütunların ve mahfelin ahşaplarının üzerlerine sürülmüş olan yeşil yağlıboyalar temizlenmiş, temizlenen yağlıboyaların altından XVII.yy’a tarihlenen orjinal nebatî ve geometrik motiflere ulaşılmıştır. Yine mahfelin altındaki duvarın üzerinde yer alan müsenna “HÛ” hattı da, badana tabakalarının altından çıkarılmıştır.

Mescid duvarının güney-batı köşesinde tek şerefeli minarenin küçük ahşap kapısı yer alır. Hemen üzerinde ” Mesnevîhân Kürsüsü” vardır. Dergâh açıkken, namazlardan sonra ” Mesnevîhânlar” tarafından buradan Mesnevi okunuyormuş. ImageBu kürsü üzerindeki geometrik motiflerde, yine yeşil renkli yağlıboyaların altından çıkarılmıştır.

Mescidin mihrabı güney duvarı üzerinde, sütunun önündedir. Mihrap 3.50 X 1.80 m ebadında ve gök mermerden yapılmış, mihrap alındığına (Buraya giren güven bulur) Âyet-i Kerîmesi kabartma olarak yazılmıştır.

Mescidin üç adet de kapısı vardır. Birincisi Son Cemaat Mahallinin girişindedir. İki kanatlıdır. Kanatlar 84 cm eninde ve295 cm yüksekliğindedir. Kündekârî tekniğinde yapılmıştır. Kanatların alt, üst ve yan yüzleri sade tutulmuş, aralarındaki geniş yüzeyler kuşaklarla panolara ayrılmıştır. Alt ve üstteki madeni ince kuşaklar bitkisel bezemelidir. Diğer iki ahşap kuşak daha kalın olup, yüzeylerine ajurlu metal kabaralar çakılmıştır. Alınlık kısmı iç içe geçmiş dikdörtgen silmelerle dekore edilmiştir. Yukarıdaki iki pano içerisine Kur’ân-ı Kerîm’in (Mescidler Allah’ındır Onun için Allah’tan başkasını davet etmeyiniz.) Ayeti kabartma olarak yazılmıştır.

İkinci kapı Semahane ile Mescid arasında ve Mescidin kuzey-doğu köşesindedir. Söveleri ve basık kemeri kesme taşla yapılmıştır. Kapı çift kanatlıdır. Buranın eski oyma çift kanatlı ahşap kapısı mescidin güney duvarı üzerinde halen teşhirdedir.

Üçüncü kapı mescidin güney- batı köşesinde, Huzur-ı Pir ile Mescid arasındadır “Çerag Kapısı” adı ile tanınır. Burdaki iki kanatlı kapı da ahşaptandır. Kapının kenarındaki söveleri ve üzerindeki basık kemerleri kesme taştan yapılmıştır.

 

Kibâbü’l-Aktâb
Kibâbü’l-Aktâb 1024 501 Hz. Mevlâna Dergâhı

Kibâbü’l-Aktâb kutupların kubbeleri manasına gelir. Kubbe-i Hadrâ’nın batısında kalan 1. kısmı, 63 cm yüksekliğindeki mermer taş kaplama duvar ve duvar üzerine yapılan 70 cm yüksekliğindeki madeni parmaklıklarla ayrılarak, özel bir bölüm elde edilmiş ve Dâhil-i Uşşâkdan ayrılmıştır.

Kıbâbü’l- Aktâb’ın 6.80 x 14.50 m. ebatlarındaki bu ilk kısmına çıkış, kuzey-batı köşesinde yer alan iki basamaklı mermer merdivenden sağlanmaktadır.

Bu bölümde iki küçük kubbe yer alır Kubbeler doğuda ve kuzeyde sivri kemerlere, batıda ve güneyde ise iç yüzeyi sıvalı moloz taş duvarların üzerine basarlar. Birinci kubbenin tam ortasında daire şeklinde etrafı tığ, ortası nebati motifli bir madalyona, köşelerde ise yine daire şeklinde yapılmış madalyonların içerisine de Allah, Muhammed, Ebubekr ve Ömer hatlarına, 2. Kubbede yine ortada etrafı tığ, içi nebati motifli daire şeklinde madalyona, kenarlarında ise daire biçimli madalyonlar içerisine yazılmış Osman, Ali, Hasan ve Hüseyin isimlerine yer verilmiştir.

Bu bölümün duvarları üzerinde üstte üç adet alçı, altta ise biri batı duvarı üzerinde, diğeri ise Niyaz Penceresi adı ile bilinen iki adet ahşap pencere yer alır. Güney duvarı üzerinde. Hasan Paşa Türbesi giriş kapısının hemen üzerinde yer alan alçı pencerenin yeri, 1982-87 onarımları sırasında sıva altından çıkmıştır Burada bulunan pencere, Hasan Paşa Türbesi yapılırken kaldırılmış ve yeri kapatılmış olmalıdır.

Batı duvarı üzerinde yer alan alttaki kapaklı ahşap pencerenin iki yanına biri ters, biri düz olarak “El-Müteâlî “ yazılırken, pencerenin üzerindeki madalyon içerisinde de “Besmele” hattına yer verilmiştir.

Güney duvarı üzerinde yer alan Hasan Paşa Türbe kapısının batı yanına “Yâ Vâlî”, kapının üzerindeki madalyon içerisine ise “El-Hâlık El-Bârî” müsenna olarak yazılmışlardır. Kapının kenarından başlayıp doğu istikametine doğru devam eden duvar üzerindeki 475×132 cm’lik siyah zeminli çerçeve içerisine ise, Allah, Muhammed, Ebubekr, Ömer, Osman, Ali yazılmıştır.

Bu duvar üzerinde yer alan Niyaz Penceresi’nin üzerine yine madalyon içinde ve müsenna şekilde “El-Hâlık- El-Bârî” hattına, pencerenin yanındaki duvar üzerine ise, yine müsenna hat ile “El-Hayy” ismine yer verilmiştir.

Birinci bölümde 29 adet mezar bulunmaktadır. Bu bölümde bulunan 29 mezardan dördünün kimlikleri belli değildir. Geriye kalan 25 mezardan 9’u Mevlânâ’nın soyundan gelen hanımlara, 15’i ise yine Mevlânâ’nın soyundan gelen erkeklere aittir. Bu mezarlardan yalnızca bir adedi, Mevlevîlikte makam sahibi olan Çelebi Hüsameddin’e aittir.

Kıbâbu’l-Aktâb’ın ikinci kısmı da iki küçük kubbeden oluşur. Kubbeler güneyde ve doğuda moloz taş duvar üzerine basarlarken, batı ve kuzey yönünde sivri kemerler üzerine basmaktadırlar. Bu bölümde Dâhil-i Uşşak bölümünden 83 cm yüksekliğindeki mermer kaplama taş duvar ve üzerine yapılmış olan 55 cm yüksekliğindeki mermer şebeke ile ayrılmıştır.

Bu bölümde üstte üç adet alçı pencere, altta ise üç adet kapaklı ahşap pencere yer almaktadır Bunlardan güney duvarında yer alan ahşap pencerenin iki yanma, biri düz diğeri ters olarak “Yâ Vehhâb” yazılmıştır Doğu duvarı üzerinde yer alan 2 ahşap pencereden birinin bir kenarında müsenna olarak “El-Cabbâr” ve “El-Tebdi” yazılarına, diğer pencerenin iki yanında ise, düz ve ters olarak yazılmış “El-Bâkî” hatlarına yer verilmiştir.

Kubbelerin tam ortalarına, madolyon şekli verilmiş stilize bitkisel motifler yapılmıştır. Ayrıca kubbelerden birinin köşelerine Allah, Muhammed, Ebubekir, Ömer, diğerine ise Hasan, Hüseyin, Osman, Ali yazılmıştır.

Kubbe-i Hadrâ’nın altında bulunan Mevlâna ve oğlu Sultan Veled’in kabirlerini de bu bölümde sayarsak, İkinci bölümde toplam olarak 31 adet kabir vardır. Bu bölümde bulunan 31 kabirden 6’sının kimlikleri belli değildir. Diğer kabirlerden üçü Şeyh Kerîmeddîn, Selâhattin Zerkubî ve Karaman Beylerbeyi Haşan Paşa‘ya aittirler ve soydan gelmezler .Yine burada üç adet de hanım kabiri vardır. Bunlar da Vesile Hanım (Osman Çelebi kızı), Zübeyde Hanım (Edhem Çelebi kızı) ve Emetullah Hanım (İbrahim Çelebi kızı) dır.

Diğer 19 adet kabir Mevlânâ’ya ve Mevlânâ’nın soyundan gelen erkeklere aittir.

Kıbâbü’l- Aktâb bölümündeki toplam 60 kabirden 10 adedinin kimlikleri belli değildir. Kimlikleri belli olan 50 kabirden “4 u Mevlevi büyüklerine”, 12’si Mevlânâ’nın soyundan gelen hanımlara”, “34 adedi de Mevlânâ ve Mevlânâ’nın soyundan gelen erkeklere” aittir. Altı adet “Horasan Eri”ni de Mevlevi büyükleri arasında sayarsak, dergâhta toplam 66 adet kabir vardır.” Geçmişte bu mezarların arasına yalnızca Bevvaplar ile Türbedârlar girebilirlerdi. Postnişinler ile diğer dervişler giremezlerdi. 

AHŞAP SELÇUKLU SANDUKASI

Mevlânâ için yapılan ahşap oyma sanduka 2,91 m uzunluğunda, 1,15 m eninde, baş tarafında 2,65 m, ayak tarafında ise 2,13 m yüksekliğinde ve ceviz ağacından yapılmıştır.

Sandukanın üzerinde özellikle ölüm temalarına yer verilmiştir. Bu temaya uygun olarak Kur’ân-ı Kerîm’den ölümle alakalı Âyet-i Kerîmeler ile, Mesnevi ve Divân-ı Kebîr’den yine ölümle alakalı beyitler ve gazeller seçilmiştir.

Sandukada Selçuklu ahşap sanatında sık sık karşılaştığımız rumîler, kıvrım ve girift dal motifleriyle, geometrik desenler kullanılmıştır. Yazı ve motifler, şeritler veya panolar halindedir.

Sandukanın ustasının ismi ayak tarafında aynı zamanda kapak görevini yapan panonun üzerindedir Kitabede “Bu merkad. Tanrı affetsin. Selim oğlu Abdülvâhidin sanat eserlerindendir.” yazmaktadır

Bu sanduka 1565 yılında Kanunî tarafından Mevlânâ ve oğlu Sultan Veledin üzerine yeni ve büyük bir mermer sanduka yaptırılınca, kaldırılmış ve Mevlânâ’nın babası Sultânü’l Ulemâ Bahaeddin Veledin Horasan çamurundan yapılmış sandukasının üzerine konulmuştur. Kubbe-i Hadrâ’nın ön cephesinden bakılınca, kubbenin kuzey-doğu sütununun hemen yanından, yalnızca 291 cm yüksekliğindeki ahşap sandukanın ön cephesi görülmektedir. Sandukanın ön cephesi, halen Mevlânâ’nın üzerindeki sandukaya nazaran çok yüksek olduğundan, “Mevlânânın cenazesi türbesine defin için geldiğinde, babası oğlunun ilmine hürmeten ayağa kalkmış” şeklinde bir halk rivayeti oluşmuştur

Sanduka üzerine oyularak yazılmış olan Divân-ı Kebîr’den ölümle alakalı bir gazel.

1- Öldüğüm gün, benim tabutumu omuzlar üzerinde gördüğün zaman, bende bu cihanın derdi var sanma.

2- Bana ağlama, yazık yazık, vah vah deme. Şeytanın tuzağına düşersen, vah vahın sırası o zamandır. Yazık yazık o zaman denir.

3- Cenazemi gördüğün zaman ayrılık, ayrılık deme. Benim buluşmam, görüşmem zamanıdır.

4- Beni mezara koyunca elveda, elveda deme. Mezar, cennet topluluğunun perdesidir.

5- Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret. Güneş ve aya batmadan ne ziyan gelir ki.

6- Sana batma görünür ama, o doğmadır. Mezar, hapishane gibi görünür ama, canın (hapisten) kurtuluşudur.

7- Yere hangi tohum ekildi de, tekrar bitmedi. Neden insan tohumuna gelince, bitmeyecek zannına düşüyorsun.

8- Hangi kova kuyuya salındı da, dolu olarak çıkmadı. Can Yusuf’a kuyuya düşünce niye ağlasın.

9- Bu tarafta ağzını yumdun mu, o tarafta aç. Çünkü artık hay-huyun, mekânsızlık aleminin boşluğundadır.

Kubbe-i Hadrâ
Kubbe-i Hadrâ 1024 683 Hz. Mevlâna Dergâhı

Mevlânâ’nın Türbesi külliyenin ilk ve en önemli yapısıdır. Hz. Mevlânâ 17 Aralık 1273 tarihinde vefat edince, babası Sultanü’l-Ulemâ Bahaeddin Veledin baş ucuna defnedildi.

Mevlânâ’yı sevenlerden Alâmeddin Kayser, Mevlânâ’nın oğlu Sultan Velede müracaat ederek “Mevlânâ’nın üzerine bir türbe yaptırmak istediğini” söyledi. Sultan Veled, babası Mevlânanın kabri üzerine türbe yapımına karşı çıkmadı. Bu fikir Gıyaseddin Keyhüsrev’in kızı ve Müineddin Pervane’nin kızı Gürcü Hatun tarafından da desteklendi. Kendisi de 80 bin dirhem verdi. Ayrıca Kayserin malından da 50 bin dirhem tahsis etti. Türbenin yapımına Tebrizli Mimar Bedreddin’in denetimde başlanıldı ve 160 bin dirhem harcanılarak türbe tamamlandı.

Türbenin yapımı yaklaşık bir yıl sürdü. Türbe 1274 yılında, dört adet fil ayağı denilen kalın sütun üzerine, yalnızca güney yönü kapalı olmak üzere tamamlandı, içi alçı kabartmalarla süslenen türbenin, dışardaki 16 dilimli külahı, “Turkuaz renkli çinilerle” kaplandığı için, türbe “Kubbe-i Hadrâ” (Yeşil Türbe) ismini aldı.

Bugünkü 16 dilimli gövde ve külahının Karamanoğlu Alaeddin Bey tarafından yapıldığını, Şikârînin Karamanoğlu Tarihinden öğreniyoruz. Dış görünüşü ile silindir şeklinde inşa edilen türbenin gövdesi, dikey ve bombeli olarak 16 dilime bölünmüş, üzerine koni şeklinde yine 16 dilimli bir sivri külah oturtulmuştur. Yeşil Türbe’nin çinileri 1963 yılında Kütahya’da yaptırılmıştır. Gövde ile sivri külah arasına, gövdeyi çepe çevre çevreleyen bir şerit halinde, sülüs hatla Âyete’l-Kursî yazılmıştır.

Türbenin sivri külahı üzerine ise, içinde sikke motifi de bulunan bir alem, 8 mikron altınla kaplanarak konulmuştur. Türbenin yapım kitabesi yoktur.

Türbe Selçuklu tipindedir Mevlânâ ve oğlu Sultan Veledin cesetlerinin defnedildiği mahzenin-(kriptanın) giriş merdivenleri, türbenin kuzeyindedir Merdivenlerin sonunda mahzende yer alan kriptanın kapısı, önüne yapılan bir duvarla kapatılmıştır Bu nedenle kriptanın ve giriş kapısının mimarî özellikleri hakkında bilgi veremiyoruz.

Dört adet fil ayağı denilen kaim sütun üzerinde yükselen türbenin, yalnızca güney yönünde bir duvar vardır. Türbenin duvarı, sütunları, kemerleri ve yıldız tonozlu üst örtüsü, mala-kârî tarzında alçı üzerine kırmızı, yeşil, mavi ve altın yaldızlı kalem işi süslemelere sahiptir. Burada bulunan süslemelerde, simetriye yer verilmiş, geometrik, bitkisel ve hattı motifler bir arada kullanılmıştır. Motifleri Selçuklular, Beylikler, Osmanlılar, hatta Cumhuriyet devrinde zaman zaman elden geçirilmiştir.

Türbede bulunan son süslemelerin kitabesi, Türbenin güney duvarı üzerindedir Celî Sülüs Hatla kabartma olarak yazılan kitabenin türkçesi şöyledir;

“Yeşil Kubbe, Mehmet Han’ın oğlu, kendisinden yardım talep edilen, Allah tarafından saltanatı teyit edilen Sultan Bayezid’in hükümdarlığı zamanında, zayıf kulu, Halepli Mehmet oğlu Mevlevi Abdurrahman eliyle nakşedilmiştir.”

Kitabeden de anlaşıldığı gibi nakışlar, II. Bayezid devrinde Halepli sanatkâr Abdurrahman tarafından yapılmıştır.

Türbenin güney duvarı üzerinde yer alan alçı pencerenin üzerinde ve iki yanında servi, hurma ve nar ağaçları ile yapılan “Cennet Teması”, devrinin tüm özelliklerini göstermektedir.

Mevlânâ Müzesi’nin nakkaş, oymacı, müzehhip ve hattat olan ilk müze müdürü M. Yusuf Akyurt, (1926-1941) 1933 tarihli bir raporunda;

“1933 senesinde müzenin bazı aksamı evkafça tamir olduğu sırada, Yeşil Kubbe’nin şimalî- garbi tarafında köşede 3.5 metro tol ve 2.75 metro enindeki nakışları ve sıvaları kamilen dökülmüş ve bu sahadaki sülüs celisiyle kufî yazılar dahi eskimiş idi. Bu eski nakışları ve yazıları Konya’da tersim edecek bir nakkaşın mevcut olmaması nedeniyle, tarafımdan tersim ve ihzar edilmiş, diğer üç köşenin nakış ve yazılarından tefrik olunamayacak bir hale getirilmiştir” diyor.

Yine 1982-1987 yılları arasında müze Derneğince yaptırılan onarım ve restorasyon çalışmaları sırasında “Türbenin kuzey-doğusundaki sütunun alt tarafında tamamen dökülmüş bir bölümün, güneydoğusundaki sütununun ortalarındaki dökülmüş nakışların ve sıvaların yenilenmesi ile, Mevlânâ ve oğlu Sultan Veledin hemen arkasında yer alan ve iki sütun arasını tamamen kaplayan ahşabın üzerindeki yağlı boyaların temizlenmesi ve altlarından yeni motiflerin çıkartılma işlemleri, Manisalı usta Mustafa Baytal tarafından yapılmıştır.”

Mevlânâ buraya defnedilince üzerine konulmak üzere 1274 yılında bir ahşap sanduka yapılır. Ancak bu Selçuklu şaheseri ahşap sandukanın, Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veledin 11 Kasım 1312 yılında ölüp Mevlânâ’nın yanma defninden sonra, kaldırılma gereği ortaya çıkar Zira yapılan ahşap sanduka tek bombeli, yani tek kişiliktir, ancak iki mezarın birden üzerinde durmaktadır işte bu nedenle ahşap oyma Selçuklu sandukası, Mevlânâ ve Sultan Veledin mezarlarının üzerinden kaldırılır. Yerine Kanunî Sultan Süleyman tarafından yüksekliği 90 cm, eni ve boyu 310×380 cm olan gök mavisi mermerden yeni bir sanduka, 1565 yılında yaptırılır. Sonrada örtünün altında iki mezarın bulunduğunun işareti olarak, iki küçük ahşap sanduka yapılır ve mermer sandukanın üzerine konulur.

Mermer Sanduka’da kitabe yoktur. Kitabe özellikle konulmamış olmalıdır. Üzeri iki bombeli mermer sandukaya eğer kitabe konulacak olsa idi, üç adet kitabe birden konulması gerekecek idi. Bu kitabelerden birisine Mevlânâ’nın ölüm tarihi, birisine Sultan Veledin ölüm tarihi, üçüncüsüne de mermer sandukanın yapım tarihi yazılmalıydı. Bir sanduka üzerinde üç kitabenin fazla olacağı düşüncesiyle olsa gerek, yeni yapılan mermer sandukaya hiç kitabe konulmamış. Mevlânâ’nın ve oğlu Sultan Veledin ölüm tarihlerini gönüne kadar bildiğimize göre, sandukaya kitabe konulmayışı, yalnızca mermer sandukanın yapılış tarihini bilmemizi önlemiştir Bu husus aradan geçen yıllardan sonra sandukanın yapılış tarihinin unutulmasına sebep olmuştur.

Mermer sandukanın üzerindeki Pûşîde, deri üzerine koyu kırmızı renkli atlas kumaşla kaplanılarak yapılmıştır Atlas üzerine yapılan işlemeler, maraş ve sarma işi tekniklerinde altın sırma sim ile kabartma olarak işlenilmiştir.

Sultan II. Abdülhamid tarafından yaptırılan Pûşide

Pûşîde II. Abdülhamid tarafından 1312 H – 1896 M yılında Mevlânâ ve oğlu Sultan Veled’in sandukaları için yaptırılmıştır. Pûşîde’yi yaptıran II. Abdülhamid, Pûşîde’nin ayak tarafına Sultan III. Selim’in tuğrasını işlettirmiştir. Pûşîdelerin hatları Hasan Sırrı’ya aittir. Örtünün üzerinde Ayete’l- Kursî, Esma-ı Nebî, Lafza-i Celâl ve Fatiha sureleri yazılıdır.

Pûşîdenin üzerinde aynı zamanda bitkisel gül ve lale motiflerine yer verilmiştir.

Kollu Şamdan

Müzenin 398 envanter nosunda kayıtlıdır. Eser XVI. yy’da Kıbrıs fatihi Lala Mustafa Paşa (Ö.1580) tarafından Konya Mevlevi Dergâhına hediye edilmiştir.

Şamdan gümüş kaplamalı geniş kaidesi üzerinde, 4 parçadan oluşur Yüksekliği 126 cm, ağırlığı 73 kgr, kaidesinin çapı 72 cm’dir.

Şamdanın armudî boyun kısmının alt ve üst kısmında şamdanın kollarının takıldığı, dökümden yapılmış bronz yivli bir bilezik yer almaktadır Bu yivli bileziğe altta 8 adet büyük kol ile, üstte 8 adet küçük kol takılmaktadır Büyük kollar 66 cm, küçük kollar ise 50 cm uzunluğundadır Şamdanın 16 kolunun her birisinin gövdesi ejder figürü şeklinde tasarlanmıştır Ejderin vücudundan çıkan kollar, lale, karanfil gibi bitkisel motifler ve bunlar arasında bulunan kuş figürleri ile süslenmiştir Kollar, ejderin kuyruğu arasında yer alan haşhaş kozalağı ile son bulmaktadır.

16 kollu şamdanın, kişinin ruhunu tanrıya yükselttiği, kuşların insan ruhunu, haşhaş kozalaklarının ebedi uykuyu ve cenneti temsil ettiği, ejderin ise ölümsüzlüğü sembolize ettiği söylenilmektedir.

GÜMÜŞ ŞEBEKE

Gümüş Şebeke litaratürde “Gümüş Kapı”, “Gümüş Eşik”, “Sim-pâye”, “Gümüş eşik ve Şebeke” ve “Gümüş Şebeke” olarak geçmektedir. Biz bu isimlerden “Gümüş Şebeke”yi seçtik. Zira müzede iki tane gümüş kapı vardır. Ayrıca burada bulunan gümüş şebekeyi, hemen gümüş şebekenin altında bulunan “Gümüş Eşik” ile birlikte düşünmekte yanlış olur. Zira ikisinin malzemeleri aynıdır, ama işlevleri ayrı ayrıdır.

Gümüş şebeke üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm, iki gümüş baba arasında yer alan bir panodan ibarettir. Pano 50×78 cm ebatlarındadır. ikinci bölüm iki gümüş baba arasında üç panodan oluşur Panolar 46×78 cm ebatlarındadır. Üçüncü bölüm ise aynı zamanda kapı görevini üstlenmiştir. Biri mermer, birisi gümüş iki babanın arasında yer alır 46x78cm ebatlarında iki pano ve bu iki panonun üzerinde yer alan, yüksekliği 40 cm, taban uzunluğu 89 cm olan bir adet üçgen panodan oluşmaktadır. Dikdörtgen şeklinde olan 6 panonun çerçeveleri de, 5 cm eninde ve gümüştendir. Panoların içleri, 1 cm çapındaki yuvarlak gümüş çubukların dikine ikiye ayrılması ile elde edilen parçalarla, kafes görünümü verilmiştir.

ImageGümüş babaların şekli ve üzerlerindeki palmet motifleri, burada daha önceden varolduğunu zannettiğimiz mermer şebekenin babasına benzetilmiştir Panoların iç ve dış yüzeyleri yaprak ve çiçek motifleri ile bezenmiş, ara arada şemse motiflerine yer verilmiştir.

Panonun üst kısmında eni 89 cm, yüksekliği 39,5 cm olan bir üçgen alınlık yer almaktadır Bu üçgen alınlığın altı iki panodan oluşmakta ve üçgen alınlıkla birlikte aynı zamanda kapı görevi yapmaktadır.

Üçgen alınlık önce 11 adet dikey sütuna bölünmüş, daha sonra oluşan bu dikey sütunlar sıra ile 2, 5, 7, 7, 5, 2 şeklinde enine çizgilerle bölünmüştür Kalın dikey ve ince yatay çizgilerle elde edilen 7×2,5 cmlik bölümlerin her birine, “Kıt’a-i Kebîre”nin bir beyti, Rik’a hattıyla yazılmıştır Yalnızca 6 ve 7. sütunların üzerinde kalan üçgen şeklindeki 17×3,5 cm’lik panoya, “Kelime-i Şahadet”, üçgen panonun en üst kısmında yer alan 9 cm yüksekliğindeki palmet şekilli bölmeye ise, “Allah” yazılmıştır. Beyitlerin araları yazıya engellemeyecek şekilde çiçek motifleriyle bezenmiştir. Panonun arka yüzünde ise yalnızca küçüklü büyüklü palmet ve çiçek motiflerine yer verilmiştir.

Gümüş Şebeke 1006 H-1597 M yılında, Maraş Valisi Mahmud Paşa tarafından yaptırılmıştır. Yaptırılış nedenini anlatan “Kıt’a-i Kebîre”, Şair Manî tarafından yazılmış, hattat Mirza Ali hatlarını yazıp istifini yapmış, Kalemkâr İlyas adlı bir usta da, hatların ve motiflerin gümüş levhalar üzerine geçirme işlerini üslenmiştir.

Burada şair Manî’nin yazdığı 32 beyitlik Kıt’a-i Kebîre’nin okunuşunu ve beyit beyit açıklamasını vermek çok yer tutacağından, kısaca özetini verelim;

Maraş Valisi Mahmud Paşa, Mevlânâ’nın Türbesi’nde dua eder “Ben de padişah ile birlikte sefere katılırsam ve muzaffer olarak dönersek ve vezirler mertebesine veya yüce bir mertebeye erersem, varımı yoğumu harcayıp bu kapıyı gümüşten yaptırayım, der. Bu istek ve dilekleri duyan Valide Sultan (Safiye Sultan), Mahmud Paşa’nın başkalarıyla birlikte vezir olabilmesi için, kendisinin himmetine muhtaç olduğunu anlar. Gereği için oğluna yani Padişaha söyler. Bütün dileklerine kavuşan Mahmud Paşa da, Mevlânâ’nın yattığı yere bir gümüş kafes yaptırır.”

Gümüş Merdiven – Gümüş Eşik

Gümüş Eşik ve Sim-Pâye (Gümüş merdiven) olarak tanınır Gümüş iki basamaktan oluşur Basamaklar 57×28 cm. ebatlarında ve 23 cm yüksekliğindedir

Eşikler yapının temeli ve dervişlik makamı kabul edilir. Bu nedenle mukaddestir. Üzerlerine basılmaz ve oturulmaz.

Mevleviler dergâh açıkken özellikle Şeb-i Arûs törenlerinde buraya huşu içerisinde gelirler, dualar okurlar, niyazda bulunurlar ve bu gümüş merdiven ayağını gözyaşlarıyla ıslatırlardı.

 

 

Huzur-i Pir
Huzur-i Pir 1024 683 Hz. Mevlâna Dergâhı

Gümüş kapıdan bizim kısaca “Huzur” dediğimiz, 28.10X13.70 m ebatlarındaki dikdörtgen şeklindeki yaklaşık 350 m2’lik bir mekâna girilir.

Bu mekânda başta külliyenin ilk yapısı olan Kubbe-i Hadrâ, Mevlânâ’nın, aile efradının ve mevlevî büyüklerininde mezarlarının bulunduğu Kıbâbü’l-Aktâb ue Post Kubbesi’nin de içinde bulunduğu Dâhil-i Uşşak bölümü ile, ikili ve dörtlü Horasan Erleri’nin mezarları yer almaktadır Tabi bu büyük mekân, mimarî özellikleri bir yana, levhalarla, örtülerle, kandillerle, hatlarla süslenmiş durumdadır.
Huzûr-ı Pir Bölümü 6 parça

1. Dahil-i Uşşak

2. 2’li Horasan Erleri

3. 4’lü Horasan Erleri

4. Kibâbü’l Aktâb’ın batı bölümü (1)

5. Kibâbü’l Aktâb’ın doğu bölümü (2)

6. Kubbe-i Hadrâ

Horasan Erleri
Horasan Erleri 800 533 Hz. Mevlâna Dergâhı

Kademât-ı Pir (Pîr’in mertebeleri), Huzûr-ı Pir (Pir’in huzuru) veya Dâhil-i Uşşak (Aşıkların içi) diye bilinen koridorun, Semahane girişi ile, Mescid girişinde yer alan “Çerağ Kapısı” arasındaki kalan bölümü, yerden 60 cm yükseltilerek seki haline getirilmiş ve iki ayrı bölüm halinde Horasan Erleri’ne ayrılmıştır.

Birinci bölüm 150x475cm, ikinci bölüm ise 150x450cm ebatlarındadır. Birinci bölümde iki, ikinci bölümde ise dört adet üzerleri işlemeli örtüler ile örtülmüş sandukalı mezar vardır. Bu sandukalı mezarlara defn edilenlerin kimlikleri belli değildir. Ancak Mevlânâ ve babası ile birlikte Horasan’ın Belh şehrinden göçüp gelen erenlerden oldukları söylenilir. Bu nedenle de kendilerine, “HORASAN ERENLERİ” ismi verilmiş, zamanla bu isim söyleniliş kolaylığı nedeniyle, “HORASAN ERLERİ”ne dönüşmüştür.

Horasan Erleri’nin yer aldığı iki bölümde, kuzey yönünde yer alan Mescid Bölümü’nden önce, altta üzeri oyma motifli 160 cm yüksekliğinde ve 18 cm kalınlığında kesme taş duvarla ayrılmıştır. Sonra duvarların üzerine 105 cm yüksekliğinde çeşitli ebatlardaki içleri çıta işçilikli kafes görünümü verilmiş, çerçeveler konulmuştur

Birinci bölümde ikili Horasan Erleri’nin ayak ucunda, ilhanlı Hükümdarı’nın yaptırdığı “Nisan Tası” teşhir edilirken, duvarlarda da değerli hattatların levhaları yer almaktadır. Horasan Erleri’nin yukarısında bulunan zincirlerde ise, hepsi birer şaheser olan cam, telkari ve dökme işçilikli kandiller sergilenmektedir.

NİSAN TASI

Müze Envanteri’nin 384 no’suna kayıtlı olan “Nisan Tası” üzerindeki kitabesine göre İlhanlı Hükümdarı Ebû Sa’id Bahâdır Han tarafından Musul’da yaptırılmış ve Emir Sungur Ağa’nın aracılığı ile, 734 H -1333 M. yılında Mevlânâ Dergâhına hediye edilmiştir.

Nisan Tası 33.375 kg. ağırlığında ve 135 cm yüksekliğindedir. Bakırdan yapılmıştır. Kapak, gövde, bilezik ve kaide olmak üzere dört parçadan ibarettir Kapağın üzerinde, kuyruğu kırılmış olan bir horoz heykeli yer alır.

Kapak ve gövdede, Ebû Sa’îd Bahâdır Han için kûfî hât ile yazılmış övgü dolu şiirler vardır Ayrıca bedende yer alan 6 adet pano üzerinde, altın ve gümüş kakma sanatı ile yapılmış geometrik ve nebatî motiflere, başta ördek, kuş, kurt, keçi, tavşan, at, tazı gibi av hayvanları ve av sahneleri yanında, bazı tarihi olaylara, hükümdar, elçi ve cariyelerden oluşan toplantı ve eğlence motiflerine yer verilmiştir

Mevlânâ Müzesi’nin 1941-1954 yılları arasında müdürlüğünü yapmış olan M. Zeki Oral, 1954 yılında yazdığı ve T.T. Kurumunca bastırılan “NİSAN TASI” adlı kitapçığında, “NisanTası’nın kullanımı ve yeri” konusunda şöyle diyor:

NİSAN TASININ ADI

İhtiyar Mevlevilerin anlatışlarına göre Nisan Tası, Dergâh içinde ve Horasan Erleri kabirlerinin ayak ucunda, yani bugün methalden mescide geçilen kapının yanındaki, yüksekçe yerin nihayetinde bulunurdu.

Nisan yağmuru milli gelenek halinde uğurlu sayıldığı gibi, mevleviler de pek mübarek tutarlardı. Dergâhta bu yağmurdan, büyük kazanlara bol miktarda toplanır, üzerine dualar okunur. Çelebi evlerine ve büyük memurlara dağıtılırdı. Halktan isteyenlere de verirlerdi. Nisan Tasına toplanan suya, Hazreti Mevlânâ’nın sarığının ucu, taylasanı batırıldığı için destar suyu da denilirdi. Suyun iç sıkıntılarını gidermek için, şifa niyetine verildiği gibi, tarlalara bereket için saçıldığı da olurdu. İşte bu güzel eserin içine Nisan yağmuru konduğu için, adına Nisan Tası denilmiştir.

Dâhil-i Uşşak
Dâhil-i Uşşak 1024 407 Hz. Mevlâna Dergâhı

Kısaca Huzûr-ı Pîr de denilen Dâhil-i Uşşak, 7×26 m ebatlarında, batıdan doğuya doğru uzanan dikdörtgen şeklinde bir salondur.

Salonun batısında Tilâvet Odası, kuzeyinde sırası ile Mescid girişinde yer alan Çerağ Kapısı, ikili ve dörtlü Horasan Erleri ile Semahane girişi yer alır. Salonun doğusu ve güneyi, Kıbâbü’l Aktâb (Kutupların Kubbeleri) denilen, Mevlânâ’nın, soyundan gelenlerin ve Mevlevi büyüklerinin mezarlarının bulunduğu bölümle çevrelenir.

Salonun güneyinde ve kuzeyinde, üçer adet sütun bulunmaktadır. Sütunlardan kuzeyde olanlar Semahane ve Mescid ile, güneyde olanları ise Kıbâbü’l-Aktâb ile ortak sütunlardır. Kuzeyde bulunan üç sütundan ikisi aynı zamanda Post Kubbesi’nin sütunları olduğu için, Beylikler Devrinde yapılmıştır, güneyde yer alan üç sütundan ikisi ise aynı zamanda Kubbe-i Hadrâ’nın sütunları olduğu için, 1274 yılında yapılmıştır diye tarihleyebiliyoruz.

Dâhil-i Uşşak ile Semahane ve Mescid arasında üç adet ortak sütuna, Semahane ve Mescid XV7. yüzyılda yapılırken, birazda statik kaygılarla kesme taştan takviyeler yapılmıştır Semahane ve Mescid ile Dâhil-i Uşşak arasında bulunan kemerlerin, ortak değil ayrı ayrı oluşuna dayanarak, “Dâhil-i Uşşak bölümündeki iki küçük kubbe ile, Kibâbü’l Aktâb bölümünde bulunan dört küçük kubbenin XVI. yy’dan önce yapılmış olduklarını, ancak Semahane ve Mescidin XVI. yy’da yeniden yapımı sırasında büyük ölçüde elden geçirildiğini ve tadilata uğratıldığını”söyleyebiliriz.

Dâhil-i Uşşâk’da bulunan 6 sütun üzerinde üç adet küçük kubbe yer alır. Kubbelerden sütunlara iniş, sivri kemerlerle olmaktadır Sivri kemerler birbirlerine kalın ahşap gergiler ile bağlanmıştır Burada bulunan üç küçük kubbeden ikisinin üzerinde bulunan 8 adet dairevi madalyonun içine, Celî Hatla, Osman, Ali, Hasan ve Hüseyin, ikinci kubbeye ise Allah, Muhammed, Ebubekr ve Ömer yazılmıştır.

Üçüncü küçük kubbe Beylikler Döneminde yaptımıştır. Ortasında ayrıca Aydınlık Feneri de bulunan kubbe, mukarnaslı ve tonozludur. Bu kubbeye “Post Kubbesi” de denilmektedir. 1982-87 yılları arasında yapılan onarım ve restorasyon araştırmaları sırasında, kubbe sıva ve badanalarının ve XX. yy’ın başlarında yapıldığını tahmin ettiğimiz rokoko süs ve motiflerin altından lale ve çeşitli stilize bitki motifleri çıkmıştır Çıkan bu motifler XVI. yy’a tarihlenmiştir.

Post Kubbesi, Kubbe-i Hadrâ’nın kuzey bitişiğinde yer aldığı ve aynı zamanda altında Gümüş Eşik ve Gümüş Kafesde bulunduğu için, buraya “Kademât-ı Pır” (Pîr’in makamları) ve “Huzûr-ı Pir” (Pîr’in huzuru) de denilmiştir

Post kubbesinde bazılarına göre Paşabahçe cam fabrikasının ilk mamulatlarından olan, bazılarına göre ise Bohemya Kristali olan büyük bir avize asılıdır Avizenin içindeki 3 cm çapında ve 6 cm uzunluğundaki gümüş boru üzerinde yazılı olan, “Cenâb-ı Hazret-i Mevlâ’nın bendesi Sahib’in hediye-i nâçizânesidir. Sene 1327. Receb-i Şerif Yevm Pazarirtesi” kaydından, avizenin 1327 H -1911 M yılında. Sahip tarafından hediye edildiğini anlaşılmaktadır.

Dâhil-i Uşşak bölümünün güneyinde, birisi Kubbe-i Hadrâ’nın kuzey-batı köşesinde bulunan fil ayağının (sütun) üzerinde, diğeri ise Dâhil-i Uşşak ile Kıbâbü’l Aktâb bölümleri arasındaki Çelebi Hüsameddîn’in sandukasının hemen önünde yer alan sütunun üzerinde olmak üzere, iki adet mihrap vardır.

I. Mihrap Kubbe-i Hadrâ’nın kuzey-batı köşesindeki sütunun içerisine oyularak yapılmıştır.

Mihrap nişi beş köşelidir Alınlığı yine beş sıra mukarnas dizisiyle kademelendirilmiştir. Mihrap nişinin iki yanında yer alan sütunçelerin üzeri, zikzak motifleriyle bezenmiştir. Mihrap alınlığının iki yanma birer buket çiçek resmedilmiştir. Mihrabın diğer bölümleri, stilize, nebatî ve geometrik motiflerle süslenilmiştir. Mihrabın hemen üzerinde ise, kırmızı zeminli çerçeve içinde alçı kabartma olarak yapılmış, sonra altın yaldızla boyanılmış, “Kelime-i Tevhid” yazısına yer verilmiştir.

II. Mihrap , Çelebi Hüsameddin’in önündeki sütunun üzerine, gri ve ak mermer kullanılarak yapılmıştır. Mihrabın alınlığındaki orta boşluğa ak mermer yerleştirilmiş, iki yanma ise birer adet dilimli sütünce yapılmıştır Mihrabın alınlığında Kur’ân-ı Kerîm’in (Buraya giren güven bulur) Âyeti kerimesine yer verilmiştir.

Dâhil-i Uşşak Bölümünün batı duvarı üzerinde bulunan yarım daire şekilli “Alçı Pencere” de, 1982-87 yılları arasında yapılan onarım ve restorasyon çalışmaları sırasında ortaya çıkartıldı. Onarım sırasında duvar üzerindeki sıva altından tuğla ile örülmüş bir pencere yeri ortaya çıktı. Tuğla örgüler kaldırılınca, bir pencere boşluğu, pencere boşluğunun içinden de, eskiden “Burada bulunan eski pencerelere ait iki ayrı kalınlıkta alçı pencere parçalarına” rastlanıldı. Bu parçalardan yola çıkarak rahmetli mimar ve sanat tarihçisi Prof. Dr Yılmaz Önge tarafından alçı pencerenin projesi çizildi. Ustamız Mustafa Baytal tarafından da, alçı pencere yapılarak yerine monte edildi. Böylece pencere orjinal görünümüne kavuştu.

 

Matbâh-ı Şerîf
Matbâh-ı Şerîf 750 562 Hz. Mevlâna Dergâhı

Matbâh veya Matbâh-ı Şerîf bölümü, Meydân-ı Şerifin güney-doğu köşesinde, avlunun ise güney-batı köşesinde yer alır. Mevlevîliğin en değerli bölümüdür. Elbetteki Matbâhtaki asıl işlev yemek pişirmek ve yemek yemek ise de, Can tabir edilen Mevlevi adaylarının 1001 günlük çile süresi içerisinde, en çok eğitim gördükleri yerin burası olması nedeniyle “Mevleviler Matbâha, insanın pişirildiği yer” derler. Burada gürültü edilmez, yüksek sesle konuşulmaz, gülünmezdi. Hatta Matbâha gösterilen saygının bir ifadesi olarak, Matbâh ın kapısının önünden geçilirken dahi, baş kesilirdi (Selama durulurdu).

Matbâh-ı Şerîf, III. Murat devrinde 1584 yılında, derviş hücreleri ile birlikte inşa edilmiştir. Zaman zaman tamir, onarım ve ilâveler gören bina, Matbâh’ın batı duvarının, üzerindeki tamir kitabesinden anlaşıldığına göre, son şeklini 1284 H – 1867 M yılında almıştır.

Bina İçten kireç sıvalı ve kalem işi süslemeli, dıştan kesme taş kaplamadır. Matbâha basık kemeri ve söveleri mermer olan, büyük bir ahşap kapıdan girilir. Asıl mekâna 205 x410 cm ebatlarında üzeri tonozlu bir koridordan geçilir.

Matbâh iki kısımdan oluşur. Birinci kısım 9.20×5.20 m ebatlarında, üzeri beşik tonozlu ve kireç sıvalıdır. Bu kısmın kuzey-doğu köşesinde, yerden 60 cm yükseltilmiş, zeminine Saka Postu serilmiş 110×258 cm ebatlarında bir seki vardır Bu seki üzerine serilmiş Saka Postu üzerine, Mevlevîliğe girmek isteyen adaya, önce abdest aldırılır sonra “yapılan işleri yerinde görmesi ve kararını bir kere daha gözden geçirmesi İçin”, üç gün süre ile iki dizi üzerinde (murakabe vaziyetinde) oturtulurdu. Aday yemek, tuvalet ve ibadetten başkaca bir iş için, Saka Postu’nu terkedemez, birşeyler okuyamaz ve konuşamazdı. Bu adaya “Nev-niyâz” (Aday adayı) denilirdi.

Nev-niyâz bir taraftan Matbâhta yapılan işleri göz altından incelerken, bir taraf tanda burada görev yapan dedeler, Nev-niyâz’a;

“Derviştik zordur. Çileyi Kırmak ise hiç iyi değildir. Dervişlik ateşten gömlek, demirden leblebidir. Aç kalmak, haksız yere söz işitmek vardır. Kısacası Dervişlik Ölmeden önce ölmektir. Bunlara tahammül edebileceksen çileye soyun, yoksa yol yakınken çekip git. İkrardan dönenin mahşer günü yüzü kara olur” gibi, telkinde bulunurlardı. Nev-niyâz üç günün sonunda 1001 gün çileye soyunmak istediğini beyan ederse, yani ikrar verirse, Nev-niyâz’a Can denilir ve 1001 gün sürecek çile başlardı.

Nev-niyâz’ın oturduğu “Saka Postu Makamı”nın yükseltisinin hemen altına birde ayakkabıların konulması için yer yapılmıştır. Ayakkabılar buraya, burnu içeriye, topukları dışarıya dönük olmak üzere konulurdu. Eğer ayakkabılar kapı önüne konuluyorsa, bu defa ayakkabıların burnu kapıya yönelik olarak konulurdu. Can tabir edilen derviş adayından sorumlu dede tarafından bu ayakkabılar çevrilirse, yani ayakkabının topukları kapıya yönelik konulursa bu, “Çık git, dergâhı terket, bir daha gelme” demekti.

Birinci kısmın tavanı tonoz örtülü ve kireç sıvalıdır. Güney-batı köşesinde büyük bir aydınlık penceresi, pencerenin hemen altında da mermer aynalı bir çeşme ve yalak yer alır. Bu çeşmeye su, XVI. yy da Yavuz Sultan Selim tarafından Dutlukırı’ndan getirtilmiş ve Dergâha vakfedilmiştir.

Birinci kısmın batısında ve kuzeyinde birer büyük baca vardır. Bacaların sivri kemerleri kesme taş ile yapılmıştır. Birinci bacanın altında iki büyük ocak, ocakların üzerinde de yemek pişirmek için özel yapılmış iki büyük kazan vardır. İkinci bacanın altında ise, kazanlarda pişirilen yemeklerin soğumaması için altında köz ve sıcak külün bulunduğu dört adet küçük ocak ve bu ocaklara uygun büyüklükte konulan kaplar yer almaktadır.

Bu ocakların önündeki küçük alana “Ateş-bâz-ıt Velî Makamı” da denilir. Burada suyun olması ve ısıtılma imkânının bulunması nedeniyle, bu yer aynı zamanda “Gasil-hâne” (cenazenin yıkanıldığı yer) olarak da kullanılmıştır.

Birinci kısımdan ikinci kısmı ayırmak için mermer bir duvar, yerden 93 cm yükseltilmiş ve 500×1120 cm ebatlarında bir set oluşturulmuştur. İki adet beşik tonozlu kubbesi olan mekâna, dört adet mermer merdivenle çıkılır. Bu mekanın doğusunda ve batısında ikişer, güneyinde ise dört adet ahşap penceresi vardır. Pencerelerin üzerinde, içi sitilize bitki motifleriyle bezenilmiş taçlara yer verilmiştir.

İkinci kısmın kuzey doğusunda yer alan ahşap dolabın kenarından başlayan siyah ve mavi renkli iki şerit, pencereleri çepe çevre dolaştıktan sonra, bu kısmın kuzey batısında yer alan dolabın kenarında son bulur.

İkinci kısmın zemini ahşap döşemedir. Semâ çıkarmak için Mevlevi adayları burada talim yaptıklarından, mekânın ahşap zemin döşemesi üzerine sarı pirinçten, tepesi parmağı kesmeyecek tarzda pürüzsüz ve yuvarlak olan, “Semâ talim çivisi” de çakılmış ve etrafına dairevi bir yuva açılmıştır. Matbahlarda semâ öğrenecekler için (Semâ çıkarmak – Semâ talim etmek) aynı şekilde hazırlanmış, taşınabilir “semâ meşk tahtaları” da vardır. Semâ talimleri burada yapılıyordu.

Semâ talimine yeni başlayan Can, Önce çıplak ayakla “Semâ talim çivisi”nin veya “Semâ meşk tahtası”nın yanına gelir, baş keser, sonra sol dizini yere koyar, sağ dizini bükerek çökerdi. Çivi ile görüştükten (çiviyi öptükten) sonra, bir miktar tuzu, parmaklarının arasını pişirsin ve yara olmasını önlesin diye, destur çekerek çivinin bulunduğu yere dökerdi. Sonra ayağa kalkar, sol ayağının baş parmağı ile, yanındaki parmağının arasına talim çivisini yerleştirirdi. Dökülen tuz, sol ayağının dönüş sırasında rahat kakmasını da sağlamış olurdu.Semâzenin sol ayağına “direk”, sağ ayağına ise “çark’ denilirdi. Direk denilen sol ayak yerinden hiç kaldırılmaz ve diz hiç bükülmezdi. Çark direğin etrafında , çivi merkez olmak üzere, sağ ayağını, sol dizinin hizasına kadar kaldırdıktan sonra, sol ayağı merkezde kalmak üzere, vücudunu 360 derece döndürür ve sağ ayağını yine kaldırdığı aynı yere gelmek üzere yere basardı. Böylece vücut, kendi ekseni etrafında bir tur atmış olurdu ki buna, “Çark atmak” denilirdi. Bu hareket 180 derecelik dönüşlerle de yapılırdı ki, buna “Yarım Çark” denilirdi. Semaya başlayanlara önce yarım çark atmak öğretilir, sonra tam çark atmaya geçilirdi. Bu alıştırma, semâzenler çivisiz devir yapmayı öğreninceye kadar devam ederdi. Direği, yerde sürümeden sabit tutarak çark atmaya, “direk tutma” denilirdi.

Semâzene usulünce çark atmak öğretilirken, bir taraftan da kol açmak öğretilirdi. Sol eli parmakları biraz açık halde, sağ omuz üzerinde, sağ eli yine parmaklan biraz açık halde, sol kolun üzerinden geçip sol omuz üzerinde olan semâzen, ellerini yavaşça aşağıya doğru indirip, sonra ellerinin dış yüzünü vücudu ve sikkesine temas ettirip, kollarını yukarıya doğru açardı.

Semâzenler çark atarlarken (dönerlerken) sağ elleri yukarı, sol elleri ise aşağıya dönüktür. Ellerin bu duruşu, “Biz bir vasıtayız. Allah’tan alır, kula naklederiz” veya, “göğe ağarız, yere yağarız” demektir. Semâzenlerin başı hafifçe sağa eğik, yüzü bir miktar sola dönük, gözleri ise biraz kısık halde, sol elin başparmağına bakar halde olur.

Mevlevi Dervişin başındaki “Sikkesi”, “mezar taşına”, giydiği “tennuresi”, “kefenine”, sırtındaki “hırkası” ise, “mezarına” işarettir.

Semâzenler geçmişte semâya çıplak ayakla çıkarlarmış. Bazı eski fotoğraflarda semâyı “Beyaz renkli yün çorapla” yapanlara da rastlanılmıştır. 1960 lı yıllardan sonra ise, semâzenler ayaklarına siyah renkli “çorap mest” giymeye başlamışlardır. Yalnızca “semâzen başları’nın, meydana çıkacak semâzenlerin meydanın hangi tarafında semâ etmeleri gerektiğini, tennuresinin altından hafifçe çıkartıp gösterdiği çorap mestleri ile tayin ettiklerinden, semâ sırasında beyaz renkli “Çorap mest” giydiklerini görüyoruz. Buna sebepte semâzen başlarının semânın başlangıcında, semâyı ayak hareketleriyle yönlendirmesidir. Siyah renkli tennurelerinin altından çıkarıp çektikleri beyaz renkli çorap mestleri ile, semâzenlerin meydanın hangi tarafına doğru yürüyüp çark atacaklarını bildirmiş olurlardı. Siyah renkli tennurenin altındaki beyaz renkli çorap mestin, daha dikkat çekici olması nedeniyle, semâzen başları semâ sırasında “beyaz renkli çorap mest” leri tercih etmişlerdir.
Matbâh’ta, Saka Postu makamının üzerinde bulunan ahşap merdivenlerle giriş tonozunun üzerinde yer alan 3.85 x 9.00 m ebatlarında bir mekâna daha ulaşılır. Birisine kapı takılmış olan bu üç küçük kemerli mekân, aslında ambar olarak yapılmışsa da, zaman zaman Mevlevi adayları burayı yatakhane olarak kutlandıkları için, bu mekâna “Canlar Odası”da denilmiştir.

Yukarı çıkış merdivenlerinin altından başlayıp matbahın 2. kısmının altına doğru giden, ikinci bir merdiven daha vardır. Taş basamaklı olan bu merdivenlerle, bodrumda ambar olarak kullanılan iki büyük odaya gidilir.

Yukarıda özelliklerini yazdığımız Matbâh-ı Şerîf, 1990 yılında gördüğü restorasyon ve onarım çalışmalarından sonra, daha görsel olması ve burada yapılan işlerin daha rahat anlatılabilmesi için, Matbahın eğitimle alakalı konularından olan Nev-niyâz denilen aday adayı, burada Saka Postu’nun üzerine oturtulurken, Semâ Talim Çivilerinin yanında Semâ Dedesi’nin Can tabir edilen derviş adayına semâ talim ettirişi, somat veya sımat denilen Mevlevi sofrasında da, Mevlevilerin yemek yeme adapları anlatılmaya çalışılmıştır. Ayrıca burada bulunan Gazancı Dede, Pazarcı ve diğer mankenlerle bazı işler ve Mevlevîlerin giyinişleri görsel olarak anlatılmıştır.

Dergâh zabıtanının başı “Ser-tabbâh” da denilen “Aşçıbaşı”dır. Bu kişinin işi yemek yapmak değil, canları manevî açıdan pişirip olgunlaştırmaktı. Dergâhta yemekleri pişirmekten sorumlu kişiye, “Aşçı Dede ” veya “Gazancı Dede ” denilirdi.

Mevlevîlerin yemek yedikleri sofraya “Sımat” veya “Somat” denilirdi. Sofra yuvarlak büyük bir tahtadır. Sofrayı yerden 25-30 cm yükseltebilmek için, sofranın altına özel yapılmış bazıları açılıp kapanabilen bir iskemle konulurdu. Sofranın etrafına da yemek yiyecek dervişlerin üzerlerine oturmaları için postlar serilirdi.

Kaşıklar sofraya yüzleri sola ve yere, saptan sağa gelmek üzere konulurdu. Her ne kadar kaşığın bu duruş şeklinden dolayı “Niyazda”, “Şükurde” denilirse de, kaşığı bu şekilde koymanın asıl sebebi, kaşığın içindekilerin görülmemesi idi. Kaşıklardan sonra, herkesin önüne bir tutam tuz konulurdu. Sofraya “Dolaylı Havlu” ve “Sofra Peşkiri” gibi adlar verilen, eninin yarısı sofranın üzerine, yarısı oturan kişinin dizlerinin üzerine gelen bir örtü serilirdi.

Yemek pişince Kazancı Dede gelir, niyaz edip kazanın kapağını açar ve Canlar, kazanı yere indirirlerdi. Yemek pişmişse, kazancı dede şu gülbankı çekerdi;

“Tabhı şirin ola; Hak berekâtını vere; yiyenlere nâr-ı imân ola. Dem-i Hazret-i Mevlana, sırr-ı Âteş-bâz-ı Velî, kerem-i İmâm-ı Alî, Hû diyelim” der ve hep beraber “Hûûû” denilirdi.

Sonra yemekler kaplara aktarılır, sofraya gerektikçe konulmak üzere münasip bir yere dizilirdi. Su vermekle görevli Canlar da su bardaklarını ve su testilerini hazırlarlardı.

Yemek ve sofra hazır olunca, yemek vaktini haber vermekle sorumlu olan Derviş, önce Şeyh dairesinin Önünde, sonra da hücrelerin bulunduğu koridorda, ayaklarını mühürleyip baş keserek, yüksek sesle ve soluk miktarınca uzatarak;
“Hûûû… Somata sala ” derdi.

Hücrelerinden çıkan dervişler, matbâha gelirler. Kapıda baş keserler ve İçeriye sağ ayakları ile girerler, son olarak Şeyh gelir ve sofraya hep beraber otururlardı. Önce sofra ile görüşürler, sonra önlerindeki tuzdan şahadet parmaklan ile banarak bir miktar tadarlar ve yemeğe başlarlardı.

Önce çorba, sonra yenilecek yemekler sıra ile gelir, yemek bir kaptan yenilirdi. Yemekte konuşulmaz, sohbet edilmezdi. Yemek yenirken ağız şapırdatmak, sağa sola bakınmak ve başkasının önünden yemek yemek hoş karşılanmazdı.

Sofradaki kalabalığa göre bir veya birkaç Can, su vermekle görevlendirilirdi. Canlar sol ellerinde testi, sağ ellerinde bardak (maşrapa) ile beklerlerdi. Su içmek isteyen kişi, bir lokma ekmeği koparıp sağ eline alır, sonra elini sol omuzunun hizasında tutardı. Bu durumu gören Can, su isteyen kişiye bir bardak su verir, suyu alan kişi suyu içinceye kadar, sofrada bulunanlar, sofradan el çekip suyu alan kişinin suyunu içmesini beklerlerdi. Suyu alan aldığı suyu içince, Şeyh suyu içene “Aşk Olsun” der gibi elini kalbinin üzerine kor, hafifçe baş keser, o da aynı tarzda mukabelede bulunurdu.

En son pilâv gelirdi. Pilâv bitince yemektekiler düzelir ve Şeyh şu gül-bangi çekerdi.

“Mâ sûfîyân-ı rahim, mâ tabla-hâr-ı şâhim
Pâyendedâr yârâb, in kâserâ vü hanrâ”

“Salli ve sellim ve bârik alâ es’adi ve eşrefi nûri cemi-il enbiyâi vel mürselin; vel hamdû lillâhi rabbil âlemînel Fatiha” der.

Fatihadan sonra da şu dua okunurdu;

“Nân-ı merdân, nimet-i Yezdan, berâkat-t Halîlür-Rahmân. Elhâmdü lillâh, eşşükrü lillâh; Hak berekâtın vere; yiyenlere nûr-ı îmân ola; Erenlerin hân-ı keremleri, nân u nimetleri müzdâd, sâhibül-hayrât-ı güzeştegânın ervâh-ı şerifeleri şâd ü handan, bâkiyleri selâmette ola; demler, safâlar ziyâde ola. Dem-i Hazret-İ Mevlânâ, sırr-ı Âteş-bâz-ı Velî, Kerem-i İmâm-ı Alî, Hû diyelim”

Herkes şeyhle beraber yüksek sesle ve soluk miktarınca “Hûû” der, yemek biterdi. Yine bir miktar tuza banar ve ağızlarına götürürler, sofra ile görüşürler ve Şeyhle beraber sofradan kalkarlardı.

 

AKTEKKE CAMİİ VE DERVİŞ HÜCRELERİ
AKTEKKE CAMİİ VE DERVİŞ HÜCRELERİ 150 150 Hz. Mevlâna Dergâhı

AKTEKKE CAMİİ VE DERVİŞ HÜCRELERİ

Osman ÜLKÜMEN

Cami karşısında bulunan derviş hücrelerinin üzerinde 3 oda ve bir salondan oluşan muhteşem cumbalı eski Karaman evi olduğunu biliyor muydunuz? Yine derviş hücrelerinin kuzeye bakan duvarında pencereler varmış. Evet derviş hücreleri restore edilmiş ama üst katı yıkılmış. Bu resmi bulunca defalarca baktım ve heyecanlandım. Cami önünden çekilen resmi önceden görmüştüm. Ancak Hacı Beyler Camii tarafından çekilen ve muhteşem Karaman evini ilk defa gördüm. Sanırım sizlerde ilk defa göreceksiniz.

Hele de 1941 yılında çıkan dergideki yazıyı okuyunca bu konuyu araştırmaya karar verdim. Aktekke Camii ismini beyaz kesme taşlardan yapıldığı için yakın zamanlarda verildiğine şahit oldum. Hatta caminin kimler tarafından ve kaç yılında yapılmış olduğunu da kitabesi ile yayınlamaya karar verdim. Daha sonraki yapılan çalışmaların tamamının temelinin Doktor Azmi’nin çalışmasından esinlendiğini de gördüm.

1930 ve 1940’lı yıllardaki resimleri ile bu günkü durumlarını beraber vermek karşılaştırma açısından yararlı olur. Ayrıca daha birçok tarihi yapının o yıllardaki görünüm ve durumunu dizi halinde yayınlayacağız İnşallah. Ancak tüm bunları anlamak için Doktor Azmi’nin kısa hayat hikâyesini ve Karaman için yaptığı çalışmaları bilmemiz Karaman’ın o yıllardaki durumunu ve kültür hayatımıza yaptığı katkıları anlamamıza yardımcı olacaktır. 1940 yılında Karamanoğullarına ait eserleri tetkik için Konya’dan dört kişilik bir heyetinde geldiğini öğreniyoruz.
Bu yazımızda şunları öğreniyoruz:

1-Buraya Kalemiye Medresesi, Mâder-i Mevlana Türbe ve Camii, Valide Sultan Camii, Mevlana Tekkesi ve Aktekke isimleri verildiği,
2-Vakfiyelerde Mevlana Tekkesi diye geçtiği ve Mevleviliğe mensup zaviye olduğu,
3-Giriş kapısının kemerinin üstüne renkli bir Mevlevi sikkesi nakşedildiği,
4-Türbeyi ilk olarak Karamanoğlu Alaaddin bin Halil Bey’in yaptırdığı, vakfiyelerini ve çevresinde bulunan o tarihlerde var olan ancak günümüzde bulunmayan yapıları ve pek çok bilgiyi öğrenmiş oluyoruz.

Doktor Azmi AVCIOĞLU

1869-1870 yıllarında doğan Doktor Azmi, İstanbul Soğuk Çeşme Askeri Rüştiyesi, Kuleli Askeri İdadi Tıbbiye, Sarayburnu’ndaki Mektebi Tıbbiyeyi 1898 yılında yüzbaşı olarak bitirmiştir. Buradan Trablusgarp’a tayin edilmiş, 1905 yılında Fizan’a gönderilmiş burada dört yıl kalmıştır. Meşrutiyette Haydarpaşa Hastanesinde çalışmış, 1910 yılında Yemen’e asker götürmüş, I. Dünya Savaşı sırasında Gelibolu’da savaşmış Temmuz 1918’de Kaymakam olmuştur. Mütareke esnasında Trakya’da olduğu sırada Yunanlıların buraları işgali ile Bulgaristan’a geçmek zorunda kalmış, üç ay kaldıktan sonra İstanbul’a dönmüş ve doktorluk  görevine başlamıştır. Milli hükümetin kurulması ile Konya askeri sıhhiye amiri iken Kasım 1923’te emekli olmuştur. Bundan sonra KARAMAN Belediye Tabipliğinde altı yıl hizmet edip 1930 yılında Konya Belediye Tabipliğine getirilmiş tek başına çalışırken 65 yaşını doldurduğu için buradan da emekli edilmiştir. Konya Halkevi azalığına son zamanlarına kadar devam etmiş 6 Ocak 1942’de vefat etmiştir.

O, büyük vatanperver, edip, şair Namık Kemal’in, “Vatan Yahut Silistre” sinde bahsi geçen Ali Rıza Efendi gibi bir kahramanın oğludur. Eserde düşman cephaneliğini ateşlemek için kale burcundan aşağı sarkıtanlardan Askeri Kâtip Ali Rıza Efendi, babasıdır. Kale düşman muhasarası altında olduğu için kale surlarından gizlice üç kişi sarkıtmış ve Abdullah Çavuş’ta düşman cephaneliğini havaya uçurmuştur.

O, parasız baktığı yoksul hastaların doktoru değil, merhametli, güler yüzlü, müşfik babasıdır. Karaman’da ve Konya’da yazın sıcağında kışın soğuğunda en ücra köşelere kadar giderek fakir ve kimsesiz hastalara bakmış ve onlara umut olmuştur. Ve hakkıyla tarihin sayfalarına bu namı ve iyilikleri ile ve Karaman tarihi ve kültürüne katkıları ile anılmayı hak eden birisi olmuştur. İleriki yazılarda okuyacağınız üzere bazı tarihi eserlerin satılmasını engellemiş hatta bazılarının geri alınması hususunda çalışmalar yapmıştır. Bu gün Karaman’da görebildiğimiz eski kalıntılar ve eserler varsa bu heyetin ve Doktor Azmi’nin katkısı büyüktür.

Karaman Belediye Tabibi iken Karaman Evkafı heyeti içerisinde bulunmuş ve Cami, medrese, mescit, çeşme, tekke, türbe gibi yerlerin tasnifinde yer almıştır. Bu dönemlerde 1923-1930 yılları arasında Karaman’daki tarihi eserleri tetkik etmiş ve notlar almıştır. Karaman tarihine merak sararak buranın tarihini, coğrafyası, içtimai ve iktisadi üzerine güzel bir eser ortaya koymuştur. Bu eseri Karaman Halkevi bastırmak üzere kendisinden almış ancak kitap basılmamıştır. Bu kitabında yer alan bazı tarihi yerleri ise Konya Halkevi Dergisinde zaman zaman yayınlamıştır. Ne yazık ki; onun yazdığı bu kitaba henüz rastlanılamamıştır. M. Mesut Koman, 1950 yılında Prof. Dr. ErnstDiez,M.Mesut Koman ve Dr. Oktay Aslanapa ile KARAMAN DEVRİ SANATI adlı bir kitap yayınlamışlardır. Doktor Azmi, uzun yıllar halk evinde Mesut Koman ile beraber çalışmıştır. 1944 yılında Gaffar Totaysalgır, “Karaman (Larende), Tarihi İncelemeler” adlı eseri yayınlamıştır.  1967 yılında İbrahim Hakkı Konyalı “Abideleri ve Kitabeleri İle Karaman Tarihi” adlı eşsiz eserini yayınlamıştır. Ancak hepsinin ortak özelliği ise Doktor Azami’nin yazdıklarını temel olarak almalarıdır.

Döneminin en eski ve birincil kaynaklarından olan ve bizzat heyetle buraları tetkik eden Doktor Azmi’nin bize aktardıkları son derece önemlidir.  Bunlardan birisi de Mader-i Mevlana Aktekke Camisi hakkında anlatımları ve derviş hücrelerinin durumudur. 1941 yılı Ocak ayında çıkan Konya dergisinin 35. Sayısında şimdiye kadar hiç rastlanılmayan bir resim oldukça dikkat çekicidir. Resmi görüp te iç geçirmemek elde değildir. Tarihi eserlerimizi koruyamamanın hüznü ve pişmanlığı yüzüne yansır insanın.

Evet; Şimdi 1941 yılı başında Doktor Azmi tarafından yazılan yazıyı okuyalım.

“Karaman’da İstasyon Caddesi’nden kasabaya doğru gelirken sağ tarafta Osmanlı tarzında minareli ve kubbesi kurşunlu bir cami görünür. Karaman’ın Ali Şahane Mahallesinde kâin bu caminin avlusunda vaktiyle Mevlevilere mahsus kârgir sekiz derviş hücresiyle üç oda ve bir salonu muhtevi ahşap ve nim fevkani bir Şeyh dairesi ve birazda bahçe vardı. Bu gün bu binalar istimal edilmeyecek derecede harap olmuş ve ancak maziye ait yâdı hazineleri kalmıştır.

Avlu dâhilinde ve caminin garp (batı) cihetinde, Şeyh aileleri ile hücre neşin dervişlerin ve Mevlevi muhiplerinin ulularını gömmeye mahsus birde hatıra mevcuttur.

Caminin asıl kapısı üzerindeki kitabe bize bu Osmanlı müessesinin kim tarafından kurulduğunu bildirmiyor. O, aşağıda aynen dercedeceğimiz veçhile, bir zaviye ile bu zaviyenin kime mensup olduğundan ve Karamanoğlu Süleyman Bey’le Karamanoğlu Alâddiin Bey’den bahsediyor.

Caminin içerisinde ve kapıdan girince sol tarafta namaz kılınan yerden demir parmaklıklarla ayrılmış yüksekçe bir saha görülür. Türbe olan bu sahada, Mevlana Celaleddin Rumi’nin anneleri Mümine Hatunla kabileleri ve büyük kardeşleri Alaaddin Muhammed, Karamanoğlu Süleyman Bey ve Mevlana sülalesinden 17 kadar zat yatmaktadır.

Mümine Hatun’un kıble cihetinde ve ta uçta bulunan sandukalımakberesi, yaldızlı bir kafesle ve arkasına çekilmiş perde ile diğerlerinden tefrik olunmuştur. Üzerinde eski puşidesinden başka, Osmanlı hükümdarı Sultan Reşat tarafından gönderilmiş ikinci bir puşide daha vardır. Alaaddin Muhammed’in sandukası da sarı ipekle yazılı yeşil bir ipekle örtülüdür.

Cami, aynı zamanda Mevlevi zaviyesinin semahanesi olduğundan burada vakit vakit mukabele yapılıyordu. Bugün de mamur, mefruş ve ibadethane olarak müstameldir.

Kapısının yukarısına pek güzel bir şekilde yerleştirilmiş olan mermer levha üzerine sülüs yazı ile şu beş satırlık kitabe kazılmıştır.

Kitabedeki Hürre’den maksat Mevlana’nın anaları Mümine Hatun’dur . Babaları Sultan’ül Ulema Bahüddin Muhammed, Kaonya’ya gelmezden evvel o vakit Larende denilen Karaman kasabasında ikamet ediyorlardı. Alaaddin Keykubat I. İn daveti üzerine Hicri 626 tarihinde Konya’ya geldiler. Larende’de otururken eşleri Mümine Hatunla oğulları Alaaddin Muhammed’in vefat ettiklerini ve Kalemiye Zaviyesine  gömüldüklerini menakıpnameler yazmaktadır.  Ölüm tarihleri malum değildir.

Kitabenin tercümesini ise İ. Hakkı Konyalı şu şekilde yapmıştır: “ Âriflerin Kutbu, Âşıkların Sultanı, Milletin ve Dinin Celâli (Mevlana’nın) -Allah pek Zâhir olan sırrını mukaddes kılsın- kişizade ve keremli hatuna nispet edilen bu mübarek zaviyenin ve Karamanoğlu Mahmut oğlu Said ve şehit Seyfeddin Süleyman Bey’in merkadinin –Allah toprağını aydınlatsın- yapılmasını yüce sultan, âlemde Allah’ın gölgesi, ümmetlerin dizginini elinde tutan Arap ve Acem sultanlarının efendisi, azgınları, inatçıları kahreden, kâfirleri ve müşrikleri öldüren fetih babası Karamanoğlu Mahmud Oğlu Halil Oğlu Alaaddin –Allah mülkünü muhalled kılsın, bayraklarını yükseltsin, yardımcılarını muzaffer ve hoşnut yapsın- Hicretin 772. Yılı Rebiülevvel’inin evvellerinde emretti.”

Merkadi burada bulunan Karamanoğlu Süleyman Bey, muhalifleri tarafından Larende’de tertip edilen komploya kurban olmuş ve camiye giderken mızrak ve kılıç darbeleri altında şehit edilmişti (H. 733). Bu hükümdar Halil Bey’in oğludur. Karaman tahtında uzun müddet kalmış ve şehadetinden sonra yerine Konya Beyi kardeşi Alaaddin Bey geçmiştir.

Şikari tarihinde Süleyman Bey’in cesedinin DivanoğluMedresinin civarında KalemiyeZaviyesi’nde Mevlana’nın validesi yanına defnedildiği mukayyettir.

Bu kitabeye göre Karamanoğlu Alaaddin bin Halil Bey’in, Osmanlılara mensup olduğunda şüphebulunmayan şimdiki mescit ve türbeden önce Mevlana’nın annesi ile kardeşi Süleyman üzerine yahut yalnız Süleyman üzerine bir türbe yaptırdığı ve bilahare bu türbe yıkılarak şimdiki şekle sokulduğu ve fakat kitabesinin bozulmadan yeni cami ve türbenin kapısına yerleştirildiği anlaşılmaktadır.

Alaaddin Bey, Osmanlı tarihlerinde Ali Bey diye adı geçen zattır. Yıldırım Beyazıt’ın veziri Timurtaş Paşa tarafından asılmıştır.

Halkın Valide Sultan dedikleri bu cami ve türbenin bulunduğu mahal etrafında eskiden Bostancıbaşı Camii ve Medresesi ile Arasta Çarşısı, Nasuh Bey Hamamı, Sultan Cem Bedestanı, Pazar Bozan oğlu Seyyit Ömer Hanı, Süleyman Bey Hamamı, Tahta Kale Mescidi ve ona muttasıl elli kadar dükkân varmış. Bu gün arasta Camiinden ve Süleyman Bey Hamamından da hiç birinden eser kalmamıştır.

Aktekke Camiinin o dönemde Alaaddin Bey tarafından, Foni köyü yakınlarındaki Selerek köyünü vakfetmiştir. Vakfiye Larendeli Ahi Yusuf oğlu Ahi Ali Nurettin ile Haydar oğlu Konyalı Hasan’ın şahitliği ile tanzim edilmiştir. Ayrıca bir başka vakfiyede ise, bu cami ve türbeye Larende’de Buğday Pazarı civarında bir fırın ile Gazialp (Gazalpa) civarında bir yeri vakfetmiştir. İ Hakkı Konyalı ilk önce Kalemiye Zaviyesini Mirza Halil Bey’in yaptırdığını, gelirler vakfettiğini, Alaaddin Bey’in ise bitişiğine yeni bir zaviye yaptırarak kardeşinin türbesini de içine aldığını iddia etmektedir. Halil Bey ’in zaviyeyi bir Mevlevi Tekkesi olarak inşa ettiğini belirtmektedir.Larende Osmanlılara geçtiği zaman Mevlevi Tekkesi harap durumda olduğunu Fatih dönemindeki vakıf kayıtlarına istinaden söylemektedir.

Fatih Devri’ne ait defterde bu zaviye şöyle geçmiştir:

“Vakf-ı zaviye-i Kalemi, Vakıf Süleyman Bey an ebnâ-i Karaman, der tasarruf-i Seyyidi mukarrer behükm-i Hümayun” Tekkenin gelirleri İse; Selerek Köyü, zaviyenin yanındaki değirmen, Çeltik köyü yaynında bağ, zaviyeye bitişik bağ, Debbağhane yanında Çakır yeri, Gödet köyünde tarla, Subaşu Değirmeninin yanında bağ yeri, Tayı buzhanesinin yanında arsa, Sultan Hamamı’ndan Tahıl Pazarı’na kadar olan harap dükkân yerleri.
Görüldüğü gibi ecdadımız bu güzel eserleri yaptırmış ve gelecek nesillere ulaşmasını dilemiştir. Aktekke Camii’nin yapılışını ve geçirdiği evreleri bir nebze olsun aktarmaya çalıştık. Umarım faydalı olmuştur.

KAYNAKLAR:

1-    Konya Halkevi yayını, “Konya Dergisi”, Sayı:35, Sayfa 2056,2059
2-    Gaffar TotataySalgır, 1944 “Karaman (Larende), Tarihi İncelemeler”, Konya
3-    Prof. Dr. ErnstDiez, M.Mesut Koman ve Dr. Oktay Aslanapa, 1950, “Karaman Devri Sanatı” İstanbul, sayfa 44, 45, 48, 49
4-    İ. Hakkı Konyalı, 1967,“Abideleri ve Kitabeleri İle Karaman Tarihi”, sayfa 229-254,

 

https://www.karamandauyanis.com/aktekke-camii-ve-dervis-hucreleri/36096/

 

Meydân-ı Şerif Odası
Meydân-ı Şerif Odası 1024 611 Hz. Mevlâna Dergâhı

Matbâh-ı Şerif ile Derviş Hücrelerinin kesiştiği köşede, 5.60 x9.50 m ölçülerinde, dikdörtgen şeklinde büyük ferah bir oda vardır. Bu odaya “Meydân-ı Şerif Odası” denilmektedir. (Halen müdür odası olarak kullanılmaktadır.) Hasan Özönder’in “Mevlânanın Külliyesi’nin Tamir ve İlaveleri Kronolojisi” adlı makalesinde, 1816 tarihli bir onarımdan bahsedilmekte ve yapılan onarımların 28 madde halinde detaylı listesi verilmektedir. Verilen onarım işleri listesinin 18. sırasında, “Adı geçen meydan odası üzerindeki “Sikke-hâne” odasındaki ……..” denilmektedir. Buradan yola çıkarak. “Meydân-ı Şerif Odası”nın yerinde 1867 yılından önce, alt katı meydan odası, üst katı Sikkehâne olan iki kattı bir binanın olduğunu anlıyoruz. Bu iki katlı bina 1867 yılında yıkılmış ve yerine bugünkü tek katlı büyük “Meydân-ı Şerif” odası yaptırılmıştır.

Meydân-ı Şerife sabah namazından sonra girilirdi. Meydana muhipler giremezdi. Meydanda kırmızı post, Şeyh’e aitti. Onun sağ ve sol tarafındaki siyah ve beyaz renkli postlar Kazancı Dede’ye ve Meydancı Dede’ye aitti. Odaya girenler, kıdem sırasına göre yarım daire şeklinde Şeyhin karşısında, yer alırlardı. Sonra hep beraber ayak mühürlerlerdi. (Sağ ayağın baş parmağını, sol ayağın baş parmağının üzerine koyarlardı). En son olarak odaya, Tarikatçı Başı baş keserek girerdi. Bütün dedelerde Tarikatçı Başı ile beraber baş keserlerdi. (Başın biraz öne eğilmesi, belin üst kısmının başla beraber 45 derece öne eğilmesi). Tarikatçı postuna otururken odadakilerde aynı zamanda yere otururlar ve tarikatçı ile birlikte yerle görüşürler, yere niyaz ederlerdi (yeri öperlerdi).

Meydân-ı Şerife girenler yerlerine yerleşince, dışarı meydancısı, üstünde bir lokmalık ekmek parçalarının olduğu bir tepsi ile içeriye girerdi Tepsideki ekmek parçalarını önce tarikatçı başına, sonra sağ tarafta oturanlara, daha sonra ise sol tarafta oturanlara yere diz çökerek sunardı. Sunulan bu kuru ekmek parçalarına “çörek” denilirdi. Çörek istemeyen dedeler şahadet parmağı ile tepsiye dokunup, parmağını biraz öne eğerek öperdi. Dışarı meydancı “çörek” denilen bu ekmek parçalarından alanlara, Meydân-ı Şerifin hemen girişinde bulunan kahve ocağından sade kahve getirirdi.

Meydân-ı Şerifte çörekler yenilir, kahveler içilir, idari meseleler görüşülürdü. Suçlu olanlara verilecek cezalar ile, yükseleceklere verilecek makam ve mevkiler burada tebliğ edilirdi. Mevlânâ’nın ölüm yıldönümlerinde havanın iyi olmadığı zamanlarda ise, “Şeb-i Arüs” töreni burada yapılırdı.

Çörekler yenilip, kahveler içildikten ve fincanlar toplandıktan sonra kalplerini boşaltırlar, ellerinin parmakları biraz açık halde, bellerine dayarlar, gözlerini yumarlar ve “Murakebe”ye dalarlardı. Bir müddet sonra tarikatçı Eüzü Besmeleyle Nasr Sûresini (CX) okur, “Fatiha” derdi.
Fatiha okunduktan sona şu gülbânk çekilirdi.

“Vakt-i şerif hayrola, hayırlar fethola, şerler defola, kulûb-ı âşıkân küşâd ola, demler safâlar ziyâde ola, sahibü’l hayratın rûh-ı revânları şâd ü handan ola, dem-i Hazret-i Mevtana sırr-ı Şems-i Tebrizî, Kerem-i İmâm-i Ali Hû diyelim”

Gülbânktan sonra uzatılarak “hûûû” denir, hep beraber yer öpülerek kalkılırdı, önce tarikatçı başı kapıya kadar gelir, Meydân-ı Şerife dönerek baş keserdi (selam verirdi). Meydân-ı Şerîf odasında bulunanlarda, onunla birlikte baş keserlerdi. Sonra tek tek odadan, odaya arkalarını dönmeden çıkarlardı.

Meydân-ı Şerifin çift kanatlı kapısı, odanın kuzey-dogu köşesindedir. Kuzey duvarı üzerinde bir, güney duvarı üzerinde iki ve batı duvarı üzerinde üç adet olmak üzere toplam altı adet ahşap penceresi vardır. Duvarları dışta kesme taş kaplama, içte kireç sıvalı olan odanın tavanı, bağdadî tarzında yapılmıştır. Tavanında Barok-Ampir tarzı karışımı üslup gösteren, hayali tabiat manzaraları ve rokoko motifler vardır.

 

Derviş Hücreleri
Derviş Hücreleri 1024 680 Hz. Mevlâna Dergâhı

Derviş yoksul anlamına gelir. Tarikatlara girenlere Derviş, hücre sahibi olanlara ise “Hücre-nişîn” , “Hücre Güzin” ve “Dede’ denilir.

Dervişân Kapısı’ndan (Cümle Kapısı) sonra, iki küçük kubbeli bir geçiş mekânına, oradan da ön bahçeye geçilir.

Mevlâna Müzesi’nin batısında ve kuzeyinde yer alan ters L şeklindeki derviş hücreleri, III. Murat tarafından 992/1584 yılında inşa ettirilmiştir. Derviş hücreleri Mevlevi dervişlerinin, Matbah-ı Şerif’te 1001 günlük hizmetlerini tamamladıktan sonra ikamet ettikleri odalardır. Her odada iki dervişin kaldığı bilinmektedir. Derviş hücrelerinin bir kısmı da çelebi ve aşçıbaşı odası olarak kullanılmıştır.

Dervişan Kapısı’nın iki yanında sıralanan derviş hücrelerinin sayısı on yedidir. Selimiye Camii avlusuna açılan Dervişan Kapısı ile Çelebi Dairesi’ne açılan ismini belirleyemediğimiz giriş bölümüyle beraber tüm hücrelerin üzeri kurşunla kaplanmıştır. Hücrelerle aynı büyüklükte yapılmış olan iki girişle birlikte derviş hücrelerinde on dokuz adet kubbe bulunmaktadır.

Hücrelerin tamamı tek kubbelidir. Her hücrede bir ocak (şömine) dolap, sedir, mangal ve bazı dergâh eşyaları ile dışarıya ve koridora bakan birer ahşap penceresi ve yine revaklı koridora açılan bir kapısı vardır.

Bu hücreler 1001 gün çilesini tamamlayan dedelere verilirdi ve kendilerine “Hücre nişin”, ‘Hücre güzîn” ve “Dede” denilirdi.

Hücrelerden girişin güneyinde yer alan dördü, halen bilet gişesi ve idarî bürolar olarak kullanmaktadır. Eskiden bu hücrelerden üçü “Aşçı başı”, “Türbedâr” ve “Tarikatçı başı” hücresi olarak kullanılıyordu.

Hücrelerin yıkılmadan orijinal haliyle bırakılan ikisi de kütüphane olarak kullanılmaktadır. Bu kütüphanelerden birinde Mevlânâ Müzesinde Müdür, Kültür Bakanlığında Müzeler Genel Müdürü ve Müsteşar olarak görev yapan Mehmet Önder’in, bir diğerinde de Mevlânâ ve Mevlevîlikte ilgili yazdığı kitaplarla tanınan üstad Abdülbakî Gölpınarlı’nın Mevlânâ Müzesi’ne bağışladıkları kitaplar muhafaza edilmektedir.

Dervişan Kapısı’nın üzerinde II. Mahmut’a ait tuğra ile III. Murat’a ait yapım kitabesi bulunmaktadır. Kapının ahşap taç örtüsünün alınlığında ise Mevleviliğin sembolü olan destarlı Mevlevi sikkesi yer almaktadır.

Derviş hücrelerinin yapım kitabesinde:

Şehi Sultân Murâd Han ibn-i Selîm Han
Yapub bu hanikâhı ordu bünyâd

Olalar Mevlevîler bunda sâkin
Okuna her seher vird ola irşâd

Görüb dil bu binâyı didi târîh
Büyût-i cennet-âsâ oldu âbâd 992

kıtası yazılıdır.

Hücrelerin önünde bir revak bulunurken, kubbe aralarında üzeri kurşunla kaplanmış bacalar vardır. Hücrelerin dışa bakan yönünde demir parmaklıklı birer pencere ile avluya bakan bir kapı ve penceresi vardır. Hücrelerin içinde ısınma aracı olarak kullanılan ocakla sedir ve dolaplar yer almaktadır.

İlk müze müdürü Yusuf Akyurt tarafından 1927 yılında çizilen Mevlâna Müzesi’nin dergâh dönemindeki planında derviş hücrelerine “dedegân hücreleri” denilmektedir. Çelebi Dairesi tarafındaki son iki hücrenin dışa bakan pencereleri sağır gösterilmiştir. Bu iki hücrenin önüne Rumeli Bekâr Mektebi yapıldığı için dışa bakan pencereleri planda kapalı gösterilmiştir. Ayrıca günümüze gelememiş olan Mevlevihane’nin abdesthane kısmına geçişin derviş hücrelerinin kuzey tarafındaki Çelebi Dairesi önüne açılan girişten yapıldığı planda belirtilmiştir.

1928 yılında derviş hücrelerinin dördü dışındakilerin araları açılarak koridora dönüştürülmüş; revaklar camekânlı hâle getirilmiştir. Dervişan Kapısı’nın batısındaki iki oda şeyh odası ve derviş odası olarak düzenlenmiş, araları açılan hücrelerde ise arkeolojik eserler teşhir edilmiştir. 1954 yılında yapılan yeni düzenlemede, hücrelerin koridora açılan pencerelerinin vitrinlerinde pazarcı maşası, keşkül, mütteka, teber, posta çantası, Mevlâna minyatürlü levha ile divit ve hokkalar, koridorun ikinci kısmında yer alan vitrinlerde Osmanlı Dönemine ait Bursa işi çatma ve kemha kumaşlar ile kadın elbiseleri sergilenmiştir. Çelebiyan Kapısı’na doğru olan son iki hücrede Mehmet Önder ve Abdülbaki Gölpınarlı kütüphaneleri bulunmaktaydı. Derviş hücrelerinden Dervişan Kapısı’nın doğusunda yer alan dört hücre müze müdürlüğü tarafında idari bölümler ve bilet gişesi olarak kullanılmıştır. Ayrıca ziyaretçilerin bilgilendirilmesi için sinevizyon salonu düzenlenmiştir.

2009-2010 yılında derviş hücrelerinde gerçekleştirilen restorasyon çalışmalarıyla, hücreler dergâh döneminde kullanılan konumuna getirilmiş; teşhir ve tanzim çalışmalarından sonra da odalar ziyarete açılmıştır.

 

Tuzcubaba Türbesi
Tuzcubaba Türbesi 320 471 Hz. Mevlâna Dergâhı

Halk arasında Siğil Tekkesi, Temriye Tekkesi, diye tanınan türbe hakkında elimizde hiçbir bilgi yoktur. 1973 yılında yıkılan türbede bulunan iki adet mezar taşı, halen müzede muhafaza edilmektedir.

Mezar taştarındaki bilgiden anlaşıldığına göre türbede mezarı olan kişiler, Bektaşî Tarikatı mensubudurlar.

Türbeye ait iki adet mezar taşının birisi 1334 H -1917 M yılında vefat eden Hüseyin Avni Ağa’ya,
diğeri ise 1337 H -1920 M yılında vefat eden Bektâşîzâde Hüseyin Avni Efendi’ye aittir.

Sinan Paşa Türbesi
Sinan Paşa Türbesi 768 1024 Hz. Mevlâna Dergâhı

Sinan Paşa Türbesi, Fatma Hatun Türbesi’nin güneyinde, hâmuşânın batısında yer almaktadır. Sekiz köşeli planda, sarımtırak renkli kalker kesme taşlarla yapılmıştır.

16 gen kasnak üzerine oturan kubbesi kurşunla kaplıdır.

Türbenin doğu-batı ve güney yönlerinde birer adet söveleri kirli beyaz renk gödene taşı ile yapılmış ahşap pencereleri vardır. Üst kısmında ise söveleri kalker taşından olan, üç yuvarlak ve üç adet üzeri sivri kemer şekilli ahşap ışıklık penceresi yer almaktadır.

Türbenin kapısı kuzey yönündedir. Gödene taşından yapılmış bir çerçeve içerisinde, kemer ve söve taşlan mermerden olan çift kanatlı bir ahşap kapısı vardır. Kitabe basık kemerin üzerindeki çerçeve içerisinde ve iki ibare şeklindedir. İbarelerden birisi Sinan Paşa’ya, diğeride türbenin inşaatına aittir. Kitabelerin okunuşu şöyledir.

Tarihü’l-vefât
İtdi dünyâdan Sinan Paşa güzer
Hak yerin gülzâr-ı cennet eylesün
Didi bir eksikli târihin anın
Canına Allah rahmet eylesün
981

Tarihü’l-binâ
Sinan Pâşâ virüp can-ı ‘azizi
Olub kûy-i şehidâne revâne
O Yûsuf sîrete târîh-İ ihsan
Sinan Pâşâ mahall-i mısr-cinâne
982

Muhammed İkbal ve Şair Nefî’nin Makamları
Muhammed İkbal ve Şair Nefî’nin Makamları 1024 743 Hz. Mevlâna Dergâhı

Şairlerin hatırasına Mevlana Müzesi bahçesinde yaptırılan mermerler üzerinde Muhammet İkbal için ise, “Pakistan Milli Şairi ve Mütefekkiri Muhammed İkbal’e Aziz Mürşidi Mevlana’nın huzurunda bu makam verildi. (1873-1938) satırları yer alırken, Şair Nef-i için, “Yeryüzünde mezarı bulunmayan büyük Türk Şairi Nefî’ye, Aziz Mürşidi Mevlana’nın huzurunda bu makam verildi. (1572-1635) ” ifadeleri yer  alıyor.

Mehmet Bey Türbesi
Mehmet Bey Türbesi 800 533 Hz. Mevlâna Dergâhı

Mehmet Bey Türbesi, müze ana binasının (Kubbe-i Hadrâ)’nın güneydoğu köşesindedir. Kare mekânlıdır. Türbenin kubbesi dört adet mermer sütun üzerine dayanan, dört adet sivri kemer üzerinde yer alır. Kemerler birbirlerine, kalın ahşap kirişlerle bağlanmıştır.

Dört yanı da açık olan türbenin gövdesi, kesme taşlarla yapılmıştır. Türbenin üzerinde yer alan kubbesi, sekizgen bir kasnakla çevrilmiş olup, kubbenin içi kireç harçla sıvalıdır.

Kubbenin zemini önce kesme taşla döşenilmiş, sonra Mehmet Bey’e ait sarımtırak renkli mermerden yapılan sandukası buraya konulmuştur. Sanduka sade, ancak çok güzel ve işçiliklidir.

Sandukasının üzerinde yazan Arapça kitabesinin Türkçe’ye çevirisi şöyledir:
“Mustafa Paşa oğlu, Allahnın rahmetini isteyen Mehmet Bey, 941 yılında hakkın rahmetine ulaştı”

941 H – 1535 M yılında ölen Mehmet Paşanın kimliği kesin olarak bilinmemektedir. Ancak Pîri Mehmet Paşa’nın da damadı olan Mehmet Bey’in, Bosnalı Çoban Mustafa Paşanın oğlu olması ihtimali oldukça kuvvetlidir.

Hürrem Paşa Türbesi
Hürrem Paşa Türbesi 768 1024 Hz. Mevlâna Dergâhı

Klâsik Osmanlı devri eserlerinden olan Hürrem Paşa Türbesi, müzenin ön bahçesinin güney-batısında, Matbâh’ın ise kuzey-doğu bitişiğindedir. Dış yüzeyi sarımtırak renkli gödene taşı ile yapılmıştır.

Türbe sekiz köşelidir. Yukarısı da sekiz köşeli bir tambur ile çevrilmiştir. Tamburun hemen üzerinden başlayan kubbenin üzeri, kurşunla kaplanmıştır. Türbenin yan duvarlarına yapılan dikdörtgen çerçeveler, binaya daha güzel bir görünüm vermiştir.

Türbenin kapısı kuzeydedir. Kapının önüne, dört sivri kemer üzerine basan bir küçük kubbeli mekân, siperlik olarak yapılmıştır, Siperliğin önünde yer alan iki mermer sütun üzerine konulan sütun başlıkları, baklava biçiminde beyaz ve kırmızı renkli taşlarla yapılmıştır.

Türbenin iki kanatlı ahşap kapısı kuzeydedir. Kapının söveleri ve basık kemeri, koyu renk mermerden yapılmış olup girişin altındadır.

Türbe içeride de sekiz köşelidir. Türbenin sekiz köşesinden önce baklava biçimli pandantiflere, oradan da daire şeklindeki kubbe kasnağına geçilir. En yukarıda ise kurşun kaplanmış kubbe yer alır.

Türbenin doğu-batı ve güney yönlerinde birer adet ahşap penceresi varken, bu pencerelerden batı yönünde olanı, Matbah yapılırken iptal edilmiştir.

Türbenin içinde iki adet mermer sanduka bulunmaktadır. Birinci sandukada sarıklı güzel işlenilmiş bir baştaşı vardır. Sanduka Hürrem Paşaya aittir. Sandukanın dört tarafında “Hadis-i Şeriften ibarelere, “Ayet-i Kerimelere” ve “Gülistandan alınmış farsça beyitlere” yer verilmiştir.

ikinci sanduka Kanûnî’nin Ümerâlarından Hacı Bey’e (0.1553) aittir. Sandukasının üzerinde “Âyetü’l-Kursî ve ihlâs Suresi” yazılıdır.

Türbenin kitabesi arapçadır. Beyaz ve koyu mermer ile yapılmış, basık kemerin üzerindeki çerçeve içerisinde ve iki satır halindedir. Arapça kitabenin Türkçesi şöyledir:

“Bu binayı Sultan Selim Hân oğlu Sultan Süleyman Hânın-Allah ömürlerini korkusuzluk ve emniyet içinde uzun etsin- devletli günlerinde büyük vezir ve ululanmış olan ibrahim Paşa- Allah nimetlerle ikbalini uzun etsin- Hak taâlânın rahmetine muhtaç, şehit Hürrem’in ruhu için 934 yılında yaptı.”

Hürrem Paşa, İskender Paşa’nın oğludur. Karaman Beylerbeyi iken. Kayseri yakınlarında Kurşunlubeli Boğazı civarında şehit olmuştur.

Hasan Paşa Türbesi
Hasan Paşa Türbesi 768 1024 Hz. Mevlâna Dergâhı

Türbe Kıbâbü’l-Aktâb’ın güney-batı köşesinde, İhtisas Kütüphanesi’nin batı bitişiğindedir. Sekiz köşelidir. Gövdeden kubbeye onaltı köşeli tamburla geçilmektedir. Tamburun üzerinde ise kurşun kaplı kubbe yeralmaktadır.

Türbenin gövdesi yontulmuş sarımtırak renkli kalker taşı ile yapılmıştır. Bina sonradan kuzeyinden Kibâbü’l Aktâb’a, doğu yönünde de İhtisas Kütüphanesi’ne bitiştirilmiştir. Altta bir, yukarıda biri yuvarlak, birisi üzeri sivri kemer şekilli iki penceresi vardır. Diğer yöndeki pencereleri kapatılmış veya sonradan içlerine dolap yapılmıştır. Kuzey duvarı üzerindeki kapatılan penceresi, 1982-1987 yılları arasında yapılan onarımlar sırasında, sıva altı araştırmaları sırasında bulunmuştur. Pencere, Kıbâbü’l Aktâb bölümünün batı duvarı üzerindeki alçı penceresi örnek alınarak yeniden yapılmıştır. (62)

Türbenin biri batı yönünde, birisi de kuzey yönünde olmak üzere iki kapısı vardır. Batı yönündeki kapısının söveleri ve basık kemeri mermerdendir. Bu kapıda tuğla örgü ile kapatılmış iken, 2003 yılında Müze Müdürlüğü tarafından yeniden eski haline getirilmiştir. Kapının basık kemeri üzerinde çerçeve içerisinde 981 H-1573 M tarihli bir kitabesi vardır. Kitabesinin okunuşu şöyledir;

Hasan Paşa idüb rıhlet cihandan
Alem kaldırdı mülk-i câvidâne
Didi târih-i fevtin hâtif-i gayb
Ola canına cennet âşiyâne
Sene 981

Hasan Paşa Türbesinin ikinci kapısı türbenin kuzeyindedir ve Kapı Kıbâbü’l Aktâb’a açılmaktadır. Türbenin bu yöndeki alt penceresi, sonradan kapı haline getirilmiş olmalıdır. Bu kapı üzerinde kitabe yoktur. Türbenin içinde de sanduka tesbit edilememiştir.

Fatma Hatun Türbesi
Fatma Hatun Türbesi 768 1024 Hz. Mevlâna Dergâhı
Mevlânâ Müzesi ön bahçesinde, Hasan Paşa Türbesi’nin batısında, Sinan Paşa Türbesi’nin ise, kuzeyinde yer alır. Türbe sekizgen planlıdır. Sarımtırak renkli kalker taşından yapılmıştır. Binanın köşelerine yarım sütunlar yerleştirilmiştir. Üstte 16 gen kasnak üzerine oturan kubbesi kurşunla kaplıdır.

Türbenin kapısı kuzey-batıya açılır. Kapının dış çerçevesi gödene taşından, söveleri ve basık kemeri mermerden yapılmıştır. Basık kemerinde ters ve düz şekilde lale motifleri yapılırken, iki renk mermer kullanılmıştır.

Türbe içerisinde içduvarların üst kısmında, üç tanesi sivri kemerli, üç tanesi ise daire şekilli olmak üzere 6 adet duvarların üst kısmında ise dikdörtgen formlu üç adet ahşap pencere vardır.

İçeride mermerden yapılmış bir sanduka vardır. Mezar taşının baş taşına güzel bir kadın tacı islenilmiştir. Türbenin içten kubbeye geçiş üçgenlerine, madalyonlar içerisine “Allah”, “Muhammed”, “Ömer”, “Ali”, “Hüseyin”, “Hasan”, “Osman”, “Ebubekr” yazılmıştır.

Kapı kemerinin üzerindeki kitabesine göre, 994 H-1585 M yılında vefat eden Karaman Beylerbeyi Murat Paşa (Kuyucu) kızı, Fatma Hatun için yaptırılmıştır.

Mîr-i mîrân Murat Pâşâ’nın
Kıldı bir duhteri hayfâ rıhlet
Murg-ı ruhı olup uçmağa revân
Rahmet-i Hakk ‘a bulubdur vuslat
Ey Neccâmi göricek türbesini
Tab’ıma geldi o dem bir halet
Düşdi irüb feyz-i Huda târihi
Oldu merkume makâm-ı cennet
994

Eflaki Ahmet Dede Türbesi
Eflaki Ahmet Dede Türbesi 660 350 Hz. Mevlâna Dergâhı

Eflâkinin hayatı hakkında fazlaca bilgi yoktur. Kendisi Mevlevi Büyüklerinin hayat hikâyelerine yardımcı olacak maddeleri yazmış, pekçok şeylerden bahsetmiş, tarihî olayları bildirmiş, ancak eserinde kendisinden bahsetmemiştir.

Kendisinden bahseden yazarda yoktur. Kendisinden bahseden Sâkıb Dede’de gerçek dışı şeyler yazar. Yine de bu bilgilerin arasından, Ahi Natur’un oğlu olduğuna, Bedreddİn-i Tebrizi’nin öğrencisi olduğunu, heyet bilgisinin ileri olması nedeniyle Eflâkî mahlasını aldığını öğreniyoruz. Yine babası hakkındaki rivayetlerden, Eflâkînin babasının Özbek Han’ın sarayından olduğunu da anlıyoruz.

Eflâki Ulu Arif Çelebi’ye candan bağlıdır. Onun her sözünü bir hikmet, her işini bîr keramet sayar. Ulu Arif Çelebi de kendisine “Şeyh” diye hitab etmektedir. Bu hitaptan Eflâkînîn yalnızca Mesnevî-hân değil, aynı zamanda Çelebiden hilâfet aldığı da anlaşılıyor.

Eflâkinin, Mevlânâ ile arasında pek uzun yılları yoktur. Sağlığında Mevlânâ’yı görenlere ulaşmıştır Meselâ Mevlâna’yı sağlığında görenlerden, Sultan Veled’e, kızı Mutahhara Hatun’a, Ulu Arif Çelebinin annesi Fâtıma Hatun’a yetişmiştir. Bu nedenle onun kitabında naklettiği hikayelerin değeri bir kat daha artmaktadır.

Eflâkinin Menakibu’l-Ârifin adlı kitabında dili sade ve özlüdür. Kitabını 1353 yılında bitirmiştir.

Eflâkî 761 yılı Recebinin sonuncu Pazartesi günü (15. VI 1360) yılında vefat etmiş ve türbe civanına defnedilmiştir. Dergâhın doğu yönünde iç ihata duvarının bitişiğindeki Topbaş Hoca’nın evi diye bilinen yerin 1929 yılında yıkılması üzerine, burada bulunan mezar taşı, müzeye nakledilmiştir.

Mezar taşı halen “Mehmet Bey Türbesi”nin altındadır. Taştaki kitabenin tiirkçesi şöyledir;

“Allah’dır kalan. Büyük bilgin, herseyi gereğince bitip haber veren, zamanın eşsiz, asrın tek âlimi, rahmete mazhar olmuş ve suçtan örtülüp yarlığanmış olan, Arife mensup bulunan Eflâkî, yediyüz altmış bir yılı recebinin sonuncu Pazartesi günü yokluk evinden varlık yurduna göçtü. Allah onu rahmetine ulaştırsın, suçlarını yarlıgasın.”

Türbeler
Türbeler 1024 683 Hz. Mevlâna Dergâhı
Niyaz Penceresi
Niyaz Penceresi 320 413 Hz. Mevlâna Dergâhı

Türbelerin bulunduğu yerlerde, yatırların sandukalarını görecek şekilde, türbelerin ayak veya yan taraflarına yapılan pencerelere ” NİYAZ PENCERESİ” denilir. Türbeye girilmeden veya türbe kapalı içeriye girilemiyorsa, dua dışarıdan bu pencerelerden okunurdu, istekler bu pencereden yapılırdı.

Mevlânâ Dergâh’ında da , dergâhın güneyinde yer alan bu pencereden bakılınca “Kıbâbü’l Aktâb” (Kutupların kubbeleri) manasına gelen Mevlânâ’nın, Mevlânâ’nın soyundan gelenlerin ve Mevlevi büyüklerinin mezarlarının bulunduğu yer görülmektedir. Bu nedenle dualar ve niyazlar halen ihtisas Kütüphanesi’nin içinde kalan bu pencereden yapıldığından, pencereye ” Niyaz Penceresi ” denilmiştir.

Yâ Hazret-i Mevlânâ

Derhâ heme beste-end illâ der-i tû

Tâ reh nebered garîb illâ ber-i tû

Ey der kerem-i ‘izzet-i nûr-efşânî

Horşîd u meh u sitâreğân çâker-i tû

Mevlânâ
Yâ Hazret-i Mevlânâ
Ey keremde, yücelikte nur saçıcılıkta güneşinde, ayında,
yıldızlarında, kendisine kul-köle kesildiği güzel.
Garib aşıklar senin kapından gayrı bir yol bulamasınlar diye,
bütün kapılar kapatılmış, yalnız senin kapın açık bırakılmıştır.
Mevlânâ
Niyâz penceresinin bulunduğu oda dikdörtgen formludur. Önceleri şeyhlere mahsus kabul salonu olarak kullanılan oda, 1926 anlında bir müddet “müdür odası” olarak kullanılmış, daha sonra “ihtisas Kütüphanesi” olarak hizmete sunulmuştur. Niyâz penceresi’nin içinde bulunduğu oda XX.yüzyılın başlarında yapılmış olmalıdır. Zira X/X.yy.ın sonlarında çekilmiş olan fotoğrafların içinde, bu oda görülmediği gibi, bu alanda şimdi yerinde olmayan bir türbede görülmektedir. Odanın batısında yer alan “Hasan Paşa Türbesi” ile, doğusunda yer alan ” Payanda”nın arasında kalan boşluğun üzeri çatı, önü ise camekanla kapatılarak büyük bir oda kazanılmıştır. Bu arada fotoğraflarda yeni yapılan odanın kapısının veya kapının hemen önündeki alanda olması gereken kimliğini bilmediğimiz türbede yıkılmış olmalıdır

Mevlânâ Müzesi’nin İlk Müdürü Yusuf Akyurt’un 23 Şubat 1940 tarihli raporundan öğrendiğimize göre; Selçuklu Devlet adamlarının, Karaman Oğullarının, Osmanlı Sultanlarının ve devlet adamlarının yanı sıra, Mevlânâ’ya muhabbetleri olan zenginlerin hediye ve vakfettikleri kitaplar, Mevlânâ Dergâhı’nın içinde. Derviş Hücrelerinde orada burada dağınık halde imiş. Mevlevihane de müstakil bir kütüphane yokmuş.

Mevlânâ Dergâhı’nın 24. Postnişîni Hemdem Sa’id Çelebi (1807-1858), evinde bulunan hususi kütüphanesini 1854 yıhnda Mevlânâ Dergâhı’na naklederek vakfetmiş, dergâh içinde yer alan Fatma Hatun Türbesi’ni de Kütüphane yapmıştır. Kendi kütüphanesinden getirdiği kitaplar ile, dergâhta dağınık vaziyette bulunan kitapları bu kütüphaneye kayıt ve tescil etmiştir. Kütüphanenin vakfiyesi bulunmamaktadır. Ancak Hemdem Sa’id Çelebi kendi vakfettiği kitapları, birisi 25×24 mm ölçülerinde, diğeri 23 x 19 mm ölçülerinde oval biçimli olan iki mühürle mühürlemiştir.

Hâmûşân
Hâmûşân 1024 768 Hz. Mevlâna Dergâhı

Mevleviler ölene “Göçtü-göçündü”, “hâmûş oldu”, mezarlıklara susanlar vurdu ve susanlar anlamına gelen “Hâmûşân”, “Hâmûşhâne”, cenazeyi defnetmeye de “sırlamak” derlerdi.

Dergâhların etrafında genellikte “Hâmûşân veya hâmûşhâneler” yer alırdı. Buralara Mevlânâ’nın soyundan gelenler, dedeler ile mübtedîler defnedilirdi (sırlanırdı).

Huzur-i Pîr ve Kibâbü’l-Aktâb denilen Mevlânâ’nın Türbesi’nin içi olduğu gibi, türbesinin çevresi de mezarlık yani “Hâmûşhâne” idi. Dergâhın güneyinde ve batısında bulunan hâmüşhâneleri, elde bulunan eski fotoğraflardan da tesbit edebiliyoruz. Ancak nedense dergâhın doğusundan ve kuzeyinden çekilmiş elimizde hiç fotoğraf bulunmamaktadır. Bu bölümlerinde hâmûşâne olduğunu, eski planlardan anlıyoruz. Eski planlarda bu bölümlerin üzerlerine hâmûşân yazılmış. Dergâhın kuzeyindeki bir bölümün üzerine de ‘Valideler Mezarlığı” diye yazılmış. Yine bizim Neyzen Selâmı Bertuğ’dan Öğrendiğimize göre, Dergâhın önündeki bir bölümde “Neyzenler Mezarlığı”dır. Demek ki dergâhtaki bir bölüm “Ölen Neyzenlerin”, bir bölümde “Ölen Validelerin” defni için ayrılmış bölümlerdir.

Ölüm Mevlevilerce “Dostun, dosta kavuşması, vuslata engel olan gömleğin çıkarılması ve bir ülkeden bir ülkeye göçtür”. Öyle ise ölüm günü vuslat günüdür. Bu günde ney çalmak, semâ etmek ve eğlenmek gerekirdi. Bu düşünce Mevlâna’dan, hele Kuyumcu Selâhaddin’den sonra daha rağbet görmüş, cenazeler ney, tef ve kudüm sesleri eştiğinde götürülmeye ve semâ edilerek gömülmeye başlanılmıştır.

Mevlevi Şeyhleri matbahta, Ateşbâz-ı Velî Makamı denilen yerde ney ve kudüm sesleri eşliğinde yıkandırdı. Cenazeler sırlanmaya ism-i Celâl okunarak götürülürdü. Cenazeler tabuta konulduktan sonra, tabutun üzerine şeyhin hırkası serilir, sikkeleri de tabutun başına konuluyordu. Dedenin cenazesi kabre konulunca, bu defa dedenin hırkası üzerine örtülür, sikkesi başına giydirilir, sonra da hilâfetnâmesi kıble tarafına, yani cenazenin sağ tarafına konuluyordu.

Definden sonra, cenazeye gelenler kabrin etrafında halka olurlar, önce Kur’ân, sonra da beş dakika kadar ism-i Celâl okunuyordu, ism-i Celâl’in okunması tamamlanınca, Mevlevilerin içlerinden birisi şu gül-bâng ‘i okurdu;

“Vakt-i şerif hayrola; hayırlar fethola;
Derviş……………merhum, garka-i gariyk-ı

Yezdan, hâcesi hoşnûd ola;
Dem-İ Hazret-i Mevlana, sırr-ı Şems-i Tebrizi

Kerem-i İmâm-ı Ali, Hû diyelim, “Hûûû ” denilirdi ve daha sonra kabirden dönülürdü.

Bilindiği gibi Mevlânâ’nın babası Sultânü’l-Ûlemâ Bahaeddin Veled 12 Ocak 1231 tarihinde vefat etti ve gül bahçesindeki bugünkü yerine defnedildi. Tekke ve zaviyeler kanunu çıkıp, Mevlânâ Dergâhının Müze yapılmak üzere teslim alındığı tarih ise 11 Eylül 1926’dır. Dergâha müze olarak teslim alındığı tarihe kadar defin yapıldığını düşünürsek, bu alana 695 yıl 7 ay 29 gün defin yapıldı demektir. İslâmiyette bir mezara birden fazla da defin yapılabildiğini de göz önüne alırsak, aradan geçen bunca süre içerisinde dergâhın içinde ve dışında bulunan mezarlıklara, kaç defin yapıldığını tahmin dahi edemeyiz. Müzenin ilk ihata duvarı içerisinde kalan 6500 m2’lik alanın içinde kalan Semahanede, 1996 yılında yapılan araştırma kazısı sırasında iki sıra halinde 8 mezarın çıktığını, 1986 yılında müze avlusundaki mermerlerin yenilenmesi sırasında Hürrem Paşa Türbesi’nin doğu bitişiğinde birkaç tane mezara rastlanıldığını göz önüne alırsak, “Bu alan tamamen mezarlıkmış. Yeni bir bina yapılacağı veya bir bina büyültüleceği zaman, mezarlar nakil bile edilmemiş, mezarların üzerine ya yeni bina yapılmış, veya olan binalar ihtiyaca göre büyütülmüş” diyebiliriz.

1960 ile 1982 tarihleri arasında müzenin doğu ve kuzeyinde yer alan 12 dönümlük alan Kültür Bakanlığı tarafından istimlak edilmiş, ihale duvarı içine alınarak Mevlânâ Müzesi bahçesine ilave edilmiştir. Yeni bahçede ayrı ayrı yerlerde Eflâk’i’nin ve Tuzcu Baba’nın Türbeleri vardır. Zaman zaman bahçede yapılması gereken kazılarda da, ayrı ayrı yerlerde yığın halinde İnsan kemik parçalarına rastlanılmıştır. Bu buluntulardan yola çıkarak, “En azından bu 12 dönümlük alanında mezarlık olması oldukça kuvvetli ihtimal dahilindedir” diye düşünebiliriz.

Hz. Mevlânâ
Hz. Mevlânâ 1024 248 Hz. Mevlâna Dergâhı

Hz. Mevlânâ Muhammed Celâleddinî Rûmî

destar1

Hazreti Mevlânâ

Muhammed Celâleddin-i Rûmî

Hayatı ve Şahsiyeti

Yrd.Doç.Dr. A. Selâhaddin HİDÂYETOĞLU

SUNUŞ

Hayatını, “Hamdım, piştim, yandım” diye özetleyen büyük İslâm velisinden bahsetmek herkesin kullandığı dil ve kalemin kârı değildir. Hz. Mevlânâ her ne kadar dış görünüşü itibariyle sıradan bir insan gibi de olsa, kendisinden asırlar sonra bile dünya insanlarının duygu düşünce ikliminde ufuklar açılmasına vesile olan bir hazinedir.

Hz. Mevlânâ, hayatında Kur’an ve Sünnet’ten bir adım ve bir nefes dahi ayrılmamaya çalışmıştır. Bu iki ana kaynağın dışında bir şey O’na isnâd edilecek olunursa, bundan bizar olduğunu veya olacağını net olarak ifade etmiştir.

Ayrıca; “Ben sağ olduğum müddetçe Kur’an’ın bendesiyim, Hz. Muhammed’in yolunun tozuyum ” ifadesi de O’nun Kur’an-ı Kerim ve sünnete bağlılığının göstergesidir.

Hz. Mevlânâ’yı iyi anlayabilmek için yaşadığı yüzyılda meydana gelen hadiselerin de çok iyi tetkikinin yapılması gerekmektedir. Bu itibarla; Hz.Mevlânâ’yı sadece şiirlerindeki âhenkte arayan, kabuğu öz zannedenlerdir.

Milletler kahramanlarıyla birlikte yaşarlar. Kahramansız bir milletin yaşaması mümkün değildir. Savaş zamanlarının kahramanları sınır boylarına koşarlar iken, barış zamanının kahramanları da dünyamızın mimarlarıdır. Onlar bizim güzellik manzumemizdir. Gönül dünyamazın kahramanlarından birisinin de Hz. Mevlânâ olduğunu açık ve kesin bir şekilde ifade etmek mecburiyetindeyiz. Çünkü; Hz. Adem’den bu yana nice insanlar gelmiş geçmiş; sultanlar, vezirler, âlimler çoğu unutulmuş gitmiştir.

Ama Hz.Mevlânâ; ünü günümüze kadar artarak gelen bir âlim kişidir.Yediyüzyıl öncesinden günümüze kadar ilim ışıklarını salmış ve sonsuza kadar da dünyayı aydınlatacağı muhakkak görülen bir er kişidir… O’nu bu dünya hayatında rahmetle andıran, öteki dünyasını da mamur eden; kendisini Hak yoluna tahsis etmesidir. Bu itibarla, 732 yıldır dünyanın dört bir tarafında ismi diri olan ender büyüklerden Konya’nın manevî mimarlarından Hz.Mevlânâ’yı rahmetle yâd ediyorum. Yeryüzünde medfunu bulunduğu bu şehrin Kültür ve Turizm Müdürü olarak hizmet etmekten bahtiyarım.

Gönüller sultanı Mevlânâ; şüphesiz düşünce ve kültür tarihimizin âbide şahsiyetlerinden birisidir, insanlığa vermiş olduğu eserlerle; tasavvuf düşüncesinin ve İslâm dininin yayılmasında ve kökleşmesinde önemli bir misyon üstlenmiştir.

Elinizdeki bu eser Selçuk Üniversitesi ilahiyat Fakültesi (emekli) öğretim üyelerinden, Dr. A. Selâhaddin HİDAYETOĞLU hocamız tarafından büyük gayretlerle hazırlanmıştır, ilk olarak 1989 yılında İl Kültür Müdürlüğü tarafından neşredilen eserde; Hz.Mevlânâ’nın hayatı özet olarak ele alınmıştır. O’nun hayatındaki önemli olaylara vurgular yapılmış, düşünce dünyasında bir damla da olsa fikirleri yansıtılarak, hayatından kesitler sunulmuştur.

Eseri hazırlayan Dr. A. Selâhaddin HİDAYETOĞLU’na, yayınlanmasında emeği geçenlere gönülden teşekkür ediyorum, İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü olarak bu eseri yeniden tüm insanların hizmetine sunuyoruz.

Saygılarımla.

Abdüssettar Yarar

İl Kültür ve Turizm Müdürü

 ÖN SÖZ

“Allah’dan geldik, Allah’a gidiyoruz…

Allah’dan başka kimsede  kuvvet ve  kudret yoktur.

Muhammed Aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm’ın yürüyüşünden daha iyi bir yürüyüş, yolundan daha doğru bir yol görmedik.” diyen, mü’minler kafilesi, her biri bir rahmet âbidesi, Rabbânî alim Sultâ-nü’l-Ulemâ ailesi… Bu aileden, bu âleme doğan, aşk ve rahmet; ilim ve irfan güneşi Sultânü’l – Âşıkîn Hazret-i Mevlânâ…

İlmini, irfanını, benliğini, bütün varlığını Hazret-i Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’de yok ederek, meş’alesini, O’nun nurundan yakıp uyandıran Hazret-i Mevlânâ…

Rahmeten li’l-âlemîn olan sevgili peygamberimizin feyziyle ve aşkıyle kemâle eren, rahmet mâdeni Hazret-i Mevlânâ’yı yâd ederken, O’nun güzel ve ince ruhunu şad etmek niyetiyle, O’nun şu iki mısraını edeben nakledelim;

“Men bende-i Kur’ânem eğer cân-dârem

Men hâk-i reh-i Muhammed-i Muhtârem…”

Bu kitapçıkta, Mevlânâ Muhammed Celâleddin-i Rûmî Hazretleri’nin Hayatı ve Şahsiyeti – O’nun yüce himmetleriyle – kısa ve öz olarak anlatılmaya çalışıldı… O bir umman…Bu kitapçık, O ummandan birkaç damla … O bir gül bahçesi… Bu kitapçık, birkaç kuru yaprak…

Bu kitapçığımı mütâlâa edenlere selâm olsun…

Okuyucularımdan dualarını istirham ederim. Hayırlı dualar buyuran okuyucularımın gönülleri her dem safa bulsun..

Allah’ım! Sen ne güzel bir sâhib ve ne güzel; ne hayırlı bir yardımcısın!…

Yegâne sahibimiz!… Güzel Allah’ım! Güzel ve hayırlı yardımların her dem bizlerle olsun… ne olur…

“Eyle tevfikini bu bendene Yâ Rabb refik

Kıl inayet bana kim ente veliyyü’t-tevfîk”

Yrd.Doç.Dr. A. Selâhaddin HİDÂYETOGLU

S.Ü. İlahiyat Fakültesi Türk-İslâm Edebiyatı

Anabilim Dalı Öğretim Görevlisi

1996/1417 KONYA

İÇİNDEKİLER

I. Hz. Mevlânâ’nın Hayatı

1.Adı

2.Doğum Yeri ve Yılı

3.Nesebi (Soyu)

A.Babası Bahâeddin Veled Hazretleri’nin Şahsiyeti

B.Hz. Mevlânâ’nın Babası ile Belh’ten Çıkışları ve Konya’ya Gelişleri

1.Belh’ten Göç

2.GöçYolu

3.Göç Yolunda Hz. Mevlânâ’ya Teveccühte Bulunan Mutasavvıflar

a.Şeyh Artar Hazretleri

b.Şeyh-i Ekber Hazretleri

4.Hz. Mevlânâ’nın Evlenmesi

5.Hz. Mevlânâ’nın, Konya’ya Yerleşmeleriyle ilgili Yorumu

C.Hz. Mevlânâ’yı Yetiştiren Mutasavvıflar

a.Sultânü’l-Ulemâ Şeyh Bahâeddin Veled Hazretleri

1.Bahâeddin Veled Hazretleri’nin Eseri Maârif

2.Seyyid Burhâneddin Hazretleri’ni Bekleyiş

b.Seyyid Burhâneddin-i Muhakkık-ı Tirmîzî Hazretleri

Ç. Hz. Mevlânâ’nın Konya Dışına Seyahati

a.Haleb’e ve Şam’a Gidişi

b.Şam’da Şems-i Tebrîzî Hazretleri ile Bir Anlık Görüşme / 23 c.Hz. Mevlânâ Kâmil Bir Mürşid

D.Hz. Mevlânâ’nın Dostları, Halîfeleri; Kendisine ilham Kaynağı Olan Mutasavvıflar

a. Şems-i Tebrîzî Hazretleri

1 .Hz. Şems ile Hz. Mevlânâ’nın Buluşmaları

2.Hz. Mevlânâ’nın Mâşûkluk Mertebesine Erişmesi

3.Kim, Kimi Aradı?

4.Hz. Mevlânâ’nın Mânevi Yolculuğundaki Safhaları

5.Hz. Mevlânâ ile Hz. Şems Hakkında

6.Şems-i Tebrîzî Hazretleri’nin Konya’dan Ayrılışı

7.Hz. Şems’in Konya’ya Dönüşü

8.Hz. Şems’in Kayboluşu

9.Hz. Mevlânâ’nın, Şems-i Aramak için Şam’a Gidişi

b.Konyalı Kuyumcu Şeyh Selâhaddin Hazretleri

1 .Hz. Mevlânâ’nın Vecd ile Semâ’ı

2.Hz. Mevlânâ’nın, Şeyh Selâhaddin’i Kendisine Halife Seçmesi

3.Şeyh Selâhaddin Hazretleri’nin Olgunluğu

4.Şeyh Selâhaddin Hazretleri’nin Ebedî Âleme Göçüşü

c.Çelebi Hüsâmeddin Hazretleri

1 .Hz. Mevlânâ’nın Çelebi Hüsâmeddin’i Kendisine Hemdem ve Halîfe Seçmesi

2.Çelebi Hüsâmeddin Hazretleri’nin Değeri

3.Çelebi Hüsâmeddin Hakkında

4.Mesnevî’nin Yazılışı

E. Hazret-i Mevlânâ’nın Baki Âleme Göçüşü

1 .Şeyh Sadreddin-i Konevî Hazretleri’nin Ziyareti

2.Hazret-i Mevlânâ’nın Hanımına Cevâbı

3.Hazret-i Mevlânâ’nın Tavsiye Ettiği Bir Dua

4.Hazret-i Mevlânâ’nın Vasiyeti

5.Şeb-i Arûs

6.Hazret-i Mevlânâ’nın Cenaze Merasimi

7.Hazret-i Mevlânâ’nın Cenaze Namazı

8.Hazret-i Mevlânâ’ya Yeşil Kubbe

9.Hazret-i Mevlânâ’nın Ölüme ve Mezara Bakışı

10.Hazret-i Mevlânâ’nın Ziyaretçilerine Seslenişi

II.Hazret-i Mevlânâ’nın Şahsiyeti

A.Hazret-i Mevlânâ’nın Tasavvufi Yaşayışı ve Anlayışı

1 .Dış Görünüşü/45

2.Hazret-i Mevlânâ’nın Tasavvufu

3.Hazret-i Mevlânâ’nın Tasavvufunda Gaye

4.Hazret-i Mevlânâ’nın Tasavvufunda Aşk

5.Hazret-i Mevlânâ’nın.Tasavvufunda Esas

B.Hazret-i Mevlânâ’nın İslâmî Esâslara ve Hazret-i Muhammed Salla’llahu Aleyhi Vesellem’e Bağlılığı

1 .Hazret-i Mevlânâ islâmî Esâslardan Sapmadı

2.Hazret-i Mevlânâ’da ibâdet Şuuru

3.Hazret-i Mevlânâ Kur’ân-ı Kerîm’e Hayran; Hazret-i Muhammed’e Kurbân’dır

4.Hazret-i Mevlânâ’nın Hüviyeti

5.O’nun insana Bakış Dâiresinin Merkezi

6.O’nun Engin Hoşgörüsündeki Sır, Nur, Şuur, Huzur

C.Hazret-i. Mevlânâ nın Eğitimci Yönü

1.O’nun insana Bakışı

2.O’nun Halka Bakışı

3.O, Çevresine Rahmettir

4.O’nun Aileye Bakışı

a- Hazret-i Mevlânâ ince Ruhlu Nâzik Bir Baba

b- Hazret-i Mevlânâ Kıymet Bilen. .Bir Dost

c- Hazret-i Mevlânâ Gönül Alıcı; Örnek Bir Baba

Ç. Onun Ahlâkî ve Sosyal Yönü

1 .İnsanî Münasebetlerde Dikkat Ettiği Hususlar

2.Hizmetkârlara Karşı Davranışı

3.Suçlulara Karşı Muamelesi

4.Çocuklara Karşı Şefkati

5.Hazret-i Mevlânâ Sevgi ve Banş’ın Sembolü

6.O’nun Anlayışında Çalışma ve insan

7.O, Dostlarına, Helâl Kazanç ve Helâl Lokmayı Tavsiye Ederdi

8.O’nun Dostlarına Emri: Dilenmeyin!

III.Hazret-i Mevlânâ’nın Kâinatı Kucaklayan Değeri insan Sevgisi ve Hoşgörüsü

a.O’nun Toprak gibi Yaşayışından Bir Tablo

b.O’nun Tevazuu (Alçakgünüllüğü) ve Mahviyyeti (Yokluğu)

c. Hazret-i Mevlânâ Oğluna Der ki

ç. Hazret-i Mevlânâ Oğluna Der ki

d.Son Söz Hazret-i Sultan Veled’den

Dipnotlar

Bibliyografya

1. Hazret-i Mevlânâ’nın Hayatı

1.Adı:

Mevlânâ’nın asıl adı Muhammed Celâleddin’dir.

Mevlânâ ve Rûmî de, kendisine sonradan verilen isimlerdendir.

Efendimiz mânâsına gelen Mevlânâ ismi O’na daha pek genç iken Konya’da ders okutmaya başladığı tarihlerde verilir. Bu ismi, Şemseddin-i Tebrizî ve Sultan Veled’den itibaren Mevlânâ’yı sevenler kullanmış, âdeta adı yerine sembol olmuştur.

Rûmî, Anadolulu demektir.

Mevlânâ’nın, Rûmî diye tanınması, geçmiş yüzyıllarda Diyâr-ı Rûm denilen Anadolu ülkesinin vilâyeti olan Konya’da uzun müddet oturması, ömrünün büyük bir kısmının orada geçmesi ve nihayet Türbesinin orada olmasındandır.

2.  Doğum Yeri ve Yılı:

Mevlânâ’nın doğum yeri, bugünkü Afganistan’da bulunan, eski büyük Türk kültür merkezi : Belh’tir.

Mevlânâ’nın doğum tarihi ise (6 Rebîu’l-evvel, 604) 30 Eylül 1207’dir.

3. Nesebi (Soyu) :

Asil bir aileye mensup olan Mevlânâ’nın annesi, Belh Emiri Rükneddin’in kızı Mümine Hatun; babaannesi, Harezmşâhlar (1157 Doğu Türk Hakanlığı) hanedanından Türk prensesi, Melîke-i Cihan Emetullah Sultan’dır.

Babası, Sultânü’l-Ulemâ (Alimlerin Sultânı) unvanı ile tanınmış, Muhammed Bahâeddin Veled; büyükbabası, Ahmed Hatîbî oğlu Hüseyin Hatîbî’dir.

Eflâki(1) ”ye göre Hüseyin Hatîbî, ilmi deniz gibi engin ve geniş olan bir âlim idi. Din ilminin üstadı ve âlimlerin büyüklerinden sayılan, güzel şiirler söyleyen Nişâbûrlu Raziyüddin gibi bir zat da talebelerindendi.

Kaynaklar(2) ve Mevlânâ’nın sevgi yolunda gidenler eserlerinde(3) Sultânü’l-Ulemâ Bahâeddin Veled’in nesebinin, anne cihetiyle ondördüncü göbekte Hazret-i Muhammed’in torunu Hazret-i Hüseyin’e; baba cihetiyle de onuncu göbekte Hazret-i Muhammed’in seçilmiş dört dostundan ilki Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk’a ulaştığını kaydediyorlar.

A. Babası Bahâeddin Veled Hazretleri’nin Şahsiyeti:

Bahâeddin Veled, 1150’de Belh’de doğmuş, babası ve dedesinin mânevi ilimleriyle yetişmiş; ayrıca Necmeddin-i Kübrâ (? -I221)’dan da feyz almıştır.(4)

Bahâeddin Veled bütün ilimlerde eşi olmayan, olgun mânâ sultânı idi. ilâhî hakikatler ve Rabbânî ilimlerden meydana gelen uçsuz bucaksız bir deniz gibi olan Bahâeddin Veled, Horasan diyarının, en güç fetvaları halletmede, tek üstadı idi ve vakıftan hiç bir şey almazdı; devlet hazinesinden kendisine tahsis edilen maaşla geçinirdi.(5)

Kaynakların(6) ittifakla rivayetine göre, devrinin âlimleri ve ulu müftüleri, Hazret-i Muhammed’in manevi işaretiyle, Bahâeddin Veled’e Sultanü’l-Ulemâ unvanını vermişlerdir. Bundan sonra da Bahâeddin Veled bu unvanla yâd edilmiştir.

Bu unvanının verilişi Türklerin adetiyle de izah edilebilir.

Türklerin güzel karakterlerini gösteren birçok âdetleri vardı. Türkler, yüksek kabiliyet ve fazilet sahiplerinin tanınmadan kaybolup gitmesine, unutulmasına razı olmazlardı. Onları halkın gözünde belirtmek , halkı ilim ve irfana yöneltmek için o gibi büyüklere lâyık oldukları birer unvan verilirdi. Bu anane, Türklerin ilme, fazîlete karşı saygı duygularını gösteren parlak bir delildir. Hattâ anane, gereğince imzaların üstünde bu unvanları kullanmaya mecburdurlar. Onlar kazandıkları bu unvanları kendileri için manevî bir rütbe sayarlar, nefisleri için bundan asla gurur duymazlardı.(7)

Alimler gibi giyinen Bahâeddin Veled, adeti üzre, sabah namazından sonra, halka ders okutur; öğle namazından sonra dostlarına sohbette bulunur; pazartesi günleri de bütün halka va’z ederdi.

Va’zı esnasında umumiyetle, Yunan filozoflarının fikirlerini benimseyenlerin görüşlerini reddeder ve;

“Semavî (Allah ‘dan olan, ilâhî) kitapları arkalarına atıp, filozofların silik sözlerini önlerine alıp itibar edenlerin nasıl kurtulma ümîdi olur.”(8) derdi. Bu arada Yunan felsefesini okutan ve savunan Fahreddin-i Râzî’ye ve ona uyan Harezmşah ‘in aleyhinde bulunur; onlan bidat ehli (dinde, peygamber zamanında olmayan, yeniden beğenilmeyen şeyleri çıkaranlar) olarak görür ve şöyle derdi:

“Muhammed Mustafa’nın yürüyüşünden daha iyi yürüyüş; yolundan daha doğru bir yol görmedim.”(9)

B. Hazret-i Mevlânâ’nın Babası ile Belh’ten Çıkışları ve Konya’ya Gelişleri

1. Belh’ten Göç:

Esasen tasavvuf ehline iyi gözle bakmayan ve bunların Harezmşah katında saygı görmelerini çekemeyen Fahreddin-i Râzî, Bahâeddin Veled’in açıkça kendi aleyhine tavır almasına da çok içerlediğinden onu Harezmşah’a gammazladı. Bahâeddin Veled’in de gönlü Harezmşah’tan incindi ve Belh’i terk etti. (10) Ancak araştırıcılar, Bahâeddin Veled’in Belh’ten göç etmesine sebep olarak, Moğol istilasını gösterirler.

2.  Göç Yolu :

Sultânü’l-Ulemâ, aile fertleri ve dostlarıyla Belh şehrini 1212-1213 tarihlerinde terk ettikten sonra Hacca gitmeye niyet etmişti. Nişâbûr’a uğradı. Göç kervanıyla Bağdat’a yaklaştığında, kendisine hangi kavimden olduklarını ve nereden gelip nereye gittiklerini soran muhafızlara Sultânü’l-Ulemâ Şeyh Bahâeddin Veled şu mânîdar cevâbı verir :

“Allah’dan geldik, Allah’a gidiyoruz. Allah’dan başka kimsede kuvvet ve kudret yoktur.”(11)

Bu söz, Şeyh Şehâbeddin-i Sühreverdî (1145-1235)’ye ulaştığında : “Bu sözü Belhli Bahâeddin Veled’den başkası söyleyemez” dedi, samimiyetle ve muhabbetle karşılamaya koştu. Birbirleriyle karşılaşınca Şeyh Sühreverdî, katırından inip nezâketle Bahâeddin Veled’in dizini öptü, gönülden hürmetlerini sundu.

Bahâeddin Veled, Bağdat’ta üç günden fazla kalmadı ve Küfe yolundan Ka’be’ye hareket etti. Hac farizasını yerine getirdikten sonra, dönüşte Şam’a uğradı.

Bahâeddin Veled, yanında biricik oğlu Mevlânâ olduğu halde, göç kervanıyla Şam’dan Malatya’ya, oradan Erzincan’a, oradan Karaman’a uğradılar. Karaman’da bir müddet kaldıktan sonra, nihayet Konya’yı seçip oraya yerleştiler.

3. Göç Yolunda Hazret-i Mevlânâ’ya Teveccühte Bulunan Mutasavvıflar:

a. Şeyh Attar Hazretleri:

Belh’i terk ettikten sonra Bağdat’a doğru yola çıkan Bahâeddin Veled, Nişâbûr’a vardığında ziyaretine gelen Şeyh Ferîdüddin-i Attar (1119-1221:1230) ile görüşüp sohbet eder.

Sohbet esnasında Şeyh Attar, Mevlânâ’nın nâsiyesindeki (alnındaki) kemâli görür ve ona Esrârname adlı eserini hediye eder ve babasına da :

“Çok geçmiyecek ki, bu senin oğlun âlemin yüreği yanıklarının yüreklerine ateşler salacaktır.” (12) der.

b.  Şeyh-i Ekber Hazretleri:

Sultânü’l-Ulemâ, Hac farîzasım yerine getirdikten sonra dönüşte Şam’a uğradı. Orada Şeyh-i Ekber Muhyiddin Ibnü’l-Arabi (1165-1240) ile görüştü. Şeyh-i Ekber, Sultanü’l-Ulema’nın arkasında yürüyen Mevlânâ’ya bakarak :

“Sübhânallah! Bir okyanus bir denizin arkasında gidiyor!” (13) demiştir.

4- Hazret-i Mevlânâ’nın Evlenmesi:

Karaman’da bulundukları 1225 tarihinde Mevlânâ, babasının buyruğu ile, itibarlı, asil bir zat olan Semerkantlı Hoca Şerafeddin Lâlâ’nın, huyu güzel, yüzü güzel kızı Gevher Bânû ile evlendi.

Mevlânâ dünya evine girdiğinde onsekiz yaşındadır.

5. Hazret-i Mevlânâ’nın, Konya’ya Yerleşmeleriyle İlgili Yorumu :

“Hak Teâlâ’nın Anadolu halkı hakkında büyük inayeti vardır ve Sıddîk-ı Ekber Hazretlerinin duâsıyla da bu halk bütün ümmetin en merhamete lâyık olanıdır. En iyi ülke Anadolu ülkesidir; fakat bu ülkenin insanları mülk sahibi Allah’ın aşk âleminden ve derûnî zevkten çok habersizdirler. Sebeplerin hakîkî yaratıcısı Allah, hoş bir lutufta bulundu, sebepsizlik âleminden bir sebep yaratarak bizi Horasan ülkesinden Anadolu vilâyetine çekip getirdi.

Haleflerimize de bu temiz toprakta konacak yer verdi ki, ledünnî (Allah bilgisine ve sırlarına ait) iksirimizden (altın yapma hassamızdan) onların bakır gibi vücutlarına saçalım da onlar tamamiyle kimya (bakışıyla, baktığı kimseyi manen yücelten olgun insan); irfan âleminin mahremi ve dünyâ ariflerinin hemdemi (canciğer arkadaşı) olsunlar.” (14)

C. Hazret-i Mevlânâ’yı Yetiştiren Mutasavvıflar:

a. Sultânü’l-Ulemâ Şeyh Bahâeddin Veled Hazretleri:

Önceki bahislerde şahsiyetini belirtmeye çalıştığımız Bahâeddin Veled, Mevlânâ’nın ilk mürşididir. Yâni Mevlânâ’ya Allah yolunu öğretip, tasavvuf usulünce hakikatleri ve sırları gösteren tarikat şeyhidir.

Bütün İslâm âleminde yüksek itibar ve şöhrete sahip olan Bahâeddin Veled, Selçukluların Sultânı Alâaddin Keykûbat’tan yakın alâka ve sonsuz hürmet görür.

Bahâeddin Veled, 3 Mayıs 1228 tarihinde (15) Selçukluların baş şehri Konya’yı şereflendirip yerleştikten kısa bir süre sonra, son derece samimi dindar olan Sultan Alâaddin Keykûbat (saltanat müddeti 1219-1236), sarayında Bahâeddin Veled’in şerefine büyük bir toplantı tertip etti ve bütün ileri gelenleriyle birlikte onun manevî terbiyesi altına girdi. (16)

Sultânü’l-Ulemâ’ya gönülden bağlı olan Sultan Alâaddin onu hayranlıkla şöyle över :

“Heybetinden gönlüm tir tir titriyor; yüzüne bakmaktan korkuyorum.

Bu eri gördükçe, gerçekliğim, dinim artıyor.

Bu âlem, benden korkup titrerken ben, bu adamdan korkuyorum; yâ Rabbî, bu ne hâl?

İyice inandım ki o, cihanda nâdir bulunan ve eşi benzeri olmayan bir Allah dostudur.” (17)

Dünya sultânına hükmeden, eşsiz Allah dostu mânâ ve gönül sultânı Bahâeddin Veled, 24 Şubat, 1231 tarihinde Cuma günü kuşluk vaktinde ebedi âleme göçtü.(18) Geriye Muhammed Celâleddin gibi bir hayırlı oğul ile Maârif gibi bir eser bıraktı.

Sultânü’l-Ulemâ, sâdece duygu ve düşüncelerini açıkladı şöhret peşinde koşmadı. Etrafmdakilerini yetiştirdi ve onları dâima aydınlattı.

Bahâeddin Veled Hazretlerinin Eseri Maârif:

Maârif, Bahâeddin Veled’in meclislerindeki anlattıklarının va’z ve nasîhatlarmın bizzat kendisi tarafından yazılarak bir araya getirilmesiyle meydâna gelmiş tasavvufî, ahlâkî bir eserdir. Konusu, muhtevası ve üslûbu ile birinci derecede tasavvufî bir eser olan Maârif, hem kitabın kendi açısından, hem de Mevlânâ üzerindeki tesiri bakımından büyük bir önem taşır. (19)

Seyyid Burhâneddin Hazretlerini Bekleyiş:

Bahâeddin Veled’in irtihalinde Mevlânâ yirmidört yaşında idi. Babasının vasiyeti(20), dostlarının ve bütün halkın yalvarmaları ile babasının makamına geçti, oturdu.(21)

Mevlânâ, babasından sonra, Seyyid Burhâneddin ile buluşuncaya kadar, bir yıl mürşidsiz kaldı. 1232 tarihinde babasının değerli halîfesi Seyyid Burhâneddin-i Muhakkik-i Tirmîzî, Konya’ya geldi. Mevlânâ onun manevî terbiyesi altına girdi.

b. Seyyid Burhâneddin-i Muhakkik-i Tirmîzî Hazretleri:

Seyyid Burhâneddin, mertebesi çok yüksek, bir kâmil mürşid idi. Maârif adlı eseri (22) irfanının delîlidir. Kendisine, dâima kalblerde bulunan sırları bilmesinden dolayı, Seyyid Sırdan denirdi.(23)

Seyyid Burhâneddin, tâ çocukluk yıllarında bir lala gibi omuzlarında taşıyıp dolaştırdığı(24), Mevlânâ’ya dedi ki:

“Bilginde eşin yok, seçkinsin.

Ama baban hâl (manevî makam) sahibiydi; sen de onu ara, kalden (sözden) geç.

Onun sözlerini iki elinle kavramışsın; fakat benim gibi onun haliyle de sarhoş ol.

Böylece de ona tam mirasçı kesil; cihâna ışık saçmada güneşe benze.

Sen zahiren babanın mîrasçısısın; ama özü ben almışım; bu dosta bak, bana uy.” (25)

Mevlânâ babasının halifesinden bu sözleri duyunca samimiyetle onun terbiyesine teslim oldu.

Mevlânâ candan, samimiyetle, Seyyid Burhaneddin’i babasının yerine koydu ve gerçek bir mürşid bilerek gönülden, tam dokuz yıl(26) ona hizmet etti. Bu zaman zarfında, o kâmil mürşidin kılavuzluğu ile mücâhede (nefsi yenmek için gayret sarfederek) ve riyazetle (dünya lezzetlerinden ve rahatından sakınarak perhizle) meşgul olup, o kâmil arifin feyizli sohbet ve nefesleriyle pişti, olgunlaştı, baştan ayağa nur oldu; kendinden kurtuldu, mânâ sultânı oldu. Nitekim, Mesnevî’sindeki şu iki beyit, piştiğinin, kâmil insan mertebesine ulaştığının ifadesidir:

“Piş, ol da bozulmaktan kurtul… Yürü, Burhan-ı Muhakkik gibi nur ol.

Kendinden kurtuldun mu, tamâmiyle Burhan olursun. Kul olup yok oldun mu, sultan kesilirsin.” (27)

Ç. Hazret-i Mevlânâ’nın Konya Dışına Seyahati:

a. Halep’e ve Şam’a Gidişi:

Mevlânâ, yüksek ilimlerde daha çok derinleşmek için, Seyyid Burhânedin’in izniyle Halep’e gitti. Halaviyye Medresesi’nde, fıkıh, tefsir ve usûl ilimlerinde üstün bir âlim olan Adîm oğlu Kemâleddin’den ders aldı.(28)

Mevlânâ, Halep’teki tahsilini bitirdikten sonra Şam’a geçti. Burada, ilmî incelemeler yapmak için dört yıl kaldı. Bu zaman zarfında Şam’daki âlimlerle tanışıp, onlarla sohbet etti.

b. Şam’da Şems-i Tebrîzî Hazretleri ile Bir Anlık Görüşme:

Eflakî’ye göre Mevlânâ, Şam’da Şemseddin-i Tebrîzî ile de görüşmüştür; fakat bu görüşme kısa bir müddettir ve şöyle cereyan etmiştir:

Şemseddin-i Tebrîzî, bir gün halkın arasında, Mevlânâ’nın elini yakalayıp öper ve ona :

“Dünyânın sarrafı beni anla.” diye hitap eder ve kaybolur.(29)

İşte bu sohbet veya bir anlık görüşme tarihinden takriben sekiz sene sonra Şems, Konya’ya gelecek ve Mevlânâ ile içli dışlı sohbet edecektir.

c. Hazret-i Mevlânâ Kâmil Bir Mürşid :

Yedi yıl süren Halep ve Şam seyahatinden sonra Konya’ya dönen Mevlânâ, Seyyid Burhûneddin’in arzusu üzerine birbiri arkasına, candan istekle ve samimiyetle, üç çile çıkardı. Yâni üç defa kırkar gün (yüzyirmi gün) az yemek, az içmek, az uyumak ve vaktinin tamâmını ibâdetle geçirmek suretiyle nefsini arıttı. Üçüncü çilenin sonunda Seyyid Burhâneddin, Mevlanâ’yı kucaklayıp öptü; takdir ve tebrikle :

“Bütün ilimlerde eşi benzeri olmayan bir insan; nebilerin ve velilerin parmakla gösterdiği bir kişi olmuşsun… Bismillah de yürü, insanların ruhunu taze bir hayat ve ölçülemiyecek bir rahmete boğ; bu suret âleminin ölülerini kendi mânâ ve aşkınla dirilt.”(30) dedi ve onu irşâd ile görevlendirdi.

Seyyid Burhâneddin, daha sonra, Mevlânâ’dan izin alıp Kayseri’ye gitmiş ve orada ebedî âleme göçmüştür (1241-1242). Türbesi Kayseri’dedir.

Mevlânâ, Seyyid Burhâneddin ‘in Konya’dan ayrılışından sonra, irşad (Allah yolunu gösterme) ve tedris (öğretim) makamına geçti. Babasının ve dedelerinin usullerine uyarak beş yıl bu vazifeyi başarı ile yaptı. Rivayete göre dinî ilimleri tahsil eden dörtyüz talebesi(31) ve onbinden çok müridi(32) vardı.

D. Hazret’i Mevlânâ’nın Dostları, Halîfeleri; Kendisine ilham Kaynağı Olan Mutasavvıflar :

a. Şems’i Tebrîzî Hazretleri:

Bu zatın adı, Şemseddin Muhammed olup doğumu 1186’dır. Tebrizli Melekdâd oğlu Ali’nin oğlu olan Şems, tahsilini bitirdikten sonra, zamanının yegâne şeyhi olarak gördüğü Tebrizli Şeyh Ebû Bekir Sellebâf’a (sele ve sepet örücüsüne) intisap etti ve onun terbiye ve irşâdıyla yetişip olgunlaştı.

Şems, ulaştığı manevî makama kanâat etmediğinden daha olgun mürşidler bulmak arzusuyla seyahate çıktı. Senelerce takati tükenircesine bir çok yerler dolaştı; zamanının ârifleriyle görüştü. Bu arifler, mânâ alemindeki uçuşundan kinaye olarak Şems’e,   Şems-i  Perende (Uçan Güneş) adını vermişlerdir.(33)

Şems, tâ çocukluğundan itibaren fikren ve ruhen hür bir derviş, kendinden geçercesine İlâhî aşka dalarak yaşayan bir şahsiyettir.

Şems, kendisini ruhen tatmin edecek seviyede bir Hak dostu bulamayan ve hep kendi mertebesinde bir sohbet arkadaşı arayan bir kâmil velidir.

Yana yakıla, kendisine muhatap olabilecek, sohbetine dayanabilecek bir dost arayan Şems’in bir gece kararı elden gitti, heyecan içinde idi. Allah’ın tecellilerine gömülüp mest olmuş bir halde münacatında :

“Ey Allah’ım.’ Kendi, örtülü olan sevgililerinden birini bana göstermeni istiyorum.” diye yalvardı.

Allah tarafından, istediğinin, Anadolu ülkesinde bulunan, Belh’li Sultânü’l-Ulemâ’nın oğlu Muhammed Celaleddin olduğu ilham edildi.(34)

Bu ilham ile Şems, 29 Kasım 1244 yılı Cumartesi sabahı Konya’ya geldi.(35)

1. Hazret-i Şems ile Hazret-i Mevlânâ’nın Buluşmaları:

Mevlânâ ile Şems, bu iki kabiliyet, bu iki nur, bu iki ruh, nihayet buluştular; görüştüler.

Bu tarihte Şems altmış, Mevlânâ, otuzsekiz yaşında idi.

Bu iki ilâhî âşık, bir müddet yalnızca bir köşeye çekilerek kendilerim tamamiyle Hakk’a verdiler ve gönüllerine gelen ilâhî ilhamlarla sohbetlere koyuldular.

Sultan Veled der ki:

“Ansıdın Şems gelip ona ulaştı; ona mâşûkluk (sevilen, sevgili olmanın) hâllerini anlattı, açıkladı. Böylece de sırrı yücelerden yüceye vardı. Şems, Mevlânâ’yı şaşılacak bir âleme çağırdı; öyle bir âleme ki, ne Türk gördü o âlemi ne Arap.”(36)

2. Hazret-i Mevlânâ’nın Mâşûkluk Mertebesine Erişmesi:

Bu hususu Sultan Veled şöyle açıklar:

“Alemdeki erenlerin derecelerinden üstün bir derece vardır ki o, mâşûkluk durağıdır. Aleme bu mâşûkluk durağına dâir haber gelmemiş; bu durakta bulunanların ahvâlini hiçbir kulak işitmemişti. Tebrizli Şemseddin zuhur edip, Mevlânâ Celâleddin’i âşıklık ve erenlik mertebesinden, bu zamana kadar duyulmamış olan, mâşûkluk mertebesine eriştirmiştir. Esasen Mevlânâ, ecelde, mâşûkluk denizinin incisiydi; herşey döner, aslına varır.”(37)

3. Kim, Kimi Aradı?

Hatırlara gelebilecek, “Şems mi Mevlânâ’yı aradı; Mevlânâ mı Şems’i?” sorusuna şöyle cevap verebiliriz:

Şems, Mevlânâ’yı; Mevlânâ da Şems’i aramıştır.

Şems Mevlânâ’ya âşık ve taliptir; Mevlânâ da Şems’e âşık ve taliptir. Çünkü âşık, aynı zamanda maşuk; maşuk aynı zamanda âşıktır. Mevlânâ der ki:

“Dilberler (gönlü alıp götürenler, mânevi güzeller) âşıkları, canla başla ararlar. Bütün maşuklar, âşıklara avlanmışlardır.

Kimi âşık görürsen bil ki maşuktur. Çünkü o, âşık olmakla beraber maşuk tarafından sevildiği cihetle maşuktur da.

Susuzlar âlemde su ararlar, fakat su da cihanda susuzları arar.”(38)

4- Hazret-i Mevlânâ’nın Mânevi Yolculuğundaki Safhaları:

Mevlânâ, manevî yolculuğunu, olgunluğa ermesini, şu sözünde toplamıştır.

“Hamdını, piştim, yandım.”

Mevlânâ’nın pişmesi, babası Sultânü’l-Ulemâ Bahâeddin Veled ve Seyyid Burhâneddin’in feyizli nefesleriyle; yanması da Şems’in nurlu aynasında gördüğü kendi güzelliğinin aşk ateşiyledir.(39)

5. Hazret-i Mevlânâ ile Hazret-i Şems Hakkında :

Mevlânâ, Şems ile Konya’da buluştuğu zaman tamâmiyle kemâle ermiş bir şahsiyetti. Şems, Mevlânâ’ya ayna oldu. Mevlânâ, Şems’in aynasında gördüğü kendi eşsiz güzelliğine âşık oldu. Diğer bir ifadeyle Mevlânâ, gönlündeki Allah aşkını Şems’te yaşattı.(40)

Mevlânâ’nın Şems’e karşı olan sevgisi, Allah’a olan aşkının miyarıdır (ölçüsüdür); çünkü Mevlânâ, Şems’te Allah cemâlinin parlak tecellîlerini görüyordu.

Mevlânâ açılmak üzere bir güldü. Şems ona bir nesîm oldu. Mevlânâ bir aşk şarabı idi, Şems ona bir kadeh oldu. Mevlânâ zâten büyüktü, Şems onda bir gidiş, bir neşve değişikliği yaptı.(41)

Şems ile Mevlânâ üzerine söz tükenmez. Son söz olarak şöyle söyliyelim :

Şems, Mevlânâ’yı ateşledi; ama karşısında öyle bir volkan tutuştu ki, alevleri içinde kendi de yandı(42)

6. Şems’i Tebrîzî Hazretleri’nin Konya’dan Ayrılışı:

Şems ile buluşan Mevlânâ, artık vaktini Şems’in sohbetine hasretmiş, Şems’in nurlarına gömülüp gitmiş, bambaşka bir âleme girmişti. Şems’in cazibesinde yana yana dönüyor, ilâhî aşkla kendinden geçercesine Semâ ediyordu.

Bu iki ilâhî dostun sohbetlerindeki mukaddes sırrı idrakten âciz olanlar, ileri geri konuşmaya başladılar. Neticede Şems, incindi ve Mevlânâ’nın yalvarmalarına rağmen, Konya’dan Şam’a gitti (14 Mart, 1246 Perşembe).(43)

7. Hazret-i Şems’in Konya’ya Dönüşü:

Şems’in ayrılığından derin bir ıztırâba düşen Mevlânâ, manzum olarak yazdığı güzel bir mektubu, Sultan Veled’in başkanlığındaki kafileyle Şam’a, Şems’e gönderdi.

Sultan Veled, kafilesiyle Şam’a vardı, Şems’i buldu ve babasının davet mektubunu, hediyelerle birlikte, saygıyla Şems’e sundu. Şems:

“Muhammedi tavırlı ve ahlâklı Mevlânâ’nın arzusu kâfidir. Onun sözünden ve işaretinden nasıl çıkılabilir?” (44) diyerek, Mevlânâ’nın dâvetine icabet etti ve 1247’de, Sultan Veled’in kafilesiyle, Konya’ya döndü.

8. Hazret-i Şems’in Kayboluşu :

Şems’in Konya’ya geri gelmesine herkes sevindi. Mevlânâ da hasretin sıkıntılarından kurtuldu. Artık Şems’in şerefine ziyafetler verildi; Semâ meclisleri tertip edildi. Fakat huzurla, muhabbetle, dostluk içinde geçen günler pek çok sürmedi; dedikodular ve can sıkıcı durumlar yeniden başladı.

Şems, o bahtsız dedikoducu topluluğun yine kinle dolduğunu, gönüllerinden sevginin uçup gittiğini, akıllarının nefislerine esir olduğunu anladı ve kendisini ortadan kaldırmaya uğraştıklarını bildi; Sultan Veled’e dedi ki;

“Gördün ya, azgınlıkta yine birleştiler. Doğru yolu göstermekte, bilginlikte eşi olmayan Mevlânâ’nın huzurundan beni ayırmak, uzaklaştırmak, sonra da sevinmek istiyorlar.

Bu sefer öylesine bir gideceğim ki, hiç kimse benim nerde olduğumu bilemiyecek.

Aramaktan herkes acze düşecek, kimse benden bir nişan bile bulamıyacak.

Böylece birçok yıllar geçecek de yine kimse izimin tozunu bile göremiyecek.“(45)

İşte Sultan Veled’e böyle yakınan Şems, 1247, 1248 tarihinde Konya’dan ansızın gidip kayboldu.(46)

Şems’in kayboluşundan sonra Mevlânâ, herkesten onun haberini soruyordu. Kim onun hakkında aslı esası olmayan bir haber bile verse ve Şems’i falan yerde gördüm dese, bu müjde için sarığını ve hırkasını vererek şükrânelerde bulunuyordu.

Bir gün, bir adam, Şems’i Şam’da gördüm diye haber verdi. Mevlânâ buna, tarif edilemiyecek şekilde sevindi ve o adama, üstünde nesi varsa bağışladı. Dostlardan birisi, bu adamın verdiği haber yalandır, o Şems’i hiç görmemiştir, dediğinde Mevlânâ şu cevabı vermiştir : “Evet, onun verdiği bu yalan haber için üstümde neyim varsa verdim. Eğer, doğru haber verseydi, canımı verirdim.”(47)

9. Hazret-i Mevlânâ’nın, Şems-i Tebrîzî Hazretlerini Aramak için Şam’a Gidişi:

Mevlânâ, Şems’i çok aradı. Onun ayrılığıyla, gönülleri yakan, sızlatan, nice şiirler söyledi. Onu aramak için iki kere Şam’a gitti. Yine Şems’i bulamadı. Bu son iki seyahatin tarihleri kesin olarak bilinmemekle beraber, büyük bir ihtimalle 1248-1250 yıllan arasında olduğu söylenebilir.

Sultan Veled’in ifadesiyle Mevlânâ, Şam’da suret bakımından Tebrizli Şems’i bulamadı ama, mânâ yönünden onu, kendisinde buldu. Ay gibi kendi varlığında beliren Şems’i, kendinde gördü ve dedi ki:

“Beden bakımından ondan ayrıyım ama, bedensiz ve cansız ikimiz de bir nuruz.

Ey arayan kişi! ister onu gör, ister beni. Ben o’yum o da ben” (48)

b. Konyalı Kuyumcu Şeyh Selâhaddin Hazretleri:

Yağıbasan’ın oğlu Konyalı Zerkûb (Kuyumcu) diye tanınan Şeyh Selâhaddin Feridun, Konya civarındaki bir gölün kenarında balıkçılıkla geçinen bir ailedendir.

Ümmî olarak bilinen Şeyh Selâhaddin, gençliğinde Seyyid Burhâneddin’in terbiyesine girmiş, onun sohbetlerinde pişmiş, onun feyziyle olgunlaşmış, kâmil bir insandır. Ayrıca Şems’in sohbetlerinde de bulunmuş, ondan da feyz almıştır.(50)

Mevlânâ ile Şems buluşmalarında, altı ay Şeyh Selâhaddin’in hücresinde sohbet etmişlerdir. Onlara hizmet edebilme şerefine ve sohbetlerinde bulunabilme bahtiyarlığına eren zât, Şeyh Selâhaddin’dir.(51)

Şeyh Selâhaddin, kuyumcu dükkânında altın varak yaparak, helâlinden para kazanmak ve manevî hâlini kuvvetlendirmekle uğraşırdı.(52)

1. Hazret-i Mevlânâ’nın Vecd ile Semâ’ı:

Şeyh Selâhaddin’in, Mevlânâ ile tanışması tâ Seyyid Burhâneddin’in manevî terbiyesi altına girdiği tarihte başlar; fakat bütün sevgilerden tamamen vaz geçip Mevlânâ’ya manen bağlanmasına ve vakitlerini onun sohbetlerine hasretmesine sebep şu hâdisedir:

Mevlânâ bir gün Şeyh Selâhaddin’in Kuyumcular çarşısındaki dükkânının önünden geçmektedir, içerde varak yapmak için çekiçle altın döğmekte olan Kuyumcu Şeyh Selâhaddin ve çıraklarının çekiç darbelerinden çıkan sesleri duyan Mevlânâ, o hoş seslerin ahengi ile cezbelenir (Allah tarafından manen çekilerek irâdesi elden gider) ve vecd ile (kendinden geçip İlâhî aşka dalarak) Semâ etmeye başlar. Dışarıda Mevlânâ’nın Semâ ettiğini gören Şeyh Selâhaddin onun, çekiç darbelerinin ahengine, ritmine uyarak Semâ ettiğini anlayınca, altınının zayi olmasını düşünmez ve çıraklarına, çekiç darbelerine devam etmelerini emrederek kendisi de dışarı fırlar ve Mevlânâ’nın ayaklarına kapanır.”(53)

2. Hazret-i Mevlânâ’nın, Şeyh Selâhaddin Hazretleri’ni Kendisine Hemdem ve Halife Seçmesi:

Mevlânâ, son Şam seyahatinde, mânâ yönünden Şems’i ay gibi kendinde gördükten sonra, onu aramaktan vaz geçti ve kendisine Şeyh Selâhaddin’i dost ve hemdem olarak seçti.

Mevlânâ, Şems’e duyduğu muhabbet ve gönül bağlılığının aynısını Şeyh Selâhaddin’e de gösterdi ve bu zat ile sükun buldu.

Mevlânâ, Allah’ın cemâl tecellileri içinde ruhen  manevî bir âlemde yaşadığından, müridlerinin irşadıyla bizzat uğraşamamış ve onların irşad ve terbiyesine, en seçkin, en ehil dostlarından birini tayin etmiştir, işte Şeyh Selâhaddin, bu vazifeye ilk olarak tayin ettiği dostudur.

Mevlânâ, Şeyh Selâhaddin’e yalnız manevî bir bağ ve içten gelen muhabbetiyle kalmadı, onun kızı, hakkında : “Benim sağ gözüm”(54) diyerek iltifatta bulunduğu Fatma Hatun’u, oğlu Sultan Veled’e almak suretiyle aralarında bir akrabalık bağı da kurdu.

3. Şeyh Selâhaddin Hazretleri’nin Olgunluğu :

Mevlânâ’nın, Şems ile dostluğunu çekemeyenler bu sefer de Mevlânâ’nın Şeyh Selâhaddin’e gösterdiği yakınlığa haset etmeye başladılar. Şeyh Selâhaddin’i, ümmîdir diye, yüksek irşad makamına lâyık görmüyorlardı. Şems’e yaptıkları gibi küstahlığa kalkıştılar.

Kendisine kötü düşünce ile bakan bahtsız, zavallılara Şeyh Selâhaddin :

“Mevlânâ, beni yalnızca herkesten üstün tuttu da bu yüzden inciniyorsunuz.

Bilmiyorsunuz ki, benim apaçık bir görünüşüm yok, ben bir aynayım.

Mevlânâ, bende kendi yüzünü görüyor; ne diye kendini seçmesin?

O, kendi güzelim yüzüne âşık; bundan başka bir fikre düşmek, kötü bir şey.”(55) diyerek, kemâl ve mahviyyetini (ileri derecede alçak gönüllülüğünü) göstermiştir.

4. Şeyh Selâhaddin Hazretleri’nin Ebedî Aleme Göçüşü :

Mevlânâ ile Şeyh Selâhaddin, on yıl birbirleriyle adetâ mest olarak görüşüp sohbet ettiler; ayrılık mahmurluğunu tadmadan, visal âleminde safâlar sürdüler.

Nihayet Şeyh Selâhaddin hastalandı ve ebedi âleme göçtü (1259).

c. Çelebi Hüsâmeddin Hazretleri:

Çelebi Hüsâmeddin, vaktiyle Konya’ya göçmüş bir soylu ailedendir ve doğum yeri Konya’dır (1225).

Çelebi lâkabını kendisine veren Mevlânâ’dır.

Gençliğinin ilk yıllarında, Ahilerin şeyhi olan babasını kaybeden Çelebi Hüsâmeddin, zamanının bütün ulu kişileri ve şeyhlerinden yakın alâka ve himaye gördüğü hâlde, bütün hizmetkârları ve arkadaşlarıyla, Mevlânâ’nın hizmetini seçmiştir. Böylece Mevlânâ’nın terbiyesinde yetişip olgunlaşmış, kâmil insan olmuştur.

I. Hazret-i Mevlânâ’nın Çelebi Hüsâmeddin’i Kendisine Hemdem ve Halîfe Seçmesi:

Mevlânâ, Şeyh Selâhaddin’den sonra kendisine hemdem ve halife olarak Çelebi Hüsâmeddin’i seçti ve dostlarına şöyle dedi:

“Ona baş eğin, önünde âcizcesine kanatlarınızı yere gerin!

Bütün buyruklarını yerine getirin; sevgisini canınızın tâ içine ekin.

O rahmet mâdenidir, Allah nurudur.” (56)

Mevlânâ’nın bu buyruğu üzerine, bütün dostlar ona itaat ettiler. Sultan Veled’in diliyle :

“Bütün dostlar, onun lütuf suyuna testi kesildiler. Şems’e ve Şeyh Selâhaddin’e yapmış oldukları aşağılık hareketlerden kurtulmuşlar, edeplenmişlerdi. Haset etmeden Çelebi Hüsâmeddin’e itaat ettiler.”(57)

Çelebi Hüsâmeddin onbeş sene Mevlânâ’nın şerefli sohbetinde bulundu. Mevlânâ’dan sonra da dokuz sene irşad makamında, Mevlânâ’nın postunda oturdu.

2. Çelebi Hüsâmeddin Hazretleri’nin Değeri:

Mevlânâ, ancak Çelebi Hüsâmeddin’in bulunduğu mecliste rahat bulur, huzur duyar, coşup mânâlar saçar, hakikat ilminden bahisler açardı. Mevlânâ’ya göre, hakikatler memesinden mânâlar sütünü emip çıkaran Çelebi Hüsâmeddin’dir. Mesnevî’sinde bu mânâya işaretle şöyle der:

“Bu söz, can memesinde süttür. Emen olmadıkça güzelce akmıyor.

Dinliyen susuz ve arayıcı olursa, va’zeden ölü bile olsa söyler.

Dinliyen yeni gelmiş ve usanmamış olursa dilsiz bile sözde bülbül kesilir.

Kapımdan içeri, nâ-mahrem girince, harem halkı, perde arkasına girer, gizlenir.

Zararsız ve mahrem birisi gelince de o kendilerini gizleyen mahremler, yüzlerindeki peçeyi açarlar.

Bütün güzel, hoş ve yaraşan şeyler, gören göz için yapılır.

Çengin zir (en ince) ve bam (en kaim) nağmeleri, nasıl olur da sağır kulak için terennüm edilir?

Allah, miski beyhude yere güzel kokulu yapmadı. Koku duyan için yarattı; koku almayan için değil.”(58)

İste İslâmî Tasavvuf edebiyatının en büyük didaktik şaheseri olan Mesnevî’yi Çelebi Hüsâmeddin, Mevlânâ’nın tükenmez bir hazineye benzeyen ruhundan çekip çıkarmıştır. (59)

3. Çelebi Hüsâmeddin Hakkında :

Mevlânâ’nın kırk yıl samimiyetle hizmetinde, sohbetinde bulunan Sipehsâlâr, Risâle’sinde, Çelebi Hüsâmeddin’in değerini şu cümlelerle belirtiyor :

“Hakikatte Hüdâvendigâr Hazretlerimizin tam mazharı Çelebi Hüsâmeddin idi ve bütün Mesnevî-i Şerif O’nun ricası ile yazılmıştır. Bütün tevhid ve aşk ehli, kendilerine bahşedilen Mesnevî’nin yalnızca yazılması hususundu, kıyamete kadar Çelebi Hüsdmeddin’e teşekkür etseler, yine şükran borçlarını ödeyemezler.” (60)

4. Mesnevi’nin Yazılışı:

Eflâkî, Mesnevî’nin yazılıp tamamlanmasını anlattığı bahiste diyor ki:

“Mevlânâ Hazretleri, asil kişilerin sultânı Çelebi Hüsâmeddin’in cazibesi ile heyecanlar içerisinde Semâ ederken, hamamda otururken, ayakta, sükûnet ve hareket hâlinde dâima Mesnevi’yi söylemeye devam etti. Bazen öyle olurdu ki, akşamdan başlıyarak gün ağarıncaya kadar birbiri arkasından söyler, yazdırırdı. Çelebi Hüsâmeddin de bunu sür’atle yazar ve yazdıktan sonra hepsini yüksek sesle Mevlânâ’ya okurdu. Cilt tamamlanınca Çelebi Hüsâmeddin, beyitleri yeniden gözden geçirerek gereken düzeltmeleri yapıp tekrar okurdu.” (61)

Bu şekilde dikkatlice 1259-1261 yılları arasında yazılmaya başlanılan Mesnevi, 1264-1268 yıllan arasında sona erdi.(62)

E. Hazret-i Mevlânâ’nın Bakî Âleme Göçüşü :

Mevlânâ, Çelebi Hüsâmeddin ile tam onbeş sene güzel demler, hoş sofalar sürdü. Bu müddet zarfından bahtsızların fitne ve hücumundan uzak, huzur ve sürür içinde yaşadı. Dostları o’nun cemâlinin nuruna pervane olmuşlardı.

Mevlânâ, artık son anlarını yaşadığını, özlediği ebedî cemâl âlemine kavuşacağını anlamıştı. Ansızın hastalanıp yatağa düştü.

Mevlânâ’nın hastalık haberi Konya’da yayıldığı zaman ahâli, şifâlar dilemeye, gönlünü, duasını almaya geliyorlardı.

1. Şeyh Sadreddin-i Konevî Hazretleri’nin Ziyareti:

Şeyh Sadreddin (? – 1274) de talebeleriyle birlikte Mevlânâ’ya geçmiş olsun demeye geldi ve çok üzüldüğünü beyân edip :

“Allah yakın zamanda şifâlar versin. Hastalık âhirette derecenizin yükselmesine sebeptir. Siz âlemin canısınız, inşâallah yakın zamanda tam bir sıhhate kavuşursunuz” diye temennide bulundu. Bunun üzerine Mevlânâ :

“Bundan sonra Allah sizlere şifâ versin. Âşıkın maşukuna kavuşmasını ve nurun nura ulaşmasını istemiyor musun?” dedi. Şeyh Sadreddin, yanındakilerle birlikte ağlıyarak kalkıp gitti.(63)

2.  Hazret-i Mevlânâ’nın Hanımına Cevâbı:

Mevlânâ, dostlarına ve aile efradına, bu dünyadan göçeceğine üzülmemelerini söylüyordu; fakat onlar, bedenen de olsa, bu ayrılığı kabullenemiyorlar, ağlayıp inliyorlardı.

Mevlânâ’nın hanımı, Mevlânâ’ya hitaben:

“Ey âlemin nuru, ey âdemin canı.’ Bizi bırakıp nereye gideceksin?” (64)diyerek ağlıyor ve ilâve ediyordu:

“Hudâvendigâr Hazretleri’nin dünyayı hakikat ve mânâlarla doldurması için üçyüz veya dörtyüz yıllık ömrünün olması lâzımdı.”

Mevlânâ da cevaben:

“Niçin? Niçin? Biz ne Firavun ve ne de Nemrûd’uz, bizim toprak alemiyle ne işimiz var, bize bu toprak âleminde huzur ve karar nasıl olur? Ben, insanlara faydam dokunsun diye dünya zindanında kılmışım; yoksa hapishane nerede ben nerede? Kimin malını çalmışım? Yakında Allah’ın sevgili dostunun, Hazreti Muhammed’in yanına döneceğimiz umulur.” (65) dedi.

3.  Hazret-i Mevlânâ’nın Tavsiye Ettiği Bir Dua:

Mevlânâ son demlerinde iken, dostu Sırâceddin-i Tatarî’yi yanına çağırarak, kendisine şu duayı öğretmiş ve sıkıntılı zamanlarında okumasını tavsiye etmiştir:

“Yâ Rabbî.’ Bana, ne senin zikrini unutturacak, sana şevkimi söndürecek, seni teşbih ederken duyduğum lezzeti kesecek bir hastalık; ne de beni azdıracak, şer ve kötülüğümü arttıracak bir sıhhat ver.

Ey merhamet edenlerin merhametlisi! Merhametinle bu duamı kabul et.”(61)

4. Hazret-i Mevlânâ’nın Vasiyeti:

“Ben Size, gizli ve alenî, Allah’dan korkmanızı,

az yemenizi,

az uyumanızı,

az söylemenizi,

günahlardan çekinmenizi,

oruç tutmaya ve namaz kılmaya devam etmenizi,

dâima şehvetten kaçınmanızı,

halkın eziyet ve cefâsına dayanmanızı

avam ve sefihlerle düşüp kalkmaktan uzak bulunmanızı,

kerem sahibi olan sâlih kimselerle beraber olmanızı vasiyet ederim.

İnsanların hayırlısı, insanlara faydası dokunandır. Sözün hayırlısı da az ve öz olanıdır. Hamd, yanlız tek olan Allah’a mahsustur. Tevhîd ehline selâm olsun.”(67)

5. Şeb-i Arûs:

İrfan ve sevgi güneşi Mevlânâ, 5 Cemâziye’l-âhir, 672 (17 Aralık, 1273) Pazar günü gurup vakti, bütün parlaklığı ile, bütün güzellikleriyle gülerek ebediyet âleminin asumanına doğdu. Mevleviler, o geceye Şeb-i Arûs derler.

6. Hazret-i Mevlânâ’nın Cenaze Merasimi:

Müslüman olan, müslüman olmayan, küçük, büyük ne kadar Konyalı varsa hepsi, Mevlânâ’nın cenaze merasimine katıldı.

Müslümanlar, müslüman olmayanları sopa ve kılıçla savmaya çalışarak, onlara:

“Bu merasimin sizinle ne ilgisi vardır? Bu din sultânı Mevlânâ bizimdir, bizim imâmımızdır” diyorlardı. Onlar da şu cevabı veriyorlardı:

“Biz Musa’nın, isa’nın ve bütün peygamberlerin hakikatini onun sözlerinden anlayıp öğrendik. Kendi kitaplarımızda okuduğumuz olgun peygamberlerin huy ve hareketlerini onda gördük. Sizler nasıl onun muhibbi ve müridi iseniz, biz de onun muhibbiyiz.

Mevlânâ Hazretleri’nin zâtı, insanlar üzerinde parlayan ve onlara iyilikte, cömertlikte bulunun hakikatler güneşidir. Güneşi bütün dünya sever. Bütün evler onun nuruyla aydınlanır.

Mevlânâ ekmek gibidir. Hiç kimse ekmeğe ihtiyaç duymamazlık edemez. Ekmekten kaçan hiç bir aç gördünüz mü?”(68)

7. Hazret-i Mevlânâ’nın Cenaze Namazı:

Mevlânâ’nın vasiyeti üzerine Şeyh Sadreddin, Mevlânâ’nın namazını kıldırmak üzere niyetlendiğinde dayanamayıp baygınlık geçirdi. Bunun üzerine namaza Kadı Sirâceddin imamlık etti.(69)

8. Hazret-i Mevlânâ’ya Yeşil Kubbe:

Mevlânâ’ya Yeşil Kubbe denilen Türbe, Sultan Veled ile Alameddin Kayser’in gayreti ve Emir Pervane’nin eşi (Sultan II. Gıyâseddin Keyhüsrev’in kızı) Gürcü Hatun’un yardımıyla Çelebi Hüsameddin zamanında yapıldı.(70) Türbe’nin mîmârı, Tebrizli Bedreddin’dir.(71)

Selimoğlu Abdülvâhid adlı bir sanatkar da Mevlânâ’nın kabri üzerine, Selçuklu oymacılığının şaheseri olarak kabul edilen, büyük bir ceviz sanduka yapmıştır.(71) Bu sanduka bugün, Sultân’ül-Ulemâ Bahâeddin Veled’in kabri üzerindedir.

9. Hazret-i Mevlânâ’nın Ölüme ve Mezara Bakışı:

“Ölüm günümde tabutum yürüyüp gitmeye başladı mı, bende bu cihanın gamı var, dünyadan ayrıldığıma tasalanıyorum sanma; bu çeşit şüpheye düşme.

Bana ağlama, yazık yazık deme. Şeytanın tuzağına düşersem işte hayflanmanın sırası o zamandır.

Cenazemi görünce ayrılık ayrılık deme. O vakit benim buluşma ve görüşme zamanımdır.

Beni kabre indirip bırakınca, sakın elveda elveda deme; zira mezar cennetler topluluğunun perdesidir.

Batmadı gördün ya, doğmayı da seyret. Güneşe ve aya batmadan ne ziyan geliyor ki?

Sana batmak görünür, ama o, doğmaktır. Mezar hapis gibi görünür, ama o, canın kurtuluşudur.

Hangi tohum yere ekildi de bitmedi! Ne diye insan tohumunda şüpheye düşüyorsun!

Hangi kova kuyuya salındı da dolu dolu çıkmadı? Can Yusuf u ne diye kuyuda feryâd etsin?

Bu tarafta ağzını yumdun mu o tarafta aç. Zira senin hâyuhûyun, mekânsızlık âleminin fezâsındadır.” (73)

10. Hazret-i Mevlânâ’nın Ziyaretçilerine Seslenişi:

“Kardeş, Mezarıma defsiz gelme; çünkü Allah meclisinde gamlı durmak yaraşmaz.

Hak Teâlâ beni aşk şarabından yaratmıştır. Ölsem, çürüsem bile, ben yine o aşkım.”(74)

“Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız? Bizim mezarımız, ariflerin gönüllerindedir.”(75)

11. Hazret-i Mevlânâ’nın Şahsiyeti:

A. Hazret-i Mevlânâ’nın Tasavvufî Yaşayışı ve Anlayışı

1. Dış Görünüşü:

Mevlânâ, sararmış yüzlü ve ince vücutlu idi.

Bu sararmış ve zayıf bünyesinde öyle bir nur ve heybet vardı; gözleri o kadar keskin ve çekici idi ki, kimse dikkatle bakamazdı.(76)

Mevlânâ başına, bilginlere mahsus bir şekilde sarık sarar, taylasan (sarıktan sarkan uç) bırakırdı. Sırtına da, bilginlerin giydikleri gibi, bol geniş kollu bir hırka giyerdi.(77)

Şems’in kaybolmasından kırk gün sonra, ömrünün sonuna kadar, beyaz sarık yerine duman renkli bir sarık sardı ve Yemen ile Hint kumaşından yaptırdığı fereci (göğsü açık uzun kollu cübbe) giydi.(78)

2. Hazret-i Mevlânâ’nın Tasavvufu:

Mevlânâ’nın tasavvufu, hiç bir zaman bir bilgi sistemi yahut hayalî bir idealizm değildir. Onun tasavvufu, irfan, tahakkuk, aşk ve cezbe âleminde olgunlaşmadır.

Mevlânâ, dâima hayâtın gerçeklerini görür, hayâtın bütün gerçeklerini kabul eder, ondan el etek çekmez. Miskinliği, hayattan el etek çekmeyi reddeder; hayâtı, hayâtın içinde yaşatır. Onun dünyayı tarifi, bize, onun tasavvufunu açıklar:

“Dünyâ nedir! Allah’dan gafil olmaktır. Kumaş, para, ölçüp tartarak ticaret yapmak ve kadın; dünya değildir.

Din yolunda sarf etmek üzere kazandığın mala, Peygamber, “Ne güzel mal” demiştir.

Suyun gemi içinde olması geminin helakidir. Gemi altındaki su ise gemiye; geminin yürümesine yardımcıdır.

Mal, mülk sevgisini gönülden sürüp çıkardığındandır ki Süleyman Peygamber, ancak yoksul adını takındı.

Ağzı kapalı testi, içi hava ile dolu olduğundan derin ve uçsuz, bucaksız su üstünde yüzüp gitti.

İşte yoksulluk havası oldukça insan, dünya denizine batmaz, O denizin üstünde durur.

Bütün bu dünya, onun mülkü olsa bu mülk, gözünde hiç bir şey değildir.”(79)

3. Hazret-i Mevlânâ’nın Tasavvufunda Gaye:

Mevlânâ’nın tasavvufunda gaye, kulluk ve yokluktur. Dolayısıyla hakîkî padişahlık; gerçek varlık makamına erişmektir:

“Asıl o Allah mülk ve saltanat sahibidir, kendisine baş eğene bu topraktan yaratılan dünya şöyle dursun, yüzlerce mülk, yüzlerce saltanat ihsan eder.

Fakat, Allah huzurunda bir secde, sana ikiyüz devlet ve saltanattan daha hoş gelir.

Ben ne mal isterim, ne mülk; ne devlet isterim, ne saltanat. Bana o secde devletini ihsan et, yeter diye ağlayıp sızlanmaya başlarsın.”(80)

“Senin taht dediğin şey, tahtadan yapılma tuzaktır. Konduğun yeri baş köşe sanmışsın ama, kapıda kalakalmışsın.

İğreti padişahlığı Allah’a ver de Allah sana herkesin kabul edeceği hakîkî bir padişahlık versin.” (81)

“Yok olmadıkça hiç kimseye yüce huzura varmaya yol yoktur.”(82)

“Kapıda dolaşan, Ben’den Biz’den dem vuran kapıdan sürülür, “Lâ” makamında dolaşıp durur.”(83)

“Kim benlikten kurtulursa bütün benlikler onun olur. Kendisine dost olmadığı için herkese dost kesilir. “(84)

“Yokluk küheylânı, ne de güzel bir buraktır. Yok olduysan seni varlık makamına götürür.” (85)

4. Hazret-i Mevlânâ’nın Tasavvufunda Aşk:

Mevlânâ’nın tasavvufunda, yaratılışın, hayâtın mânâsı aşktır. Aşk ise, kimseye niyazı, ihtiyâcı olmayan Allah’ın vasıflarındandır. Ondan başkasına âşık olmak da geçici bir hevestir. Yaratılışın sebebi, bütün hastalıkların tabibi; böbürlenmenin, bencilliğin devası, elemlerin merhemi ilâhî aşktır:

“Aşk, o şuledir ki, parladı mı sevgiliden başka ne varsa hepsini yakar,” (86)

“Aşk, kimseye niyazı ve ihtiyâcı olmayan Allah’ın vasıflarındandır. Ondan başkasına âşık olma, geçici bir hevestir,” (87)

“Ey bizim kibir ve azametimizin ilâcı, ey bizim Eflâtunumuz! Ey bizim Calinus’umuz’!

Toprak beden, aşktan göklere çıktı; dağ oynamaya başladı, çevikleşti.

Ey âşık! Aşk; Turun canı oldu. Tur sarhoş, Musa da düşüp bayılmış…

Kimin aşka meyli yoksa o kanatsız bir kuş gibidir, vah onul” (88)

5. Hazret-i Mevlânâ’nın Tasavvufunda Esas:

Mevlânâ’nın tasavvufunda esas, gönül sahibine erişmek ve cevher olmaktır.

Nitekim şöyle buyurur:

“Allah ile oturup kakmak isteyen kişi, velîler huzurunda otursun.

Velîlerin huzurundan kesilirsen, helak oldun gitti. Çünkü sen, küllî olmayan bir cüzsün.

Şeytan, birisini kerem sahiplerinden ayırırsa onu, kimsiz, kimsesiz bir hâle kor, o halde de bulunca başını yer, mahvedip gider.” (89)

“Velîlerin huzurundan uzaklaşman hakikatte Allah’dan uzaklaşırsın.” (120)

“Mânâ ehliyle düş kalk ki, hem ata ve ihsan elde edesin, hem de fetâ (yiğit, cömert) olasın.

Bu cisimde mânâsız can; hilâfsız, kılıf içinde tahta kılıç gibidir.

Kılıfta bulundukça kıymetlidir. Çıkınca yakmaya yarar bir alet olur.

Tahta kılıcı muharebeye götürme, âh u figâna düşmemek için önce bir kere muayene et;

Eğer tahtadansa, yürü başkasını ara; eğer elmassa sevinerek ileri gel!

Elmas kılıç, velîlerin silâh deposundadır. Onları görmek size kimyadır.

Bütün bilenler, ancak ve ancak bunu böyle demişlerdir: Bilen, âlemlere rahmettir.

Gülen nar bahçeyi güldürür. Erler sohbeti de seni erlerden eder.

Katı taş ve mermer bile olsan, gönül sahibine erişirsen cevher olursun.

Temizlerin muhabbetini tâ canının içine dik. Gönlü hoş olanların muhabbetinden başka muhabbetlere gönül verme.

Ümitsizlik diyarına gitme, ümitler var. Karanlığa varma, güneşler var.

Gönül, seni, gönül ehlinin diyarına; ten, seni su ve çamur hapsine çeker.

Agâh ol, bir gönüldeşten gönül gıdasını al, onunla gönlünü gıdalandır. Yürü, ikbâli bir ikbâl sahibinden öğren.”(91)

B. Hazret-i Mevlânâ’nın İslâmi Esâslara ve Hazreti Muhammed Salla’llahu Aleyhi Vesellem’e Bağlılığı:

Mevlânâ’nın İslâmiyet’i anlayış tarzını belirtmeye çalışalım:

Mevlânâ, “Muhakkak ki sizin, Allah’ın yanında en kerîm olanınız Allah’dan çok korkup, günah işlemeyeninizdir.” (92) mealindeki âyetin şuuruyla dâima Kur’ân hükümlerinin âdabına riayet ederek Allah’ın haram kıldığı şeylerden çekinmiş; nefsinin hazlarını terketmiş, olgunluğu elde etmeye mani olan şeylerden el çekmiş; hülâsa Allah’dan kendisini uzaklaştıracak şeylerin hepsinden dâima sakınmış, gerçek takva sahibi bir şahsiyettir.” (93)

1. Hazret-i Mevlânâ İslâmi Esâslardan Sapmadı:

Şems ile karşılaştıktan sonra, muhitin hazım ve idrâk edemiyeceği bir âleme giren Mevlânâ bütün vecd (kendinden geçerek ilâhî aşka dalma) ve istiğrak (mânâ âlemine dalarak dünyadan habersiz olma hâli) içinde dahi bir an İslâm Dîninin esaslarından hârice bir adım atmamıştır.(94)

2. Hazret-i Mevlânâ’da İbâdet Şuuru:

Mesnevî’sinde:

“Bizim Rabbimiz “Secde et ki, Allah’ın yakınlarından olasın”(95) buyurmuştur. Bizim bedenlerimizin secdesi, ruhlarımızın Allah’a yaklaşmasına sebeptir. “(96)diyen Mevlânâ, Allah sevgisini yalnız fikir ve mânâ olarak kabullenmez, üzerine farz olan ibâdetleri aşkla îfâ ederdi.

Eflâkî(97)şöyle naklediyor:

“Mevlânâ, Ezân-ı Muhammedi’yi işitince, elleriyle dizlerinin üzerine basıp, olanca heybetiyle ayağa kalkar:

“Ey kendisiyle rûşen olan canımız! Adın ebediyete kadar kalsın” der; bunu üç defa tekrarlar, sonra:

” Bu namaz, oruç, hac ve cihâd, itikadın şahididir. Hediyeler, armağanlar ve sunulan şeyler benim seninle hoş olduğumun, seni sevdiğimin şahididir.” (98)

“Eğer Allah sevgisi, yalnız fikir ve mânâ olsaydı senin oruç ve namazının zahirî suretleri de kalmazdı, yok olurdu.”(99) diyerek tam bir tevazu ve niyazla namaza dalardı.

3. Hazret-i Mevlânâ Kur’ân-ı Kerîm’e Hayran; Hazret-i Muhammed’e Kurbân’dır:

Mevlânâ, şu rubâisiyle Kur’ân-ı Kerîm’e ve Hazret-i Muhammed Sallallahu aleyhi ve sellem’e bağlılığını apaçık ilân ederek:

“Canım bedenimde oldukça Kur’ân’ın kuluyum;

Seçilmiş Muhammed in yolunun toprağıyım.

Birisi, sözlerimden, bundan başka bir söz naklederse,

O nakledenden de bezmişim ben, bu sözden de bezmişim.” (100)demektedir.

4. Hazret-i Mevlânâ’nın Hüviyeti:

Mevlânâ’nın eserleri ve yaşayışı dikkatlice tedkik edildiğinde, rahatlıkla şöyle söylenebilir:

Mevlânâ kendi ilmini, Hazret-i Muhammed’in ilminde; irfanını, Hazret’i Muhammed’in irfanında; benliğini, Hazret-i Muhammed’in benliğinde; hâsılı bütün varlığını, O’nun varlığında yok ederek manevî hüviyetini, Hazret-i Muhammed’in manevî hüviyetinin parlak meş’alesi nurundan yakıp uyandırmıştır. (101)

Nitekim kendisi de, bu hakikati şu mısralarında belirtmektedir:

“Biz Allah’ın sâyesiyiz, Mustafâ’nın nûrundanız.

Sedef içine damlamış çok kıymetli bir inciyiz.

Herkes suret gözüyle bizi nereden görecek?

Biz Kibriya’nın (büyüklük ve yücelik sahibi Allah’ın) su ve balçık içinde belirmiş nuruyuz”(102)

5. O’nun insana Bakış Dâiresinin Merkezi:

Bilinmelidir ki, Mevlânâ’nın, bir kâmil mürşid olarak manevî vazifesi, yaratılışın gayesi çerçevesinde, insanların hidâyetine ve ebedî saadetine vesîle olabilmektir. Bu ilâhî gayenin gayreti ve yüklendiği manevî vazifenin şuuruyla:

“Biz pergel gibiyiz. Bir ayağımız Şeri’at’de (âyet, hadis, icma-i ümmet ve kıyas-ı fukahâ üzerine kurulmuş olan din kaidelerinde) sağlamca durur, öteki ayağımız yetmişiki milleti dolaşır.”‘(103) demektedir.

6. O’nun Engin Hoşgörüsündeki Sır, Nur, Şuur, Huzur.

O’nun engin hoş görüsünde Tefhîd’in sırrı, Kur’ân’ın nuru, îmânın şuuru ve Muhammedi ahlâkın huzuru vardır.

Mevlânâ’nın Tevhidin neş’esiyle ve Muhammedi feyzin coşkunluğu ile özünde olan engin hoşgörüsünü yaşayışı ile de, nükteli bir biçimde, ortaya koyduğunu görmekteyiz. Zâten Mevlânâ’nın şahsiyetindeki olgunluk ve bariz vasıf, söylediğini yaşamasıdır ve fikrini hareketiyle göstermesidir.

Bu hususa bir misâl verelim.:

Bir Semâ meclisinde Mevlânâ, Semâ etmektedir. Birdenbire Hristiyan sarhoş Sema’a girer. O sarhoş heyecanlar göstererek Mevlânâ’ya çarpmaktadır. Bunun üzerine dostlar o sarhoşu incitirler. Mevlânâ, o sarhoşu incitenlere hitaben:

“Şarâbı o içmiştir, sarhoşluğu siz ediyorsunuz” buyurur. Dostlar, o sarhoşu tanıtmak için, cevaben:

“Tersâdır (hıristiyandır).” dediklerinde Mevlânâ, tersânın diğer, korkak ve korkan, mânâsını îmâ ederek:

“O tersâ (korkar ve korkan) ise siz niçin değilsiniz?” Der ve dostlar, yaptıkları hatâdan dolayı özürler dilerler. (104)

C. Hazret-i Mevlânâ’nın Eğitimci Yönü

1. O’nun insana Bakışı:

Mevlânâ, insana fâsık (günahkar) da olsa, kâfir de olsa, engin bir görüşle ve rahmet dolu bir nazarla bakmıştır. Çünkü o, Mesnevi’sinde (105) de ifade ettiği gibi Allah’ın, fâsık ve putperest de olsa, kendisini çağırana icabet edeceğini müdriktir.

Mevlânâ, Muhammedi feyze tam mazhar olarak rahmet mâdeni olmuş, Kur’ân-ı Kerîm’de buyurulan:

“Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz.”(106) mealindeki ilâhî müjdenin hakikatine ermiş bir Allah dostudur. Onun içindir ki, bütün insanlığa coşkunlukla:

“Ümitsizlik semtine gitme; ümitler vardır.

Karanlık tarafa gitme; güneşler vardır.” (107) diye haykırır.

Kâmil insan olarak, böylesine, ilâhî rahmet ve Rahmânî ümitlerle dopdolu olan Mevlânâ’nın hiç kimseye hor bakmıyacağı gayet tabiîdir ve hassasiyetle şu tavsiyede bulunur:

“Hiçbir kâfiri hor görmeyin. Olur ya, müslüman olarak ölebilir. Ömrünün sonundan ne haberin var ki ondan tamamiyle yüz çeviriyorsun?”(108)

2.  O’nun Halka Bakışı:

Mevlânâ’nın nazarında, kim olursa olsun, her şeyden evvel insan vardı. Halk tabakasından olsun, yüksek tabakadan olsun, onun için farketmezdi. Bilakis halka pek merhametliydi. Gariplere karşı dâima gönül alıcı davranırdı.

Mevlânâ bir gün Ilıca’ya gitti. Emir Âlim Çelebi, daha önce davranarak hamama vardı ve Mevlânâ’nın dostlarıyla beraber kalabilmesi için bütün insanları hamamdan dışarı çıkarttı, sonra havuzu kırmızı ve beyaz elmalarla doldurttu. Mevlânâ içeri girdiği vakit, hamamın soyunma yerinde insanların acele ile elbiselerini giydiklerini ve havuzun da elmalarla dopdolu olduğunu gördü. Emir Alim Çelebi’ye hitaben dedi ki:

“Ey Emir Alim! Bu insanların canları elmadan daha mı az kıymetli ki, onları dışarı edip havuzu elmalarla doldurdun. Onlardan biri, elmaların otuz mislidir. Yalnız elmalar değil, bütün dünya ve içindeki şeyler, insanlar için değil midir? Eğer beni seviyorsan, söyle de hepsi hamama girsinler. Fukarası, zengini, sağlamı ve zayıfı dışarıda kalmasın ki, ben de onların davetsiz misafiri olarak suya girebileyim, onların sayesinde biraz dinlenebileyim.”(109)

3. O, Çevresine Rahmettir:

Etrafındakilerin ve kendisi ile oturup kalkmak isteyenlerin, sultanlar, emîrler, zenginler ve hep ileri gelen kimseler olmasına rağmen Mevlânâ, daha çok fakirlerle, zaruret içinde olanlarla düşüp kalkardı. Müridlerin çoğu da, zâten hor ve hakir görülen kimselerdi.

Müridlerini kınayanlara, Mevlânâ’nın verdiği cevap dikkat çekicidir.

“Benim müridlerim iyi insanlar olsalardı, ben onların müridi olurdum. Kötü insan olduklarından, ahlâklarım değiştirip iyi olmaları, iyiler ve iyi amel eden insanların arasına girmeleri için müridliğe kabul ettim. Allah’ın rahmetine mazhar olanlar kurtulmuşlardır, fakat lanetine uğramışlar tedaviye muhtaç hastalardır. İşte biz bu lânetlikleri rahmetlik yapmak için dünyaya geldik.”(110)

4. O’nun Aileye Bakışı:

a- Hazret-i Mevlânâ İnce Ruhlu Nâzik Bir Baba:

Mevlânâ, ince ruhlu, gayet hassas ve nâzik bir baba; gönül almakta, gönül okşamakta ve kadirşinaslıkta örnek bir aile reisidir.

Gelini Fatma Hatun’a ve oğlu Sultan Veled’e gönderdiği mektupları okuduğumuzda, onun ince ruhunu, nezâketini ve kadirşinaslığını açıkça görmekteyiz.

Gelinine hitap ederken kullandığı:

“Bizim de gönlümüzün, gözümüzün ışığı aydınlığı; âlemin de gönlünün ve gözünün ışığı, aydınlığı…”(111)

“Canım canımı karışmıştır, birleşmiştir. Seni inciten her şey beni de incitir… Sizin gamınız, on kat fazlasıyla bizimdir. Sizin düşünceniz, tasanız; bizim düşüncemiz, bizim tasamızdır… Aziz oğlum Bahâeddin sizi incitirse, gerçekten sevgisini ve gönlümü ondan alırım…”(112) ifadeleri onun hassas ruhunun, nezâketinin ve gönül okşayıcılığının delilidir.

b- Hazret-i Mevlânâ Kıymet Bilen Bir Dost:

Oğluna hitaben yazdığı mektubundaki şu cümleler de onun kadirşinas şahsiyetinin aynasıdır:

“Pâdişâhımız Şeyh Selâhaddin’in kızının hatırına riâyet etmeniz için şu birkaç satır yazıldı… Allah için şu babanızın yüzünü, kendi yüzünü, bütün soyumuzun, sopumuzun yüzlerini ak etmek istersen, onun hatırını aziz, ama pek aziz tut, onu can ve gönül tuzağıyla avlamak için her günü ilk gün, her geceyi gerdek gecesi say…”(113)

c- Hazret-i Mevlânâ Gönül Alıcı; Örnek Bir Baba:

Mevlânâ’nın, davranışıyla ve tavsiyesiyle, nasıl bir baba ve nasıl bir ruh terbiyecisi olduğunu anlamak için de Sultan Veled’in şu hâtırasını okuyalım:

“Birgün bana büyük bir ruh bezginliği ve iç sıkıntısı geldi. Beni bezgin ve sıkıntılı gören babam: “Birinden mi incindin de böyle sıkıldın?” dedi. Ben: “Bilmiyorum, bu ne hâldir?” dedim. Babam kalkıp eve gitti ve bir müddet sonra, kurt postunu çevirip başına ve yüzüne geçirmiş bir hâlde ve çocukları korkuttukları gibi “Bu! Bu! Bu!” yaparak yanıma geldi. Babamın bu hoş hareketinden bana bir gülmedir geldi; anlatılamayacak derecede güldüm. Yere kapanarak ayaklarını öptüm. Babam: “Bahâeddin! Eğer bir güzel sevgili sana sıkı sıkıya bağlansa, dâima seninle şaka, şenlik etse ve birdenbire yüzünün şeklini değiştirip gelse ve sana” Bu! Bu! Bu!” dese ondan hiç korkar mısın?” buyurdu. Ben de “Hayır, korkmam.” dedim. Buyurdu ki:

“Seni sevindiren, seni sevinç ve neşe içinde tutan sevgili, seni üzen ve kendisinden sıkıntı duyduğun aynı sevgilidir. Hep odur, hep ondandır ve ondan feyizlenirsin. O hâlde niçin boş yere üzgün duruyor, sıkıntının elinde âciz kalıyorsun?” (114)

“İçinde sıkıntı görünce onun çâresine bak; çünkü dalların hepsi kökten biter.

İçinde genişlik, ferahlık görünce ona su ver. Kalb ferahlığının verdiği meyvayı da, dostlara ve ahbaplara sun.” (115)

Ç. O’nun Ahlâkî ve Sosyal Yönü

1. İnsanî Münasebetlerde Dikkat Ettiği Hususlar:

Mevlânâ, hasımları tarafından kendisine reva görülen dil uzatmalara ve uygunsuz lakırdılara hiç acı cevap vermez; yumuşaklıkla mukabelede bulunurdu.

Molla Câmî, şöyle naklediyor: (116)

Mevlânâ’ya düşmanlık güden Konyalı Sirâceddin’e Mevlânâ’nın: “Ben yetmişiki milletle beraberim” dediğini söylediler. Sirâceddin de düşmanlığından, Mevlânâ’yı huzursuz etmek ve kıymetten düşürmek niyetiyle, yakınlarından olan bir âlimi ona gönderdi. O âlim, Sirâceddin’in talimatına göre, büyük bir kalabalık içinde Mevlânâ’ya, sen böyle mi söyledin, diye soracak, şayet ikrar ederse kendisini edep dışı sözlerle incitecek, insanlar arasında mahcup edecekti.

O âlim, Mevlânâ’nın huzuruna geldi ve sordu: “Sen yetmişiki milletle beraberim diye söyledin mi?” Mevlânâ da cevaben:

“Evet demişim” deyince, o âlim ağzına geleni söyledi, aşırı derecede ileri geri konuştu. Mevlânâ tebessüm ederek dedi ki:

“Senin bu söylediklerine rağmen, seninle de beraberim.”

2.  Hizmetkârlara Karşı Davranışı:

Mevlânâ, cariyelere, hizmetkârlara karşı muamelesinde ve anlayışında da güzel ahlâklıdır. O dâima gönül verdiği Hazret-i Muhammed’in güzel ahlakıyla ahlâklanmış bir şahsiyettir. Hazret-i Muhammed’in, “Onlara giydiğinizden giydiriniz; yediğinizden yediriniz.” hadisinin şuûrundadır.

Mevlânâ’nın kızı Melike Hatun, birgün cariyesine sert davranmış, onu azarlamıştı. Kızının bu durumunu gören Mevlânâ, ona:

“Onu neden incitiyorsun? Acaba, o hanım; sen de cariye olsaydın ne yapardın? ister misin ki, bütün dünyâda Allah’dan başka kimsenin kölesi yoktur, diye fetva vereyim. Hakikatte onların hepsi bizim kardeşlerimizdir.”(117) der.

3.  Suçlulara Karşı Muamelesi:

Mevlânâ, güzel ahlakıyla hep affedici olmuş, suçlulara karşı gösterdiği hoş anlayış ve muâmelesiyle, onları cemiyete, insanlığa kazandırmıştır.

Mevlânâ, birgün odasında namaz kılıyordu. Birisi içeri girdi ve fakirim, hiçbir şeyim yoktur, dedi. Sonra Mevlânâ’yı namazın huzuruna dalmış, kendisinden habersiz olduğunu anlayınca ayağının altındaki halıyı çekti ve alıp gitti.

Hoca Mecdeddin bu durumu öğrenir öğrenmez, o şahsı aramaya başladı ve onu bit pazarında halıyı satarken yakaladı, sonra eziyet ede ede o fakiri Mevlânâ’nın huzuruna getirdi. Mevlânâ, Hoca Mecdeddin’e söyle dedi:

“İhtiyâcından ötürü bunu yapmıştır, ayıp değildir. Onu mazur görüp, ondan halıyı satın almak lâzımdır.”(118)

4. Çocuklara Karşı Şefkati:

Mevlânâ, çocuklara karşı çok merhametli ve şefkatli idi: Birgün Mevlânâ, mahalleden geçiyordu. Çocuklar da yolda oynuyorlardı. Uzaktan Mevlânâ’yı görünce hepsi birden koşarak saygı ile huzurunda durdular. Yalnız çocuklardan biri uzakta idi. Ben de geliyorum, diye bağırdı. Mevlânâ, çocuk işini bitirip gelinceye kadar bekledi.(119)

5. Hazret-i Mevlânâ Sevgi ve Barış’ın Sembolü:

Mevlânâ, dâima birleştiricidir, barıştırıcıdır; sevginin ve barışın adetâ sembolüdür.

İki ulu kişi birbirlerine düşmanlıkta bulunuyor, münasebetsiz sözler söylüyorlardı. Onlardan biri ötekine:

“Eğer yalan söylüyorsan, Allah senin canını alsın!” diyor, diğeri ona:” Eğer sen yalan söylüyorsan, Allah senin canını alsın.” diyordu. Mevlânâ, onların arasına girip:

” Hayır, hayır. Allah ne senin, ne de onun canını alsın.

O, benim canımı alsın, çünkü canı alınmaya ancak biz lâyıkız” dedi.

Her ikisi de barıştı. (120)

6.   O’nun Anlayışında Çalışma ve İnsan:

“İnsanın elde ettiği şey, zararsa çalışmamasından ileri gelmiştir; kârsa çalışıp çabalamasından.” (121)

“Kazanmak da ekin ekmeye benzer, ekmedikçe ona sahip olmaya hakkın yoktur.”(122)

“Hiç buğday ektin de, arpa verdiğini gördün mü.“(123)

Sözleriyle Mevlânâ, dostlarına çalışmayı emrederdi.

Miskinliği reddeden Mevlânâ derdi ki:

“Tevekkül ediyorsan, çalışmak hususunda da tevekkül et; kazan da sonra Allah’a dayan. “(124)

“Birisi bir define buluverir, ” Ben de onu istiyorum, dükkanla, alışverişle ne işim var?” der.

Baht işi bu, fakat nâdirdir. Tende kudret oldukça çalışıp kazanmak gerek. Çalışıp kazanmak, define bulmaya manî değil ya. Sen işten kalma da, nasibinde varsa define de arkandan gelsin.” (125)

7.  O, Dostlarına, Helâl Kazanç ve Helâl Lokmayı Tavsiye Ederdi:

Mevlânâ, dostlarına, ne olursa olsun helâl kazancı, helâl lokmayı tavsiye ve emrederdi:

“Nur ve kemâli arttıran lokma, helâl kazançtan elde edilen lokmadır.

ilim ve hikmet helâl lokmadan doğar; aşk ve rikkat (gönül inceliği) helâl lokmadan meydâna gelir.” (126)

8. O’nun Dostlarına Emri: Dilenmeyin’….

Mevlânâ, dostlarına dilenmeyi yasaklamış ve: “Biz, kendi dostlarımıza dilencilik kapılarını kapattık. Dostlarımız, ticâret, kitabet veya harhangi bir el emeği ve alın teri ile geçimlerini temin etsinler. Biz Hazreti Peygamber’in “Gücün yettikçe, istemekten sakın.” emrini yerine getirdik. Bizim müridlerimizden kim bu yolu tutmaz ise, onun bir pul kadar değeri yoktur.” (127) buyurmuştur.

III. Hazret-i Mevlânâ’nın Kâinatı Kucaklayan Değeri: insan Sevgisi ve Hoşgörüsü…

Mevlânâ’nın kâinatı kucaklayan değeri, insan sevgisi ve hoşgörüsü, Allah’a olan hudutsuz aşkının ve Muhammedi feyze tam mazhar olarak rahmet mâdeni oluşunun tabiî neticesidir. Taşıdığı ilâhî aşk, eriştiği Muhammedî feyz, onu mahviyet sahibi yapmış; benliğini, kibrini almıştır. Mevlânâ’nın işlerinde kendini beğenmişliğin zerre kadar görülmemesi bundandır. O, kibirden ve nefretten arınmış; mahviyet ve muhabbetle bezenmiştir.

Mevlânâ, alçak gönüllülükte büyüklük, büyüklükte alçak gönüllük; varlıkta yokluk, yoklukta varlık; hiçlikte kemâl, kemâlde hiçlik gösterirdi.

Mevlânâ’nın hudutsuz insan sevgisinde ve hoşgörüsündeki temel esaslardan bir diğeri de, Müslümanlığın üzerinde’ hassasiyetle durduğu, “insan yaratılmışların en şereflisidir” düstûrudur. Mevlânâ bu şerefin şuuruyla insanları kucaklar; yaratılmışları, âşık olduğu yaratandan ötürü, herhangi bir nefis mücadelesine girmeden, rahatlıkla hoş görüverir.

Mevlânâ’nın, kim olursa olsun insanları hoş görüşü, insanlara hoş davranışı, kendisini dâima küçülterek insanlara hayırlı dualar etmesi, kendi önünde kapananlara, kâfir de olsa, mukabelede bulunması, onun İlâhî aşkla, ilâhî cezbelerle ve Allah’ın cemâl nurlarına gömülmüş olarak yaşamasındandır.

a. O’nun Toprak gibi Yaşayışından Bir Tablo:

Birgün bir Ermeni kasabı, Mevlânâ’ya rastladı, onun önünde yedi defa yere baş koydu. Mevlânâ da baş koydu. Mevlânâ hâl diliyle yaşadığını haykırıyordu:

“insan oğullarının hamuru topraktandır. Eğer insan, toprak gibi olmazsa Adem oğlu değildir.”‘(128)

b. O’nun Tevazuu (Alçakgünüllüğü) ve Mahviyyeti (Yokluğu):

Rivayet edilen şu vak’a çok dikkat çekici, hayret vericidir:

İstanbul’da bilgin bir rahip vardı, Mevlânâ’nın ilmini, hilmini, tevâzûunu işitmiş, ona hayran olmuştu. Mevlânâ’yı görmek üzere Konya’ya geldi. Kendisini karşılayıp ağırlayan şehrin rahiplerinden Mevlânâ’nın ziyaretini rica etti. Toplu bir halde, Mevlânâ’nın ziyaretine giderlerken yolda karşılaştılar. Rahip hemen Mevlânâ’nın önünde yere baş koydu. Yerden başını kaldırınca, Mevlânâ’nın başının yerde olduğunu gördü.

Mevlânâ’nın önünde defalarca yere baş koyan rahip, her başını kaldırdığında, Mevlânâ’nın başının yerde olduğunu görüyordu. Nihayet dayanamayıp feryâd ederek:

“Ey dinin sultânı! Benim gibi zavallı ve kirli birine karşı gösterdiğin bu ne tevazu; bu ne kendini hor görmekliktir” dedi. Mevlânâ da şu cevâbı verdi:

“Allah’ın rızıklandırdığı, mal ile cömertlik yapan; güzellikle., iffet sahibi olan; şeref ile tevazu gösteren; saltanat ile adaleti icra eden kimselere ne mutlu” diyen bizim sultanımız Muhammed Mustafa’dır. Öyleyse, Allah’ın kullarına nasıl tevazu göstermiyeyim ve niçin kendi küçüklüğümü belirtmiyeyim. Eğer bunu yapmaz isem neye ve kime yararım?”

“Yolun güneşi olan Peygamber bile “Nefsini aşağılayan kişiye ne mutlu!” dedi.

Ona kulluk etmek, sultanlıktan iyidir; çünkü “Ben, ondan hayırlıyım” sözü, şeytan sözüdür.

Adem’in kulluğu ile Iblis’in kibrine bak da aradaki farkı gör, Adem’in kulluğunu seç.”(129)

Rahip ve arkadaşları, Mevlânâ’nın bu hâli ve sözleri karşısında müslüman oldular.

Mevlânâ, huzur içinde, medresesine döndüğünde, neşeyle ve sevinçle oğlu Sultan Veled’e:

“Bahâeddin, Balıâeddin! Bugün zavallı bir rahip, bizim tevâzûmuzu elimizden kapmaya niyet etti, fakat Allah’a hamd olsun, Allah’ın bağışladığı hidâyetle ve Peygamber Efendimizin yardımı ile tevâzûda ona galip geldik?” (130) demiştir.

Haçlıların kılıcı müslümanlarm kanı ile boyanmış olduğu tarihi bir hakikat iken, büyük bir din adamının, Hak dinin dışında olanlara karşı gösterdiği tevazu hayret verici bir durumdur. Fakat onun, islâm adına dâima kazandığını görmekteyiz. Elinden tuttuğunun, gözüyle baktığının, önünde eğildiğinin hidâyetine ve ebedi saadetine vesile olmuş, Allah’a ulaştırmıştır.

c. Hazret-i Mevlânâ Oğluna Der ki:

Mevlânâ’nın, biricik oğlu Sultan Veled’e etmiş olduğu bugün de tazeliğini muhafaza etmekte olan öğütleri, -onun tanıtmaya çalıştığımız- şahsiyetinin özü, özetidir; hudutsuz çerçevesidir.

Mevlânâ, oğluna der ki:

“Bahâeddin! Eğer dâima cennette olmak istersen, herkesle dost ol, hiç kimsenin kinini yüreğinde tutma!

Fazla bir şey isteme ve hiç kimseden de fazla olma!

Merhem ve mum gibi ol,

iğne gibi olma,

Eğer hiç kimseden sana fenalık gelmesini istemezsen

fena söyleyici,

fena öğretici,

fena düşünceli olma!

Çünkü bir adamı dostlukla anarsan, daima sevinç içinde olursun, iste o sevinç Cennetin tâ kendisidir.

Eğer bir kimseyi düşmanlıkla anarsan, dâima üzüntü içinde olursun, işte bu gam da Cehennemin tâ kendisidir.

Dostlarını andığın vakit içinin bahçesi, çiçeklenir, gül ve fesleğenlerle dolar.

Düşmanları andığın vakit, için dikenler ve yılanlarla dolar, canın sıkılır, içine pejmürdelik gelir.

Bütün peygamberler ve velîler, böyle yaptılar, içlerindeki karakteri dışarı vurdular. Halk onların bu güzel huyuna mağlup olup tutuldu, hepsi gönül hoşluğu ile onların ümmeti ve müridi oldular. (131)

ç. Hazret-i Mevlânâ Oğluna Der ki:

Mevlânâ, oğluna der ki:

“Bahâeddin.’ senin düşmanını sevmeni, düşmanının da seni sevmesini istersen, kırk gün onun hayrını ve iyiliğini söyle. O düşman senin dostun olur; çünkü gönülden dile yol olduğu gibi, dilden de gönüle yol vardır.

Allah’ın sevgisini de onun aziz isimleriyle elde etmek mümkündür. Allah buyurdu ki: “Ey kullar, kalbinizde arınma olması için beni çok anmaktan geri durmayın.”

Kalbinizde arınma ne kadar çok olursa, Allah’ın nurunun parlaklığı da kalbde o nispette fazla olur. Nitekim, ekmekçinin tandırı ne kadar sıcak olursa, o kadar ekmek alır. Soğuk olunca ekmek almaz”(132)

d. Son Söz

Hazret-i Sultan Veled’den:

Bahsimizi, Mevlânâ’nın çok yüce, pek engin feyiz nurlarının parlaklığı içinde teessüs etmiş olan Mevlevi Yolunun gelişmesine, yayılmasına, ilmiyle, irfânıyla, şiir ve eserleriyle, yüksek fazilet ve himmetiyle büyük hizmetler etmiş; Mevlânâ’nın “Sen yaratılış ve huy bakımından, insanların bana en fazla benziyenisin” (133)dediği oğlu Sultan Veled’in Rebâb-nâme’sindeki Türkçe manzumelerinden şu beyitleriyle bitirelim:

REBÂB-NÂMEDEN

1. Mevlânâ gibi cihanda olmadı,

Ançılayın kimse Hak’dan tolmadı.

2. 0 güneşdür evliyalar yulduzı,

Dükeline ol degürür uruzı.

3. Terinden her bir kişi bahşiş bulur

Haslarım bahşişi ayruksı olur.

4. Bahşîşi, kim verdi Hak Mevlânâ’ya,

Anı ne yoksula verdi ne baya.

5. Siz anı binüm gözümle görünüz,

Anun esrarını binden sorunuz.

6. Ben deyem sözler ki, kimse demedi

Ben verem ni’met ki, kimse yemedi.

7.  Ben verem hil’at ki, kişi geymedi,

Kimse binüm bahşîşümi saymadı.”(134)

REBÂB-NÂME’DEN

1. Dünyâda, Mevlânâ gibi, hiç bir kimse olmadı (yetişmedi); kimse de onun gibi Hak’dan dolmadı (ilâhi aşk ve feyze ermedi)

2. O, güneştir, veliler yıldızıdır. O, herkese nasip eriştirir.

3.  Herkes, Allah’dan, bir ihsana nail olur, fakat has kullarının armağanı başka türlü olur.

4.  Allah, Mevlânâ’ya verdiği ihsanı, ne bir yoksula, ne de bir zengine vermiştir.

5.  Siz onu, bir de, benim gözümle görünüz; onun sırlarını benden sorunuz.

6.  Ben, kimsenin söyleyemediği sözleri söyleyebilirim. Ben kimsenin yemediği nimetleri verebilirim.

7.  Ben kimsenin giymediği hil’atı verebilirim. Kimse benim verebileceğim manevî armağanı, sayı ile hesap edemez.

 


 

DİPNOTLAR

(1) EFLAKİ, Ahmed. Ariflerin Menkıbeleri (Tahsin Yazıcı Çevirisi), Şark islam Klasikleri: 26, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1964 C, 1 (1/3)

(2)  a- SİPEHSALAR, Feridun b Ahmed, Risale-i Sipehsalar ve Menakım-ı Hazret-i Hüdavendigar (M. Bahari Tercümesi), Der, Saadet, 1331. s. 15 b-EFLAKİ, a.g.e., C. (1/1) c- CAMİ, Nefehatül-Üns (Lamii Tere.), İstanbul, 1289,5.514

(3)  a- BEYTUR, Midhat Bahari, Divan-ı Kebir’den Seçme Şiirler, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1965, s. XVIII b- TAHİRÜ’L MEVLEVİ, Mesnevi Şerhi, Ahmed Said Matbaası, İstanbul, 1963, C.ls. 19

(4)  CAMİ, a.g.e., s. 513-514

(5)  SİPEHSALAR, a.g.e., s. 16

(6) a- SULTAN VELED, İbtida-Name (AbdülbakiGölpınarlı Çevirisi), Ankara, 1976,5.237-238 b-SİPEHSALAR, a.g.e., s. 1 7-i 8 c-EFLAKİ, a.g.e., C. 1 (1/5)

(7)  BEYTUR, Midhat Bahari, Divan-ı Kebir’den Seçme Şiirler, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1965, C.l.s. XVII

(8)  SİPEHSALAR, a.g.e., s. 19-20

(9)  GÖLPINARLI, Abdülbaki, Mevlânâ Celâleddin, inkılap Kitabevi, İstanbul, 1985,.s.40

(10)  a-SİPEHSALAR, a.g.e., s. 19-20   b- EFLAKİ, a.g.e.,C. 1(1/5)

(11)   EFLAKİ, a.g.e., C. 1(1/10

(12)  DEVLETŞAH, Devletşah tezkiresi (Necati Lugal Çevirisi, Tercüman 1001 Temel Eser: 1 12, İstanbul 1977, s. 249

(13)  BEYTUR, Midhat Bahari, Mesnevi Gözüyle Mevlânâ, Şiirleri, Aşk ve Felsefesi, Sulhi Garan Mevlânâ, İstanbul, 1 965, s. 91

(14)  EFLAKİ, a.g.e., C. 1 (3/1 16)

(15)  B. ÇELEBİ, Celâleddin, Kongreye Katılan Delegeler Adına Bitiş, Konşuması, S.Ü. I. Milli Mevlânâ Kongresi 3-5 Mayıs  1985. Konya Tebliğler, S.Ü. Basımevi, Konya, 1986. s. 449

(16) EFLAKİ, a.g.e., C. 1(1/22)

(17)  SULTAN VELED, a.g.e., s. 242

(18)  EFLAKİ, a.g.e., C. 1 (1/24)

(19) ANBARCIOĞLU, Meliha, Sultanü’l-Ulema Bahaeddin Veled’in Hayatı, Eseri ve Düşünceleri, S.Ü.   I. Milli Mevlânâ Kongresi 3-5 Mayıs  1985, Konya, Tebliğler, S.Ü. Basımevi, Konya, 1986,5.137

(20)  DEVLETŞAH a.g.e., s. 250

(21)  SULTAN VELED, a.g.e.. s. 244

(22) SEYYİD BURHANEDDİN, Muhakkik Tirmizi, Maarif, Çeviren: Abdülbaki Gölpınarlı, Türkiye iş Bankası Yayınla rı – 1 34, Ankara, s. 206

(23)  EFLAKİ, a.g.e., C. 1(2/1)

(24)  EFLAKİ, a.g.e., C. 1(2/1)

(25)  SULTAN VELED a.g.e., s. 246

(26)  SULTAN yELED, a.g.e., s.248

(27)  MEVLÂNÂ, Mesnevi, (Veled İZbudak Tercümesi), Şark-islam Klasikleri: 1, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul,  1960, C.2, b. 1319, 1320

(28)  a- SİPEHSALAR, a.g.e. s. 111 b-EFLAKİ a.g.e., C. 1(1/24)

(29)  EFLAKİ a.g.e.. C. 1 (3/9)

(30)  EFLAKİ a.g.e., C. 1 (3/9)

(31)  DEVLETŞAH, a.g.e., s. 050

(32)  SULTAN VELED, a.g.e., s. 248

(33)  EFLAKİ, a.g.e., C. 1(3/10)

(34)  a-EFLAKİ, a.g.e., C. 1 (3/10) b-SİPEHSALAR, a.g.e., s. 168 c- ŞEMS TEBRİZİ, Makalat (M. Nuri Gençosman Çevirisi), Hürriyet Yayınları: 71, İstanbul, 1 974 s. 1 3

(35)  EFLAKİ,a.g.e..C.I (3/10)

(36) SULTAN VELED, a.g.e.. s. 249-250

(37)  SULTAN VELED a.g.e., s. 249

(38)  MEVLÂNÂ, Mesnevi, C. 1, b: 1739- 1741

(39)  BEYTUR, Midhat Bahari, Mesnevi Gözüyle Mevlânâ Şiirleri, Aşk ve Felsefesi, Sulhi Garan Matbaası, İstanbul, 1965,s.96

(40)  BEYTUR, Midhat Bahari, Divan-ı Kebir’den Seçmeler, s.XXX

(41)  BEYTUR, Midhat Bahari, Divan-ı Kebir’den Seçmeler, s.XXX

(42) TARLAN, Ali Nihat, Mevlânâ, Hareket Yayınlan: 53, İstanbul, 1974, s.35

(43)  a- SULTAN VELED, a.g.e., s. 55 b-SİPEHSALAR a.g.e., s. 172

(44)  SİPEHSALAR, a.g.e., s.64

(45)  SULTAN VELED, a.g.e.. s. 64

(46)  SULTAN VELED a.g.e.. s. 64

(47)  EFLAKİ a.g.e., C.2 (4/51)

(48)  SULTAN VELED) a.g.e., s. 73

(49)  EFLAKİ a.g.e., C.2 (5/4)

(50)  SİPEHSALAR a.g.e., s. 171

(51)  SİPEHSALAR, a.g.e., s. 180

(52)  EFLAKİ a.g.e., C.2 (5/3)

(53)  a-SİPEHSALAR, a.g.e., s. 181 b- EFLAKİ, a.g.e., C.2 (5/7)

(54)  EFLAKİ, a.g.e., C.2 (5/20)

(55)  SULTAN VELED a.g.e., s. 93

(56)  SULTAN VELED a.g.e., s. 93

(57)  SULTAN VELED, a.g.e., s. 146-147

(58)  MEVLÂNÂ, Mesnevi, C.l, b: 2378- 2385

(59) TARLAN, Ali Nihat, a.g.e., s. 18

(60)  SİPEHSALAR. a.g.e., s. 18

(61)  EFLAKİ, a.g.e., C.2 (6/3)’

(62)  FİRUZANFER, Bediuzzaman, Mevlânâ Celâleddin (F. Nafiz Uzluk Çevirisi), Şark islam Klasikleri için Yardımcı Eserler: 2, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1963, s. 212

(63)  EFLAKİ, a.g.e., C.2 (3/569)

(64)  EFLAKİ, a.g.e.. C.2 (3/571)

(65)  EFLAKİ, a.g.e., C.2 (3/565)

(66)  EFLAKİ, a.g.e., C.2 (3/575)

(67)  a- EFLAKİ, a.g.e., C.2 (3/574) b-CAMİ, a.g.e., s. 519

(68)  a-SULTAN VELED, a.g.e., s. 153 b- EFLAKİ, a.g.e., C.2 (3/580)

(69)  SİPEHSALAR, a.g.e., s. 156

(70) EFLAKİ, a.g.e., C.2 (6/9)

(71)  EFLAKİ, a.g.e., C. 1 (3/320

(72) MEVLÂNÂ, Celâleddin, Mecalis-i Seb’a, E Nafiz Uzluk Basımı, Bozkurt Basımevi, İstanbul,  1937, Mukaddime, s. 105

(73)  MEVLÂNÂ, Celâleddin, Divan-Kebir (Abdülbak Gölpınarlı Çevirisi), Remzi Kitabevi, Yükselen Matbası, İstanbul, 1959 C. III., s. 169 MEVLÂNÂ, Celâleddin, Külliyat-ı Divan-i Şems-i Tebrizi, Çap-u Intişarat-ı Meri-i kebir, 1345 Hicri Şemsi, Gazel 91 1

(74)  a- GOLPINARLI, Abdülhaki, Mevlânâ Celâleddin, inkılap Kitabevi, İstanbul, I985,s. 132  b- Mevlânâ, Celâleddin, Külliyat-ı Divandı Şems-i Tebrizi, Gazel 683

(75)  Bu beyit, Mevlânâ’nındır diye rivayet edilir.

(76)  FÜRÜZANFER, Bediuzzaman, a.g.e.. s. 1120

(77)  EFLAKİ, a.g.e., C. I (3/9)

(78)  EFLAKİ, a.g.e., C.2 (4/93)

(79)  Mevlânâ, Mesnevi, C. 1 b: 983-989

(80)  MEVLÂNÂ, Mesnevi, C.4, b:664-666

(81)  MEVLÂNÂ, Mesnevi, C4, b: 661- 2778

(82)  MEVLÂNÂ, Mesnevi, C.6, b:232

(83)  MEVLÂNÂ, Mesnevi, C.l, h: 2665

(84)  MEVLÂNÂ, Mesnevi, C.5, h: 218

(85)  MEVLÂNÂ, Mesnevi, C4, b: 555

(86)  MEVLÂNÂ, Mesnevi, C.5. s:588

(87)  MEVLÂNÂ, Mesnevi, C.6, b:972

(88)  MEVLÂNÂ, Mesnevi, C. 1, b: 23-26,3 1

(89)  MEVLÂNÂ, Mesnevi, C.2, b: 2163-2165

(90)  MEVLÂNÂ, Mesnevi, C.2, b:2214

(91) MEVLÂNÂ, Mesnevi, C. 1, b:711 -717, 721-726

(92)  KUR’AN El-Hucarat (49). 13

(93)  SİPEHSALAR, A.G.E., S. 59-60

(94)  Tarlan, ALİ NİHAT, a.g.e.,s.26

(95)  KURAN,, El,Âlak(96), 19

(96)  MEVLÂNÂ, Mesnevi, C.4, B: 1 I

(97)  EFLAKİ, a.g.e., C. 1, (3/1 06)

(98)  Mevlânâ, Mesnevi, C.5, b: 183. 185

(99)  MEVLÂNÂ, Mesnevi, C. 1, C.5, b: 2625

(100) MEVLÂNÂ, Celâleddin, Külliyat-ı Divan-ı Şems-i Tebrizi, Rubaiyyat: 133!

(101) BEYTUR, Midhad Bahari, Mesnevi Gözüyle Mevlânâ, s. 133

(102)  BEYTUR, Midhat Bahari, Mesnevi Gözüyle Mevlânâ. s.99

(103)  BEYTUR, Midhat bahari, Mesnevi Gözüyle Mevlânâ, s. 103

(104)  EFLAKİ, a.£.e., C. 1 (3/291)

(105)  Mevlânâ, Mesnevi, C.3, b: 756

(106)  KUR’AN, EzZumer(39),53

(107) MEVLÂNÂ, Mesnevi, C.J. b:724

(108) MEVLÂNÂ, Mesnevi. C.6, b: 2451, 2452

(109)  EFLAKİ, a.g.e., C. 1 (3/46)

(110)  EFLAKİ, a.g.e.. C 1(3/46)

(111)  MEVLÂNÂ Celâleddin Mektuplar (Abdülbaki Gölpınarlı Çevirisi), inkılap ve Aka Kitabevleri, Yeni Matbaa, İstanbul, 1963. s. 13-15 Mektup: VI

(112)  MEVLÂNÂ Celâleddin, Mektuplar, s.85, Mektup: LVI

(113)  MEVLÂNÂ, Celâleddin, Mektuplar, s. 14, Mektup: VI

(114) EFLAKİ, a.g.e., C.l (3/148)

(115)  Mevlânâ, Mesnevi, C, 3 b: 362, 363

(116)  CAMİ, a.g.e., s.5 17

(117)  EFLAKİ, a.g.e., C.l (3/344)

(118)   EFLAKİ, a.g.e., C.l (3/306)

(119) EFLAKİ,a.g:e., C.l 3/68)

(120) EFLAKİ, a.£.e., C.l (3/421)

(121) Mevlânâ, Mesnevi, C.6, b:403

(122) MEVLÂNÂ, Mesnevi, C.3, b:2392

(123)  MEVLÂNÂ, Mesnevi, C. 1, b: 1646

(124)  MEVLÂNÂ, Mesnevi, C. 1, b:947

(125)  Mevlânâ, Mesnevi, C.2, b:733, 735

(126)  Mevlânâ, Mesnevi. C.l, b: 1642, 1644

(127)  EFLAKİ, a.^.e., C.l (3/155)

(128) EFLAKİ, a.g.e., C.l (3/66)

(129)  Mevlânâ, Mesnevi, C.4, b: 3342. 1644

(130)  EFLAKİ, a.g.e., C. 1 (3/296)

(131) EFLAKİ, a.g.e.. C.7/17

(132)  EFLAKİ, a.g.e., C.l (3/212)

(133)  SULTAN VELED, a.g.e., s.2

(134) MANSUROĞLU,  Mecdut,  Sultan Veled’in Türkçe Manzumeleri, i.Ü. Edebiyat Fakültesi Yayını: 765, İstanbul, 1958, sh. 19

 

BİBLİYOGRAFYA

ANBARCIOĞLU, Meliha, Sultanü’l-Ulema Bahaeddin Veled’in Hayatı, Eseri ve Düşünceleri, S.Ü. I. Milli Mevlânâ Kongresi 3-5 Mayıs, 1985, Konya, Tebliğler, S.Ü. Basımevi, Konya, 1986, s. 1 35

B. ÇELEBİ.Celâleddin, Kongreye Katılan Delegeler Adına Bitiş Konuşması, S.Ü. 1. Milli Mevlânâ Kongresi, 3-5 Mayıs, 1985, Konya, Tebliğler, S.Ü. Basımevi, Konya. 1986, s. 449

BEYTUR, Midhat Bahari Uivan-ı Kehir’den Seçme Şiirler, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1965

BEYTUR, Midhat Bahari, Mesnevi Gözüyle Mevlana, Şiirleri, Aşk ve Felsefesi, Sulhi Garan Matbaası, İstanbul, 1965

CÂMÎ, DEVLETŞÂH.Nefehatü’l, Üns, Lamii Tercümesi, İstanbul, 1289 Devlctşah Tezkiresi (Necati Lugal Çevirisi), Tercüman 1001 Temel Eseri 12, İstanbul, 1977

EFLÂKÎ, Ahmed, Ariflerin Menkıheleri (Tahsin Yazıcı Çevirisi), Şark islam Klasikleri: 26, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1964

FÜRÜZANFER, Bediuzzaman, Mevlânâ Celâleddin (F. Nafiz Uzluk Çevirisi), Şark islam Klasikleri için Yardımcı eserler: 2, Milli Eğitim Basımevi İstanbul 1963

GÖLPINARLI Abdulbaki, Mevlânâ Celâleddin, inkılap Kitabevi, İstanbul 1985

MANSUROĞLU, Mecdut, Sultan Veled’in Türkçe Manzumeleri, i.Ü. Edebiyat Fakültesi Yay: 765, İstanbul, 1958

MEVLÂNÂ, Celâleddin, Divan-ı Kebir (Abdulbaki Gölpınarlı Çevirisi), Remzi Kitabevi. Yükselen Matbaası, İstanbul 1 959

MEVLÂNÂ, Celâleddin, Külliyat-ı Divan-ı Şems-i Tebrizi, Çap-u intişarat-ı Emir-i Kebir 1 345 Hicri, Şemsi

MEVLÂNÂ, Celâleddin, Mecalis-i Seb’a F. Nafiz Uzluk Basımı, Bozkurt Basımevi, İstanbul, 1937

MEVLÂNÂ, Celâleddin, Mektuplar (Abdulbaki Gölpınarlı Çevirisi), inkılap ve Aka Kitabevleri, Yeni Matbaa, İstanbul, 1963

MEVLÂNÂ, Celâleddin, Mesnevi (Veled izbudak Tercümesi), Şark islam Klasikleri: 1 Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1960

SEYYİD BURHANEDDİN Muhakkik-Tirmizi Maarif (Abdulbaki Gölpınarlı Çevirisi), Türkiye iş, Bankası Yayınları -1 34, Ankara

SİPEHSALAR, Feridun b. Ahmed, Risale-i Sipehsalar be Menakıb-ı Hazret-i Hudavendigar (M. Bahari Hüsami Tercümesi), Der- Saadet, 133

SULTAN VELED, 1 ibtida-Name (Abdulbaki Gölpınarlı Çevirisi), Ankara, 1 976

ŞEMS-İ TEBRÎZÎ Makalat (M.Nuri Gençosman çevirisi), Hürriyet Yayınları: 81, İstanbul 1954

TAHİRU’L MEVLEVİ Mesnevi Şerhi, Ahmet Said Matbaası, İstanbul, 1963

TARLAN, Ali Nihat, Mevlânâ, Hareket Yayınları: 53, İstanbul, 1974

Neyzenler Mezarlığı
Neyzenler Mezarlığı 1024 681 Hz. Mevlâna Dergâhı

Mevlevi Musikisinin En Mühim Sazı olan Ney, Hz. Mevlana’ya Göre Kamil İnsanı temsil eder . Mesnevi ”Dinle Neyden” Diye Başlar. Dergahta Vazifeli olan ve büyük itibar gören neyzenler vefat ettiklerinde Hamüşân Yerine türbe girişinin ön tarafında yer alan neyzenler mezarlığına defnedilmiştir. Neyzenbaşı Halebli Abdi Dede ile Hasib Dede, Hocacihanlı Hasan Dede ve Esrar Dede’nin mezar taşları bulunmaktadır.

Müzenin 1926 yılına ait cam film arşivinde, dergahın ön bölümünde bir mezarlığın bulunduğu görülmektedir.  2009 yılına kadar çeşitli nedenlerle düzenlemeler yapılan Mezarlık olan bölüm değiştirilmiş. 2012 yılında yapılan çalışmalar çerçevesinde müzenin cam film arşivindeki fotoğraflardan tek tek mezar taşları tespit edildi. 20 mezar taşının üzerlerindeki yazılar tercüme edildi. Bu çalışmalar kapsamında 1926 yılındaki orjinal fotoğraflardan tespit edilen şekliyle dergah önündeki mezar bölümü orjinal hale getirildi. Mezar taşlarının 3 tanesinin türbedar (Türbe hizmeti gören kişi), 2 neyzen, 1 sertabbah (aşçı dede), 1 adet de sertarik (Tarikat başı) mezar taşı olduğunu belirlenmiştir.

Mevlevi Mezar Taşları
Mevlevi Mezar Taşları 400 277 Hz. Mevlâna Dergâhı

Mevlevîler, mezarlarının baş taşlarında da Mevlevîliğin işareti ve sembolü olan sikke motiflerini kullanmışlardır. Mevlânâ’nın soyundan gelen Şeyhlerde, Mevlevi Dedeleri de, sağlıklarında giydikleri usulüne göre sarılmış “Destarlı Sikkeler”in aynılarını mezarlarının baş taşlarına yaptırmışlardır. Şeyh veya Dede olmayanlar, yani sağlıklarında henüz sikkelerine destar sarmaya hak kazanamayanlar ise mezarlarının baş taşlarına “Dal Sikke” yaptırmışlardır.

Ayrıca çeşitli meslek erbabı olmalarına rağmen Mevlevi muhibbân olanlar ile, hanımlarda mezarlarının baş taşlarının göğüs kısımlarına, dal veya destarlı sikke motiflerini kabartma olarak işletmişlerdir.

Mevleviler mezarlarının baş taşlarının göğüs kısımlarında yer alan kitabelerine genellikle “Hû “, “Yâ Hû ” ibareleri ile başlamaktadırlar.

Şeb-i Arus Havuzu
Şeb-i Arus Havuzu 450 300 Hz. Mevlâna Dergâhı

Ön bahçenin güney-batı köşesinde, Matbah-ı Şerif ile, derviş hücrelerinin kesiştiği köşenin hemen önünde yer alır. Altı köşeli olup gök mermerden yapılmıştır. İç içe iki çerçeveden meydana gelmiştir. Havuza su, gök mermerden yapılmış stilize ejderha motifinin ağzından akmaktadır.

Mevlânâ’nın ölüm gününe, gelin gecesi manasına gelen Şeb’i Arûs günü denilmektedir. Zira Mevlânâ öldüğü zaman sevdiğine, aşkına yani Allah’a kavuşacaktır. Onun için bu gün Mevlânâ için ölüm günü değil, düğün günü, gelin gecesidir. Öyle ise tef çalmak ney üflemek, semâ etmek, eğlenmek gerekir.

Mevlânâ’nın kamerî seneyle vefat yıl dönümlerinde, bu havuzun yanına Mevleviler toplanır, sergiler, hasırlar serilir, minderler, yastıklar getirilir, yenilir, içilir eğlenilir, âyinler okunur ve semâ gösterisi yapılırmış. İşte bu nedenle bu havuza düğün ve ziyafet gecesi anlamına gelen “Şeb-i Urs Havuzu” denilmiştir. Ancak havuzun adı halk arasında zamanla değiştirilerek, gelin-gerdek gecesi anlamına gelen “Şeb’-İ Arûs Havuzu’na dönüştürülmüştür.

 

Şadırvan
Şadırvan 1024 768 Hz. Mevlâna Dergâhı

Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim tarafından H.923-M.1517 yılında yaptırılmıştır. Şadırvan 1595 yılında Padişah III. Mehmed ve 1868 yılında Padişah Abdülaziz devrinde iki defa tamir görmüştür. Şadirvanın 20 dilimli orta göbeği, Mevlânâ’nın torunu Ulu Arif Çelebi’ye hediye olarak Kütahya’dan gönderilmiştir.

16 dilimli şadırvanın her bir diliminde bulunan “çeşme ayna taşları”nda, 16 adet musluk yer almaktadır.

Şadırvanın 1931 yılında kaldırılan üst örtüsü, rahmetli, mimar ve sanat tarihçisi Prof. Dr. Yılmaz Önge’nin çizdiği proje doğrultusunda, “Konya ve Müthalatı Eski Eserleri Sevenler Derneği” tarafından 1990 yılında aslına uygun olarak yeniden yaptırılmıştır.

Onarımdan sonra, şadırvanın üst örtüsü kaldırılmadan önce kubbesinde bulunan son devir Osmanlı alemi ile, iç kubbesinde süsleme amacı ile asılı olan Kütahya İşi Çini Topu, Müze Deposundan çıkarılarak onarılmış ve yeniden yerlerine takılmıştır.

Şadırvan kitabelerinin okunuşu
Sultan Selim bin Bâyezîd oldır reh-i dînde sa’id
Şâdrevân icra idüb Dergâh-ı Mulla’da revân

Nazırdır evkâfına Dâr’us-sa’âde ağâsı
Tecdîd içün irsâl idüb bevvâb-t Süleymânı hemân

Devrinde şâh-ı kişverin sa’yiyle itmâma irüb
İlhâmla târihini didim anâ havz-ı cinân

Şehin-şâh-ı cihan kutb-ı zemân ‘Abdülazîz Hânı
Sene 1004

Serîr-i şevketinde haşredek dâim ide Allah
Bu şâdrevânı ihya kıldı nev-tarz-üzre bî-mânend Cenâb-ı Pir’e tazîmen o Sultân-ı felek dergâh

Düşürdü hîyn-i itmamında Gâlib bir güzel târih
Bu şâdrevâna zemzem eyledi icra Şeh-i cemcâh
1285

AHŞAP ESERLER
AHŞAP ESERLER 800 604 Hz. Mevlâna Dergâhı
  1. Sanduka.

Ahşap. Ceviz. Env.No.323. Yük.265 cm. Selçuklu.1273.

Hz. Mevlâna’nın 1273 yılında ölümü üzerine, sanatkar Selim oğlu Abdülvahid tarafından fırınlanmış ceviz ağacından yapılmıştır. Sanduka kafes biçimindedir. Uzunluğu 291 cm. baş tarafının yüksekliği 265 cm.dir. Sandukanın baş tarafının alınlığı yuvarlak kemer formundadır. Alınlıkta içi içe geçmiş geometrik motifler yer almaktadır. Gövde kısmı yatay ve dikey panolara bölünmüştür. Bu kısımda yazı kuşakları ve bitkisel bezeme bulunmaktadır. Sandukanın iki yan yüzü simetrik olarak düzenlenmiştir, yatay ve dikey panolarla bölünmüş olan sanduka altıgenlerin oluşturduğu geçmeler ve yazı kuşakları ile bezenmiştir. Sandukanın gövdesinin üst kısmı ajur ve çatma tekniğinde, geometrik geçmeli biçimde yapılmıştır. Arka kısmında sandukanın içine girilebilecek biçimde küçük bir kapısı vardır. Kapı yazı ve bitkesel süslerle bezenmiştir. Sandukanın alt etek kısmında seyyar olan dört adet pano yer almaktadır. Çok ince işçilikli kafes işi olan bu panolar kufi biçimli yazı kuşağı ve geçmelerle bezenmiştir.

Mevlevi kaynakları Sultan Veled’in 1312 yılında Hz. Mevlâna’nın yanına defin edilmesinden sonra, bu sandukanın Hz. Mevlâna’nın babası Bahaeddin Veled’in üzerine konulduğunu belirtmektedirler. Bir başka rivayet de Kanuni döneminde sandukanın Bahaeddin Veled’in mezarı üzerine kaldırıldığı yönündedir. Sandukanın, Mevlâna’nın babasının üzerine alınması aynı zamanda bir efsanenin doğmasına da sebep olmuştur. Bu efsane şöyledir: “Hz. Mevlâna vefat edince, cenazesi, babası Sultanü’l-Ulema Baheddin Veled’in mezarının bulunduğu yere getirilirken, Bahaeddin Veled tabutu ile ayağa kalkmış, oğlunun büyüklüğüne, ilmine saygı göstererek baş ucunda ona yer vermiştir.”

Sandukanın alınlığında, yanlarında ve arka kapağında kabartma tekniğinde yazılmış kitabeler bulunmaktadır.

Sandukanın ayak ucunda yer alan kitabede:

“Bu kabri ziyaret eden mutlaka kutlu ve uğurlu olur. Bu kabir, Belhli Hüseyin oğlu Muhammed’in oğlu Mevlâna Muhammed’in istirahat yeridir. O, doğular ve batılardaki âlimlerin sultanıdır. Tanrının karanlıklar içinde parlayan nurudur. İmam oğlu, imam oğlu imamdır. İslam’ın direğidir. Celal ve ikram sahibi Tanrı’nın huzuruna haklı olarak iletendir. Ayetleri, nişanları yıkılmış olan din yolunun nişanlarını meydana çıkarandır. Alâmetleri zail ve belirsiz olan Hak ve yakın yollarının aydınlatanıdır. Hâli ile, ahlakı ile, arş hazinelerinin anahtarıdır. Sözüyle, sohbetiyle Fars definelerini gösterendir. Hakikat çiçekleri ile mahlukatın gönül bahçelerini süsleyendir. Kemal göz bebeğinin nurudur. Cemal suretinin ruhudur. Âşıkların göz bebeklerinin temerküz noktasıdır. Dünyadaki ariflerin boyunlarını Tanrı sevgisi gerdanlığı ile donatandır. Kur’an’ın gizli manalarını kavrayandır. Allah’a ait bilginlerin medarıdır. Âlimlerin kutbudur. Bütün nefisleri diriltendir. Hakkın, milletin ve dinin celâlidir. Peygamberlerin varisidir. Tam ve kusursuz velilerin sonudur. Yüksek mertebeler, makamlar, yüce fazilet ve menkıbeler sahibidir. Merhameti bol olan Tanrı’nın alkış ve selamı ona olsun. Mevlâna Muhammed, Allah onun sırrını muazzez ve mukaddes etsin ve kabrinin toprağını mis gibi kokutsun. Altı yüz yetmiş iki yılının Cemaziyelahir ayının beşinci günü geldiği yere göçtü. Bu sandukayı Selim oğlu Apdülvahid yaptı. Tanrı onu yarlugasın” yazılıdır.

Sandukanın üst tarafında Hz. Mevlâna’ya ait şu gazeller bulunmaktadır:

“Ölüm gününde benim tabutum giderken zannetme ki ben de bu cihanın derdi kalmıştır. Benim için ağlama ve ‘yazık, yazık’ deme. Felaket şeytanının tuzağına tutulmaktadır ki, o gibi kimselere hayıflanmak gerektir. Cenazemi görünce ‘ayrılık, ayrılık’ diye bağırma. Bana sevgilimle buluşma, görüşme o zaman nasip olacaktır. Beni mezara koyduklarında ‘elveda, elveda’ diye feryad etme. Mezar cennetlerdeki cemiyetler ile dünya arasında bir perdedir. İnmesini gördüğün şeyin çıkmasına da intizar et. Güneşin, ayın batması niçin ziyan olsun. Sana batma görünen hakikatte bir doğmadır. Mezar bir hapishane gibi görünse de ruhun kurtuluş yeridir. Hangi dane yere gömüldü de bitmedi. İnsan danesi hakkında şüphe neden hasıl oluyor. Hangi kova aşağıya indi de dolu olarak çıkmadı. Can Yusuf’u için kuyudan feryâd ü figâne sebep ne. Ağzını bu cihete kapadıktan sonra o tarafa açacaksın, senin hay u huyun lâmekan boşluğunda devam edecek.”

Sandukanın alt kısımlarında da şu gazeller yazılıdır:

“Benim toprağımdan eğer buğday çıkar ve ondan ekmek pişirirsen mest-ü hayranlığın artar. Onun hamuru ve ekmeği deli gibi olur. Tandırından sarhoş evi gibi tarap ve nağmeler çıkar. Eğer benim kabrimi ziyarete gelirsen sana kabrimin üstündeki balık sırtı raksan görünür.

Kardeş! Benim kabrime defsiz gelme; Çünkü Tanrı nın meclisinde gamlı durmak yakışmaz. Çenesi bağlı olarak mezarda uyuyanın ağzı o dildarın afyonunu çiğner. Eğer, o kefenden bir parçasını göğsüne bağlarsan ruhundan harabatlığa doğru bir kapı açılır. Artık her canipten sarhoşların çeng ü çegnamelerinin sesi gelir. Her işten bela ve betkar doğar. Beni Hak, aşk şarabından yaratmıştır. Ben büsbütün aşkım, her ne kadar ölüm beni sürtmüş ve ezmişse de, ben sarhoşum, benim aslım aşk şarabıydı. Sarhoş olmadan şaraptan bahsedersen ne çıkar. Benim ruhum bir kere Tebrizli Şemseddin’in ruhunun bulunduğu burca uçarsa bir daha gelmez.”

  • Dolap

Ahşap. Ceviz. Env.No.328.Yük.245 cm. Selçuklu. 14. yy.başı

Tilavet odasının kuzey duvarına yerleştirilmiş olan dolap, ceviz ağacından kündekari tekniğinde yapılmıştır. Dolap 245 cm. yüksekliğinde, 185 cm. genişliğinde ve 38 cm. derinliğindedir. Dolabın dört yanını çevreleyen bordur ve kapaklarda altıgen for­mundaki panolar ile üç kollu yıldız biçimli parçalar kündekari tekniğinde birbirine geçmeli olarak düzenlenmiştir. Alınlığındaki panolar içerisinde celi sülüs hat ile yazılmış (Dua müminin silahıdır) ve (Namaz müminin nurudur) hadisi bulunmaktadır.

  1. Kapı Kanatlan

Ahşap. Ceviz. Env.No.331.Yük. 210 cm. Osmanlı. 16.yy.

Semahaneden mescide açılan doğu yöndeki girişin kapı kanatlarıdır. Mescidin güney duvarında sergilenmektedir. Ceviz ağacından oyma tekniğinde yapılmıştır. Kapı kanatlarının orta alanında dikey dikdörtgen pano ile alt ve üst kısmında yatay dikdörtgen panolar bulunmaktadır.

Alınlıkta “Ey her kapıyı açan Allah’ım, kapının daima hayırlısını aç” duası vardır. Orta alandaki panoların göbeğinde kare çerçeve içine alınmış kufi hatla yazılmış pana yer almaktadır. Kapı kanatlarının tüm yüzeyi stilize edilmiş palmet ve rumi motifleriyle bezenmiştir.

  1. Rahle

Ahşap.Ceviz. Env. No.332. Yük.94.5 cm. Selçuklu.1279.

Ceviz ağacından yapılmış olan rahle, Selçuklu dönemi ahşap işçiliğinin en güzel örneklerinden birisidir. Dergahların açık olduğu zamanda bu rahle üzerinde mesnevi bulunurmuş ve gelen ziyaretçiler teberrüken mesneviden bir sayfa okuyorlarmış.

Rahlenin dış yüzleri stilize edilmiş bitkisel kıvrım dal ve minilerle bezenmiştir. Bu bezemelerin üstünde bulunan boyalar silinmiş olup yer yer görülebilmektedir. Rahlenin yan yüzlerinde pano içine alınmış kuşakların birisinde “Vakafe haza’l- rahl ala’t-türbet el-mutahharat Sultanü’l-arifin” diğerinde Celâl el- hakk ve’d-din kaddese’llâhu sırrahu abduhu Cemalüddin el- hadim es-sahibf fi sene 678″ yazılıdır. Kitabe dilimize şu şekildi çevrilmiştir. “Bu rahleyi ariflerin sultanı, dinin ve hakkın celâli yani Hazreti Mevlâna Celaleddin Rûmi’nin Tanrı sırlarını kutsal eylesin. Pak türbesine onun hizmetkarlarından ve sahibinin hizmetkarlarından Cemalüddin 678 yılında vakfetti.” Abdullah oğlu Cemalüddin Selçuklu vezirlerinden Sahip Ata Fahreddin Ali’nin azatlı kölesidir. Sarayın baş perdecisi ve hademelerinin efendisidir. Rahlenin iç yüzlerinde lakeli, altın varakla yapılmış stilize edilmiş çift başlı kartal ve ondört adet aslan figürleri yer almaktadır.

5.Rahle

Ahşap. Ceviz. Env.No. 335. yük. 70.cm. Osmanlı. 18. yy

Ceviz ağacından yapılmıştır. Dış yüzleri oyma tekniğinde yapılmış kıvrım dal ve rumilerden oluşan bitkisel bezemeyle süs­lüdür. Ayak kısımları sivri kemer biçimli mihrap gibi boş bırakılmıştır. Stilize edilmiş çiçek, karanfil ve lale motifleri ile bezenmiştir. Rahlenin iç kısmında süsleme bulunmamaktadır.

  1. Rahle

Sedef kakma. Env. No. 336.Yük. 51 cm. Osmanlı.18.yy.

Rahlenin dış yüzleri sedef kakma işçiliğe sahiptir. Merkezde dört kollu bir çiçek ile bunu çevreleyen baklava motifinin dört köşesinde gül ve kıvrımlı dallar bir daire ile çevrilidir. Dairenin dış kısımları ile rahlenin ayak tarafında bulunan boşluklar kıvrım dallarla çevrelenmiş gül motifleriyle bezelidir. Ayak boşluğunda ters lale motifi yer almaktadır. Rahlenin iç kısmı bordo renkli boyalı olup, üzerinde palmet ve rumilerle bezenmiş şemse motifi yer almaktadır.

7.Rahle

Ahşap. Ceviz. Env.No. 333. Yük.99 cm. Selçuklu. 13.yy.

Selçuklu dönemi ahşap işçiliğinin seçkin örneklerinden birisidir. Ceviz ağacından oyma ve ajur tekniğinde yapılmıştır. Dış yüzlerinde rumi motifi ve kıvrımlı dallardan oluşan bitkisel bezemeli yazı kuşağı ile çevrilidir. İç kapaklarında kırmızı boyalı zemin üzerinde ortada şemse benzeri kıvrım dallı bitkisel bezeme ile üst kısımda yazı kuşağı yer almaktadır. Rahle üzerinde bulunan kitabelerde şu hadisler yazılıdır: Ön yüz alt panoda: “Kale’n nebiyy-ü aleyhi’s salât ve’s selâm el- Kur’an kelâm Allah gayr’- mahluk ve kale aleyhi’s-selâm efdal el- ibâdet kırâet el- Kur’an ve kale ed-din en- nasiha”

Ön yüz üst panoda: “Ve kale’n nebi aleyhi’s selâm men ahabbe’l- ilim ve’l ulemâ lem yükteb hatfatühu madâme hayyâ, ve kale aleyhi’s-selâm men ahabbe şey’en ya’ma ve yasammü, inna’llâhe yuhibbü’l meali fi’l umur”.

Arka yüz alt panoda: “Ve kale’n nebi salla’llâh-ü aleyh ve’s-selâm ed-dünya sicn el mü’min vel cennet el-kâfir, ve kale aleyhi’s-selâm ve lem yeteabbed el-müte’abbidûn bi-misl el bekkâ min hifetî”. Arka yüz üst pano da:” Ve kale aleyhi’s-selâm men eksere zikr el- mevt radiye min ed- dünyâ bi’l-yesir ve eksirû min zikr hadim el-lezzât, ve kale aleyhi’s-selâm men kesüret salatuhu bi’l-leyl hasüne vechuhu bi’n-nehar sadaka rasuluhu” yazılıdır.

  1. Rahle

Ahşap, Ceviz. Env.No. 337. Yük.60 cm. İran. 17.yy.

Mevlevi Dergâhı’ndan kalan eserlerdendir. Ceviz ağacından ajur tekniğinde yapılmıştır. İnce bir işçiliğe sahiptir. “Allah ve Ali” yazıları kufi hatla istif edilmiştir. Rahlenin kenarlarında altın yaldızla yazılmış sülüs hatlı yazı kuşağı yer almaktadır. Rahlenin ön yüz üst ponosunda bulunan kufi yazılar: “Ya Ali, Ya Ali, Ya Allah”, dekoratif bir şekilde dört kez “Ali ve La İlahe illallah Muhammed resulullah, Ali veliyyullah.”

Sülüs Yazılar “Kale’n-nebiyyü salla’llâh-ü aleyhi ve sellem hayrüküm men taalleme’l- Kur’an ve allemehu” “ve kale salla’llah-ü aleyhi ve sellem mesel el-mü’min ellezi yakra’u’l- Kur’an meselü’l-ütrücce rıhuha tayyib ve ta’muha tayyib ve meselü’l mü’min ellezi lâ yakra’u’l- Kur’an mesel et-temre lârîha leha ve ta’muha hulv meselü’l-munafık ellezi lâ yakrau’l-Kur’an ke-mesel el-hanzale leyse leha rıh ve ta’muha mürr sadaka rasuluh.” Alt panodaki Kufi yazılar: “Ya Ali, Allah, Allah, Alllah, Allah, Allah, Ya Ali.”

Sülüs Yazılar:

“An Ebf derdâ kale kale resul Allah Salla’llâhü aleyhi ve sellem men seleke tarikan yatlübü fihi ilmen seleke’llahü bihi tarikan min turuk el- cenne ve inne’l-melâikete le- tada’u ecnihateha rıdanli tâlib el-ilm ve inne’l- melâikete le tada’u ecnihateha rıdanli tâlib el- ilm ve inne’l- alim le- yestagfiru lehu men fi’s-semavat ve men fi’l- ard ve’l- hitan ü ff cevfel-ma’ve inne fadl el-âlim alâ’l- âbid ke- fadl el kamer leylet el-bedr alâ sa’ir el-kevâkib ve inne’l-ulemâ vereset el-enbiya ve inne’l-enbiya lem yûrisû dfnâr velâ dirhem innemâ veresû’l-ilm”. “Fe-men ahazehu ahaze bihazz vâfir ve kale aleyhi’s-selâm zeyyinû esvateküm bil-Kur’an sadaka resul Allah.” Arka yüz üst panosunda bulunan kufi yazılarda ise: “Maşaallah, Muhammed, Muhammed, Muhammed, Muhammed, Ali, Hasan, Hüseyin” ifadeleri yer almaktadır. Alt pano da, Kûff yazılar:

“Allah, Allah, mübarek bâd şâdî”. Ruviye an ba’z el- ekâbir rahimehüm Allâhü taâlâ an ba’z al-sahâbe rıdvan Allah aleyhim ecmain ennehu kale kale resul Allah salla’llâh aleyhi ve sellem ya Eba Hureyre taallem el- Kur’an ve allimhü’n-nâs velâ tezel kezâlike hattâ ye’tiyeke’l- mevt feinnehu in itâke ve ente kezalike ev ala zâlike haccet el- melâike ilâ kabrik kemâ yahuccu’l- mü’minûn ilâ Beyt Allah el-harâm allâhümme salli alâ Muhammed ve âlih el- tahirin”

Sülüs Yazılar:

“Ehl-i imânrâ şeref ez hânden-i Kur’an buved
Munis ez Kur’an güzined her kira imân buved
Her ki hâhed tâ d i leş pâkize vu rûşen buved
Çâre vu tedbfr-i ânkes hânden-i Kur’an buved
Şod aziz-i her du âlem her ki Kur’an hıfz kerd
Bi şek ender her du âlem hassa-i sübhan buved
Sa’diyâ cehdf bikun tâ cenk der Kur’an zeni
Zânki ferda restkârfyet hem ez Kur’an buved
Al-mütevekka’min himem il-mülûk ve’s-salatfn en yanzurû ehl haza’r- rahl li-zâd yevm’r-rahil fi zılliküm el zalil”.

Rahlenin iç tarafında ise sülüs hat ile yazılmış şu yazılar bulunmaktadır. “Allahüme salli alâ ‘n-Nebiyy el- Mekkiyy el- Medeniyy el- Haşimiyyel-Kureyşi es-Sırac el- muzi Seyyid el- Arab sahib es- sekme el- medfûn bi’l- Medine Ebi’l Kasım Muhammed hâtem el- enbiyâ ve alâ âlihi’l- ebrar ve essahibi’l -ahyâr ilâ yevm el- karâr hususan alâ Halifet Rasûl- Allah bi’s- sıdk ve’t tahkik eş -şeyh el- atik ve’r-rükn el- vesîk el- halim eş- şefik el- imâm bi’l- hakk Ebf Bekr es- Sıddık.”

“Ve alâ sahib el- minber ve’l- mihrâb hâdi’l- halâ’ik ilâ tarîk es- sevâb el imam bi’l-hakk Ömer ibn el-Hattâb ve alâ câmi’el- Kur’an ve hadim ehl el – cevr ve’t-tugyân sâhib el- haya ve’l- irfan el- imâm bi’l- hakk Osman ibn Affân ve alâ sâhib el-ilm ve’l- hilm ve’ş-şecaa ve’s- sehâve zevç el- Betûl Emir el- mü’minin Ebi’l Hasaneyn Ali ibn Ebi Tâlib radiya’llâh anh”.

9- Sikke Sandığı

Ahşap. Ceviz-Fildişi. Env.No.338.Yük.110cm.

Osmanlı.18.yy.

Mevlevi dervişlerinin başlarına giydikleri sikkenin konulması için ahşaptan yapılmıştır. Dört parçalıdır. Sandık kısmının iki yüzü kitap cildi biçiminde şemseli olarak tasarlanmıştır. Şemse motifinin ortası ve köşe boşlukları sedefle kaplanmıştır.

  1. Şebeke

Ahşap. Ceviz. Env. No. 348. Yük. 52 cm. Beylikler 14. yy.

Semahanenin güney yönünde bulunan kafes mesnevihanların kullandığı kürsünün ön tarafıdır. Ceviz ağacından yapılmış olan iki parçalı panonun birisi onaltı kollu diğerisi oniki kollu yıldız motifinden gelişen geometrik kompozisyona sahiptir. Bu kafes Mevlâna’nın Sandukası’nın ön tarafında bulunan Gümüş Kafesin ölçülerine çok yakındır. Gümüş kafes yapılmadan önce türbe önünde bu kafesin kullanıldığı düşünülmektedir.

  1. Körük

Ahşap. Ceviz. Env. No. 349. Uzunluk.45 cm. Osmanlı. 19.yy.

Ocak ve mangallar için kullanılan körük ceviz ağacından yapılmıştır. Kablumbağa tarzındaki üst kapağı oyma tekniğinde stilize edilmiş yaprak ve gül motifleriyle süslenmiştir.

  1. Körük

Ahşap. Ceviz. Env. No. 350. Uzunluk. 43 cm. Osmanlı.19.yy.

Ceviz ağacından yapılmış olan körüğün üst kapağı ajur ve oyma tekniğinde süslenmiştir. Kapağın ortasında çarkıfelek benzeri gül motifinin etrafı kuşuklarla çevrilidir. Geniş kuşakta Arap harfleri ile “Nazarı pak ile baksa vechi hasene yazılır, defteri amaline yüz bin hasene” yazılıdır.

  1. Sehpa

Ahşap. Ceviz. Env. No. 351. Yük. 53 cm. Selçuklu. 13.yy.

Ceviz ağacından yapılmış olan sehpa şamdan kaidesi olarak kullanılmıştır. Sekiz köşeli olan sehpanın yan yüzlerinin gövde bölümü kare biçimli panolara bölünmüştür. Çatma tekniğinde sekiz kollu yıldız biçiminde süslenmiştir. Kare panoların altında kalan kısımlar ile yan boşluklar oyma tekniğinde yapılmış palmet ve rumi motiflerle bezenmiş bordürlere sahiptir. Şamdanın üst tablasının ortası daire biçiminde kesilerek boş bırakılmıştır.

14-Sehpa

Ahşap. Ceviz. Env. No. 352. Yük. 55 cm. Osmanlı. 18.yy.

Ceviz ağacından yapılmıştır. Yedi köşelidir. Yan yüzleri oyma tekniğinde yapılmış iç içe geçmiş geometrik motiflerle süslenmiştir.

15.Sehpa

Ahşap. Sedef-Bağa Env. No. 354. Yük. 32 cm. Osmanlı. 17.yy.

On köşeli olan sehpa ahşaptan yapılmıştır. Yan yüzler bağa ve sedef kakmalı biçimde geometrik geçmelerle süslenmiştir. Üst tablasında süsleme bulunmamaktadır.

  1. Sehpa

Ahşap. Sedef-Bağ. Env. No. 355. Yük. 41 cm. Osmanlı. 17.yy.

Çam ağacından yapılmıştır. On köşelidir. Yan yüzlerin üst kısmı kare panolara bölünmüş üçgen ve kare biçimli sedef ve bağalarla süslenmiştir. Sehpanın üstü ortada gülbezek bulunan bağa ve sedef kakmalı daire biçimli süslemeye sahiptir. Sedef ve bağalarda yer yer dökülmeler bulunmaktadır.

  1. Sehpa

Ahşap. Sedef – Bağ. Env. No. 356. Yük. 43 cm. Osmanlı. 18.yy.

Ceviz ağacından yapılmıştır. Gövdesi ve üst taplası sekiz köşelidir. Yan yüzlerde altı köşeli çarkı felek biçimli sedef süsleme bulunmaktadır. Taplasında daire biçimli madolyon sedef ve bağa ile süslenmiş beze­meler bulunmaktadır.

  1. Çekmece

Ahşap. Sedef Env. No. 358. Yük. 23 cm. Osmanlı. 19.yy.

“Değil çekmece bir bedesten imiş

Meğer kim ol bir cevhere kân imiş” İzzet Molla

Dergahta kıymetli eşyaların içerisine konduğu çekmecelerden birisidir. Çam ağacından yapılmıştır. Çekmecenin yan yüzleri, kapağı bağa ve sedef kakma işçiliğinde süslenmiştir. Yan yüzlerde ve kapakta yer alan hayat ağacı motifi sedefle kaplanmıştır.

  1. Çekmece

Ahşap. Sedef. Env.No. 359. Yük.14 cm. Osmanlı.19.yy.

Dikdörtgen biçimli çekmecenin kapağı, yan yüzleri bağa ve sedefle kaplanmıştır. Çekmecenin içine mor renkli kumaş döşenmiştir.

  1. Çekmece

Ahşap Kadife. Env. No. 360. Yük. 20 cm. 0smanlı.19.yy.

Tonoz biçimli kapağı bulunan çekmecenin dış yüzü turuncu renkli kumaşla kaplanmıştır. Yan yüzler ve kapak sarı renkli metal ile gül ve yaprak motifleri tasarlanarak süslenmiştir. Çekmecenin iç kısmı çizgili kumaşla kaplıdır.

  1. Çekmece

Ahşap. Sedef. Env. No. 1461. Yük. 15.5 cm. Osmanlı. 18.yy.

Çekmecenin tüm yüzeyi üçgen ve dörtgen biçimli kahverengi ve beyaz renkli sedefle kaplanmıştır. İç kısmında kapaklı bölümü bulunmaktadır.

  1. Çekmece

Ahşap. Kemik.Env. No. 1147. Yük. 18.5 cm. Osmanlı. 18.yy.

Dikdörtgen biçimli çekmecenin üç yan yüzü ile üst kısmı kemik kakma bezemeye sahiptir. Dörtgen biçimli kemiklerin ortası iç içe geçmiş daire biçiminde süslenmiştir. Çekmecenin kapak kısmı sonradan değiştirilmiş olup bezemesizdir.

  1. Küre-i Sema

Ahşap. Env. No. 362. Yük.17 cm.Çap. 23 cm. Osmanlı. 18.yy.

Mevlevi dergâhlarında az da olsa as­tronomi çalışıldığını bu eserden anlamaktayız. Envanter kayıtlarında Ahmet Eflaki Dede tarafından yapıldığı yazılıdır. Tarihi bulunmayan küre 18. yüzyılda yaşamış olan saatçi Ahmet Eflaki tarafından yapılmış olabilir. Ahşaptan yapılmış olan kürenin üzer­inde kırmızı ve siyah renkli enlem ve boylam çizgileri çizilmiştir. Yanlarında Arapça yazılmış yazılar yer almaktadır.

  1. Sakal-ı Şerif Kutusu

Ahşap. Sedef. Env. No. 1192. Yük. 22 cm. Osmanlı. 18.yy.

Lihye-i Şerif Kutusu olarakta bilinen bu eser 17 Şubat 1955 yılında Konya’da bulunan Selçuklu Sultanlarının Türbesinde yapılan onarımlar sırasında pencere boşluğunun içerisinde bulunmuştur. Türbede teşhire konulan eser 16.3.1956 yılında Valilik tarafından Mevlana Müzesine verilmiştir. Hz. Peygamberin kestirdiği saç ve sakalının arkadaşları tarafından toplanılarak teberrüken saklandığı bilinen bir gerçektir. Bir cam fonus içerisinde konulmuş olan Sakalı Şerif kıymetli kumaşlarla sarılmış ve Sedef kaplı çekmece içerisine konulmuştur.

  1. Sehpa

Ahşap. Telkari. Env. No. 2215. Yük. 67 cm. Osmanlı. 19.yy.

Üçayaklı sehpanın üst tablası sekiz köşelidir. Tablanın yüzeyi ile sehpanın ayakları telkari işçiliğinde yapılmış küçük yaprak ve çiçek motifleriyle süslenmiştir.

  1. Levha.

Ahşap. lhlamur. Env. No. 329.Yük.57 cm. Osmanlı. 1910.

Ihlamur ağacı üzerine Mekke-i Mükerreme oyularak yapılmıştır. 1910 yılında Salih isimli bir sanatkar tarafından yapılmış olan levha 20.yüzyılın başında Mekke’nin nasıl bir yerleşime sahip olduğunu göstermektedir. Ayrıca son yıllarda yıktırılmış olan Osmanlı yadigârı Ecyad Kalesi tüm ihtişamıyla tablo üzerine işlenmiştir.

  1. İrtifa Tahtası

Ahşap. Env. No. 1419. Yük.2 cm. Osmanlı.18.yy.

Sanatçısı: Eşref

Bir diğer adı “Rubu tahta” olan bu eserler saatlerin tayini için kullanılmıştır. Tahtadan yapılmış olan İrtifa tahtası çeyrek daire biçimindedir. Lake ile kaplanmış olan tahtanın üzerinde çizgiler ve işaretler bulunmaktadır. Pirinç bir şakülü olan eser Eşref isimli bir sanatkâr tarafından yapılmıştır.

  1. İrtifa Tahtası

Ahşap. Env. No. 1429.Yük. 1.7 cm. Osmanlı. 18.yy.

Çeyrek daire biçiminde olan eser lake ile kaplanmıştır. Üzerinde taksimatlar bulunmaktadır. Kenarlarında stilize edilmiş bitkisel bezeme yer almaktadır.

  1. Süleymaniye Camii Maketi

Ahşap. Env. No. 3861. 48,5 x 98 cm. Osmanlı. 19.yy.

1955 yılında müzenin deposunda bulunmuştur. Süleymaniye Camii’nin maketi ahşaptan oyma ve yapıştırma teknikleri kullanılarak yapılmıştır. Camii ve müştemilatına 19.yy.da yapılan bazı ilavelerinin bu makette görülmemesi maketin 19.yy.dan önce yapıldığını göstermektedir. Maket yer yer kırmızı, kahve, mavi ve altın yaldızla boyalıdır.

  1. Tilavet Odası Kapı Kanatları

Ahşap. Ceviz. Yük. 230 cm. Osmanlı.16. yy.

Ceviz ağacından kündekârî tekniği kullanılarak yapılmıştır. Kanatlar üç pano biçiminde düzenlenmiştir. Orta pano dikdörtgen biçiminde olup merkezinde on kollu yıldızdan gelişen birbirine geçmeli geometrik bir düzenlemeye sahiptir. Kapı kanatlarının aynalık kısmında Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled’e ait şu beyit yazılıdır:

“Pend-i men bipzir ey tâlib zican

Ser binih ber âstan-ı rastân”

(Ey talîb, öğüdümü canla başla kabul et. Doğruların eşiğine baş koy.)

  1. Mescit Kapı kanatları

Ahşap. Ceviz. Yük. 293 cm. Osmanlı. 16.yy.

Kapı kanatları ceviz ağacından kündekari tekniğinde yapılmıştır. Üç pano biçiminde tasarlanan kapı kanatlarının orta panosunda on kollu yıldızdan gelişen geometrik süslemeler bulunmaktadır. Kapı kanatların aynalık kısmında ayet yazılı pano yer almaktadır.

  1. Mescit Pencere kanatları

Ahşap. Ceviz. 216 x 66 cm. Osmanlı. 16.yy.

Kündekâri tekniğinde geometrik süslemelere sahip olan pencere kanadı iki parçalıdır.

 

CAM ESERLER
CAM ESERLER 800 604 Hz. Mevlâna Dergâhı
  1. Asma Kandil

Cam. Env. No. 451. Yük. 38 cm. Memluklu. 15.yy.

Mevlâna Müzesi’nde Memluklular dönemine ait bir gurup cam kandil sergilenmektedir. Bu kandiller form ve süsleme bakamından birbirlerine benzemektedir. Kandillerin süslemeleri dikkat çekicidir. Mineli, sarı, yeşil, kırmızı, mavi renklerin kullanıldığı bitkisel bezemeler, kandilin tüm yüzeyinde yer almaktadır. Kandilin karın kısmında askı zincirleri için kulplar vardır.

  1. Asma Kandil

Cam. Env. No. 452. Yük. 35 cm. Memluklu. 15.yy.

451 envanter nolu kandille büyük benzerlik göstermek­tedir. Bu kandilin süsleme­lerinde ve madalyon sayısında farklılıklar bulunmaktadır.

  1. Asma Kandil

Cam. Env. No. 453. Yük. 33 cm. Memluklu. 15.yy.

Bu kandilde süsleme ile birlikte celi sülüs ile yazılmış yazılar ön plana çıkmaktadır. Kandilin boyun kısmında yuvarlak madalyonların arasında “İzzünli Mevlâna es Sultan el Melik” yazılıdır.

Gövde kısmında mavi zemin üzerine “İzzünli Mevlâna, Es Sultan, El Melik, El Âlim, El Adil”; kaide kısmında ise “El alim, El Adil” yazıları yer almaktadır.

  1. Asma Kandil

Cam. Env. No. 454. Yük.31 cm. 15.yy.

453 envanter nolu kandille benzerlik göstermektedir. Kandilin tüm yüzeyi altın yaldızla sıvanmış olup üzerine bitkisel bezemelidir. Boyun kısmında “El Alim” yazısı celi sülüs hat ile yazılarak yedi kez tekrar edilmiştir. Kaide kısmında “El Alim, El Adil” yazısı yer almaktadır.

  1. Asma Kandil

Cam. Env. No. 455. Yük. 37 cm. Memluklu.15.yy.

Diğer asma kandillerden form olarak daha farklı bir görünümü vardır. Dergâhtaki eserlerin tesellümü sırasında kandil, müze yetkililerine parça parça teslim edilmiş, 1932 yılında üç lira ücret ödenerek bütünleştirilmiştir. Kandilin üzerinde, şişkin karın kısmını kaplayan mavi renkli, mine kaplamalı yazı kuşağı bulunmaktadır. Celi sülüs hatla yazılmış olan yazılarda “El emirü’l-kebir ve’l mecidü’l-es-seyfi el maliki el nasır el mukır el kerim el ali el Mevlevi” yazısı okunmaktadır. Boyun kısmında yuvarlak madalyonlar ve örgülü bezeme yer almaktadır.

  1. Avize

Cam Kristal. Env. No. 1420. Yük. 5 m. Osmanlı. 19.yy.

Mevlâna’nın Türbesi’nin ön tarafında bulunan Post Kubbesinden zincirle sarkıtılmıştır. Kristal camdamdan yapılmış olan avize elli budaklıdır. 1927 yılında Konya Aziziye Camiine götürülen avize

1959 yılında tekrar Mevlâna Müzesi’ne getirilmiştir. Avizenin alt kısmında püsküllerin bağlandığı borunun iç kısmında yer alan gümüş halka üzerinde “Cenab-ı Hazret-i Mevlâna’nın bendesi sahibi’nin hediyesi acizhanesidir. Sene 1327 Recebi Şerif 7 yevmi pazartesi” yazısı bulunmaktadır.

1909 Miladi yılında Mevlevi dergâhına hediye edildiği anlaşılmaktadır. Avize her yıl Mevlâna Törenlerinden önce parça parça sökülerek temizlenip tekrar yerine kaldırılmaktadır.

  1. Kandil

Cam. Env. No. 5852. Yük. 28 cm. Osmanlı. 19.yy.

Beyaz mat cam ve pirinç malzemeden yapılmıştır. Cam gövde boyuna dikdörtgen biçiminde kartuşlara bölünmüştür. Kartuşlar içerisinde kuş figürleri ve çiçek motifleri bulunmaktadır.

  1. Kandil

Cam. Env.No. 5858. Yük.25 cm. Osmanlı. 19.yy.

Beyaz mat cam ve pirinç malzemeden yapılmış olan kandilin sarı metalden üçlü koza biçiminde birbirine bağlanan askılık zinciri bulunmaktadır.

Kandilin yüzeyi altın yaldızla yapılmış yıldız motifleri ile süslenmiştir.

  1. Kandil

Cam. Env. No. 5863. Yük. 33 cm. Osmanlı. 19.yy.

Koyu yeşil renkli camdan ve metal malzemeden yapılmıştır. Oldukça sade olan kandilin camı yuvar damla motiflidir.

  1. Kandil

Cam. Env.No. 5847. Yük. 28 cm. Osmanlı. 19.yy

Yeşil renkli cam ve pirinç malzemeden yapılmış olan kandil silindirik gövdeye sahiptir Gövde dikdörtgen panolara ayrılmıştır. Panolar ağaç dalları ve kuş figürleri ile bezenmiştir.

  1. Kandil

Cam. Env. No. 5849. Yük. 23 cm. Osmanlı. 19.yy.

Yeşil renkli mat cam ve pirinç malzemeden yapılmıştır. Gövdesi iki uçta basık dairevi biçimlidir. Boydan boya panolara bölünmüş olan yüzeyinde bal peteği tarzında altıgen motifleri, kaz ayağı motifleri ile ağaç dallarında kuş figürleri bulunmaktadır.

  1. Gülaptan

Cam. Env. No. 1375. Yük. 40 cm. 19.yy.

Beykoz işi olan gülaptan mavi renkli camdan yapılmıştır. Kaidesi sarı renkli metaldendir. Gülaptan şişkin karın kısmından sonra dairevi halkalarla yukarı doğru daralmaktadır. Gövdesi yaldız ve renkli taşlardan yapılmış bitkisel motiflerle süslüdür.

 

YAZMA ESERLER
YAZMA ESERLER 800 604 Hz. Mevlâna Dergâhı

Mevlâna Müzesi’nin bünyesinde İhtisas Kütüphanesinden ayrı olarak envanterleri yapılmış olan Müzelik Yazma Eserler kole­ksiyonunda kültür tarihimiz açısından çok önemli yazma eserler bulunmaktadır. Koleksiyonda yer alan eserler IX. Yüzyıldan XIX. Yüzyıla kadar uzanan tarihi seyirde Arap, Memluklu, Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı dönemlerine ait Kuran-ı Kerim’ler, Mesnevi’ler ve diğer edebi eserlerdir. Bu eserler cilt, hat ve tezhip sanatı bakımından özellik arz eden yazma kitaplardır.

1.Mesnevi

El yazması. Env. No. 51. 49.5 x 32.5 cm. Selçuklu.1278.

Hattatı. Mehmed bin Abdullah Konevi. Hz. Mevlâna Mesnevi hakkında soru soran müridine şöyle cevap vermiştir: “Mesnevi harften, sesten, sözden kesilince derya olur. Ondan sonra o sözü söyleyen, o sözü dinleyen ve o söz, hepsi birden can olur.” Hz. Mevlâna’nın ölümünden beş yıl sonra yazılmış olan bu Mesnevi nüshası “Nüsha-i Kadîm” olarak kabul edilmektedir. Mehmet bin Abdullah Konevi hattı ile yazılmış olan Mesnevi altı cilt bir arada toplanmıştır. Mesnevi’nin kırmızı deriden yapılmış olan mıklebli cildi orijinal cildi olmayıp XVIII. Yüzyılda Osmanlı döneminde yapılmıştır. Nesih hat ile yazılmış olan Mesnevinin 1.2.3.4.5.6 sayfaları tam tezhiplidir. Diğer sayfalarda başlık tezhipleri bulunmaktadır.

 

  1. Mesnevi

El yazması. Env. No. 1177. 31 x 23.5cm. Selçuklu. 1323.

Hattatı: Sultan Veled’in azatlı kölesi Abdullah oğlu Osman.

Mesnevinin siyah deriden yapılmış cildi, 1976 yılında Necmeddin Okyay tarafından yapılmıştır. Kağıdı fligransız koyu samani renktedir. Yazısı nesih hat ile yazılmıştır. Tezhipleri geometrik ve bitkisel motiflidir. Her sahifede 25 satır, her satırda iki beyit vardır. Altı cilt bir aradadır.

  1. Mesnevi

El yazması. Env. No. 53. 42.5 x 30.5 cm. Beylikler. 1382.

Hattatı: Hasan bin Ahmed el Kirimi.

Şemsi Tebrizi Türbesi’nden Mevlâna Müzesine getirilen Mesnevinin cildi, kahverengi deriden yapılmış ve mıkleblidir. Her iki kapakta gömme olarak salbekli şemse motifi bulunmaktadır. Kâğıdı aharlı ve açık samani renklidir. Yazısı nesihle yazılmıştır. Ketebe kaydı 425 sayfada yer almaktadır.

  1. Mesnevi

El yazması. En.No. 2857. 25 x 18 cm. Türkistan. 1490.

Hattatı: Muhammed oğlu Katip Hasan.

1981 yılında Nasrullah Yasa adına müzeye hediye edilmiştir. Kahverengi deriden yapılmış cildin kapaklarında ağaç ve çiçek motiflerinin arasında aslan, tavşan, ejder gibi hayvan figürleri bulunmaktadır. Metin dört sütün üzerine talik ile yazılmıştır. Her sütunda 23 satır vardır. Mesnevinin 1b ve 2a sayfası serlevha biçiminde tezhiplidir. Tezhip türkuaz renklidir.

5-Mesnevî

El yazması. Env. No. 58. 32 x 21 cm. Osmanlı. 1552.

Hattatı. Konyalı Ali Oğlu Mevlevi Bâli Dede.

Kahverengi deri cildi mıkleblidir. Kapaklarında şemse ve salbek motifi vardır. Kâğıdı aharlı sultani abadisidir. 579 sayfa olan Mesnevinin metni nesihtir. Yazılar dört sütun üzerine düzenlenmiş olup metnin etrafı kırmızı mürekkepli cetvelle çevrilmiştir. 4, 92,175, 283, 371, 471 sayfaları tezhiplidir. Mesnevinin vakıf kaydı ilk sayfasında, ketebe kaydı son sahifesinde yazılıdır.

6.Mesnevi

El yazması. Env. No. 61.15 x 8.5 cm. Osmanlı.1607.

Hattatı. Kerim bin İbrahim Mutavatın-ı Halcanı.

Çâker-i Hanedan-ı Ali Osman Davut bin Allahverdi tarafından vakfedilen Mesnevinin cildi siyah deriden ve mıkleblidir. Kapaklarında şemse ve salbek motifi bulunan cildin iç kapakları, kırmızı renkli deridir. Şemse, salbek ve köşebentleri katı tekniğinde süslenmiştir. Metin iki sütun üzerine 17 satır olarak nesihle yazılmıştır. Ketebe ve vakfiye kaydı bulunan Mesnevinin 1. 2. 3. 4. 130. 131. 132, 133. 134. 249. 250. 251. 252, 403. 404. 405. 406. 407. 408, 529. 530. 531. 532. 667. 668. 669. 670 sayfaları tezhiplidir

7.Mesnevî

El yazması. Env. No. 63. 21.5 x 12 cm.Osmanlı. 1682.

Hattatı. Abdurraif bin Abdulgafur el Ahmed Abadi.

Siyah deri cildin kapaklarında bulunan şemse ve salbek motifi kırmızı boyalıdır. Cildin içi ebrulu kağıtla kaplıdır. Kağıdı ipek sultani aharlıdır. Mesnevinin metni dört sütün üzerine talik ile yazılmıştır. Vakfiyesi ve ketebe kaydı vardır.1, 109, 110, 205, 206, 329, 330, 407, 408, 519, 520 sayfaları tezhiplidir.

  1. Mesnevi

El yazması. Env. No. 65. 20 x 12.5 cm. Osmanlı. 1851.

Hattatı. Hüseyin bin Cafer Tebrizi.

Cildi kırmızı deriden yapılmıştır. Kapaklar ve mıklebi altın yaldızla baklava deseni tarzında süslenmiştir. Kağıdı ipek aharlıdır. Metin dört sütun üzerine Talik ile yazılmıştır. Vakfiyesi ve ketebe kaydı bulunan Mesnevinin 1, 3, 5, 6, 7, 123, 124, 127, 128, 133, 234, 235, 236, 237,238, 377, 378, 379, 380, 381, 494, 495, 496, 497, 632, 633, 634, 635, 636, 779, 780, 781 784, 785, 786 ve 787 sayfaları tezhiplidir.

9.Mesnevî

El yazması. Env. No. 81.34 x 21.5 cm. Osmanlı. 1847.

Hattatı. Buharalı El hac Mehmed Arif.

Mesnevî şerhinin 5.cildidir. Lake olan cildi mıklebsizdir. Cilt kapaklarında ortada kırmızı ve beyaz renkli güllerle küçük çiçeklerin bulunduğu dikdörtgen alan kırmızı mürekkeple yazılmış beyitlerin bulunduğu bordürle çevrilidir. Bunun dışında yer alan geniş bordürde siyah zemin üzerine serpiştirilmiş yıldız motifleri yer almaktadır. Cildin iç kapaklarında semseli ve salbekli süsleme bulunmaktadır. 162 sayfa olan Mesnevi talik ile yazılmıştır. Tezhibi bulunmamaktadır.

  1. Divan-ı Kebir

El yazması. Env.No. 68. 46 x 32 cm. Beylikler. 1366.

Hattatı. Hasan bin Osman el Mevlevi.

Kahverengi deri cildi şemse ve salbek motiflidir. Kağıdı filigransız, aharlı ve koyu samani renklidir. Metin dört sütun üzerine nesih ile yazılmıştır. Yazılar kırmızı mürekkeple cetvel içerisine alınmıştır. Divanı Kebirin bazı sayfaları tam, bazı sayfaları yarım sayfa tezhiplidir. Pek çok sayfasına başlık tezhibi yapılmıştır. Ketebe ve vakıf kaydı bulunmaktadır.

11.Divan-ı Kebir

El yazması. Env. No. 72. 30 x 20.5  cm. Osmanlı. 1854.

Hattatı. Mehmed Fehmi Dede.

İşkodralı Mustafa paşanın vakfı olan Divanı Kebirin cildi kahverengi deriden yapılmıştır. Kapaklarda oval biçimli şemse ve köşelerde iç içe geçmiş yaprakların arasında çiçet motifleri bulunmaktadır. Kağıdı ipek aharlı ve sarı renklidir. Metin dört sütun üzerine talik ile yazılmıştır. Ketebe ve vakıf kaydı bulunmaktadır.

Sekizinci sayfanın başlık tezhibinde sehpa üzerinde yeşil destarlı Mevlevi sikkesi yer almaktadır.

  1. Divan-ı Sultan Veled

El yazması. Env. No. 75. 31 x 21 cm. Beylikler. 1390.

Hattatı. Ahmed bin Muhammed.

Kırmızı deri ciltlidir. Kapakları ile mıklebinde gömme olarak şemse ve salbek motifleri bulunmaktadır. Kağıdı filigranlı, açık sarı renklidir. Metin dört sütun üzerine 27 satır olarak nesihle yazılmıştır. Birinci ve ikinci sayfasında daire içerisine alınmış sekiz kollu madalyon, altın varakla tezhiplidir. Ketebe ve vakıf kaydı bulunan divanın 1, 2, 3, 20, 35, 49, 62, 70, 79, 83, 86, 119, 150, 161, 173, 188 ve 226 sayfaları tezhiplidir.

  1. Kur’an

El yazması. Env. No. 1095.11.5 x 10.5 9. yy.

Ebru karton ciltlidir. Ceylan derisi üzerine Meryem Suresi kufi ile yazılmıştır. 16 sayfadır. Her sayfada 6 satır yazı bulunmaktadır.

  1. Kur’an

El yazması. Env. No. 1510. 36.5 x 27 cm. Selçuklu. 1128.

Kahverengi deri cildi şemseli ve salbeklidir. Cilt tamir görmüş ve yıpranmış durumdadır. Kağıdı aharlı ve koyu samani renklidir. Metin sülüsle 15 satır olarak yazılmıştır. İlk iki sayfası tezhiblidir. İkinci sayfa tamir görmüştür. Kur’an-ı Kerim’in aşere ve cüz gülleri tezhiplidir. Hattatı belli değildir.

  1. Kur’an

El yazması. Env.No. 12. 48.5 x 31 cm. Selçuklu. 1314.

Hattatı. İsmail bin Yusuf. Konya şehrinde yazılmış çok kıymetli yazma­lardan birisidir. İki cilt olarak yazılmıştır. Kah­verengi deri ciltler mıklebsiz olup, geometrik ve bitkisel süslemelere sahiptir. Kağıdı aharlı ve beyaz renklidir.

Metin sülüsle 7 satır olarak yazılmıştır. Birinci sayfası bütün olarak geometrik tarzda tezhiplenmiştir. İkinci ve üçüncü sayfaların kenarları tezhiplidir. Kur’an-ı Kerim’in secde ve hizip yerleri madalyon biçiminde tezhiplenmiştir. Birinci cild 826, ikinci cild 801 sayfadır.

Bazı sureler Farscaya tercümelidir. İkinci cildin 800 ncü sayfasında madalyon gerisinde “Konyalı Gazi oğlu Yakup tarafından” tezhip edildiği yazılıdır. 801. sayfada mad­alyon içerisinde bulunan ketebe kaydında şunlar ifade edilmektedir: “Bu Kur’an-ı Kerim’i Tanrı onun bereket ve burhanını yüceltsin Karaman oğlu Mahmut oğlu cihanın asıl soylarından hükümdar ve sultanların kardeşi, islam ve müslümanların yardımcısı, din ve devletin şecaatlısı, saliklerin, bilginlerin, gazi ve mücahitlerin koruyucusu, dostu ve sığınağı, azgın ve inatçıları kahir ve helak eden, hak yolunda çalışan, hudutlar bekçisi, muzaffer, mansur, müeyyet, adaletli, bilgin ve ümeranın büyüklerinden olan Halil’in, Tanrı onun sancaklarını yükseltsin, devletini kuvvetlendirsin, okuması için 714 yılı aylarında, kulların fakiri Yusuf oğlu İsmail, Konya şehrinde yazdı.”

  1. Kur’an

El Yazması. Env. No. 7. 33 x 24 cm. Osmanlı. 1452.

Hattatı. Hicazlı Abdullah oğlu Ahmed.

Kahverengi deriden yapılmış cildi mıkleblidir. Cildin her iki yüzünde etrafı tığlı şemse motifi yer almaktadır.

Kağıdı aharlı ve samani renklidir. Metin nesih ve sülüsle 15 satır olarak yazılmıştır. İlk iki sayfası mavi zemin üzerine palmet ve rumilerle tezhiplidir.

Vakıf ve kebe kaydı bulunan Kur’an-ı Kerim Edirne şehrinde yazılmıştır.

  1. Kur’an

El yazması. Env.No.2. 41 x 29 cm. Osmanlı. 1544.

Hattatı. Ali Rumi kızı Fatıma.

Lake cildi şemseli ve salbeklidir. Cildin yüzeyi hatai motifleriyle bezenmiştir. Kağıdı aharlı ve samani renklidir. İlk iki sayfası tezhiplidir. Metin nesih ve sülüsle 17 satır olarak yazılmıştır. Sahife kenarlarında hizp ve cüz gülleri tezhiplidir.

Rüstem Paşa tarafından Mevlana Dergahı’na vakfedilen Kuranı Kerim Fatıma isimli bir hanım tarafından yazılmıştır.

  1. Kur’an

El yazması. Env.No. 39. 20 x 12.5 cm. Osmanlı. 1672.

Hattatı. İsmail bin Ali.

Kahverengi deri cildi mıkleblidir. Cilt kapaklan altın yaldızla yapılmış asma yaprakları ve üzüm salkımı motifleriyle bezenmiştir. Kağıdı ipek aharlı ve samani renklidir. Metin sülüs ve nesih ile 11 satır olarak yazılmıştır. İlk iki sayfası tezhipli olan Kuranı Kerim Mısır valisi Muhammed Ali Paşa’nın beylerinden Suphi Bey’in vakfıdır.

  1. Kur’an

El Yazması. Env. No. 35. 16.5 x 11 cm. Osmanlı.1851.

Hattatı. Mehmed Nuri.

Kahverengi deri cildi barok tarzda iri kıvrım dallı yaprak motifleriyle bezenmiştir. Kağıdı aharlı ve samani renklidir. Metin nesih ile 15 satır olarak yazılmıştır. İlk iki sayfası bakır renkli zemin üzerine iri dal ve yapraklarla tezhiplidir. Ketebe ve vakıf kaydı bulunan Kur’an-ı Kerim Konya’nın eski valilerinden Eyüp Paşazade Mustafa Celaleddin tarafından Şems-i Tebrizi Türbesi’ne vakfedilmiştir.

  1. Kur’an

El yazması. (Sancak Kur’an) Env. No. 43. 4.3 cm. Osmanlı. 17. yy.

Gümüş muhafazalı Kur’an-ı Kerim karton ciltlidir. Kağıdı aharlı açık samani renklidir. İlk iki sayfası tezhiplenmiş olan Kur’an-ı Kerim gubari hat ile yazılmıştır. Ketebe kaydı yoktur.

  1. Kur’an

El yazması. Türkçe Tercümeli. Env.No. 19. 38 x 25cm. Osmanlı. 1561.

Hattatı: Egribozlu Mehmed bin Yusuf.

Kahverengi deri cildi şemse ve salbek motiflidir. Kağıdı ipek aharlıdır. Metin sülüs ile yazılmış ve cetvel içerisine alınmıştır. Kelimelerin altlarında Türkçe mealleri bulunan Kur’an-ı Kerim’in ketebe ve vakıf kaydı bulunmaktadır.

  1. Subhatü’l-Ebrâr.

Nureddin Abdurrahmân Câmi. Env. No. 123. 22 x 13.5 cm. Osmanlı. 1537.

Koyu yeşil renkli cildin kenarları zencirek motiflidir. Kağıdı aherli, filigranlı krem renklidir. Metin iki sütun halinde 15 satır nestalikle yazılıdır. Yazmada, Musa Peygamber ile Şeytan, İbrahim Peygamber ile ateşperest rahip, Zünnun ile âşık, Arapça bilmeyen İranlı ve Köylü ile Kentlinin resmedildiği 5 resim bulunmaktadır.

  1. Hadîkatü’s Sü’eda

Mehmed bin Süleyman Fuzûli. Env. No. 101. 26 x 14,5 cm. Osmanlı.1585.

Kahverengi deri cildi oval dilimli şemse ve salbek motifleriyle süslüdür. Kağıdı aherli krem renklidir. Metin 21 satır halinde nesihle yazılmıştır. 1b sayfasında bulunan tezhibi altın, mavi, siyah ve bordo renkli hatayî ve rûmî motiflerle bezenmiştir. Yazmada İsmail’in kurban edilmesi, Yusuf ile Yakub’un ayrılması, Yusuf’un kuyuya atılması, Yakub’a Yusuf’un öldüğünün söylenmesini konu alan 4 resim bulunmaktadır.

  1. Mecmua

Env. No. 102. 29 x17 cm. Osmanlı. 1687.

Hattatı. Muhammed bin Ahmed.

Bordo renkli deri cildi şemse ve salbek motiflidir. Kağıdı filigranlı ve beyaz renklidir. Yazmanın içerisinde boyalarla yapılmış süslemeler, hat örnekleri, mühürler ve bazı risaleler yer almaktadır.

25.Tesâvir-i Âl-i Osman

Env. No. 114. 36.5 x 26 cm. Osmanlı. 19.yy.

Cildi yeşil renkli kumaşla kaplanmıştır. Albüm de otuz bir Osmanlı Padişahının suluboyayla yapılmış otuz iki portresi yer almaktadır. Sultan II. Mahmud iki farklı kıyafetle resmedilmiştir. Resimlerin arka sayfasında padişahların doğum, tahta çıkış, tahttan iniş, ölüm tarihleri, saltanat süreleri ve gömülü oldukları türbeler yazılıdır. Albümün, Konya Müze Müdürlüğü tarafından tıpkı basımı yaptırılmıştır.

26.Evrâd-ı Mevlâna

Env.No. 1069.17 x 12 cm. Osmanlı. 1886.

Hattatı: Osman Selahaddin.

Kırmızı deri cildin kapaklarında ve mıklebinde oval bezeme içerisinde Destarlı Mevlevi sikkesi yer almaktadır. Kağıdı aherli koyu samanî renklidir. Birinci sayfada serlevha tezhibin ortasında yeşil destarlı Mevlevi sikkesi resmedilmiştir. Metin nesihle 11 satır olarak yazılmıştır. Ketebe kaydı vardır. Evradın 18a ve 19b sayfasında evradın okunması için Dürr-i Aden Hanım’a Yenikapı Mevlevhanesi Şeyhi Osman Selahaddin tarafından verilen icazet yazılıdır.

  1. Kur’an

El yazması. Env.No.3. 67 x 42 cm. Osmanlı.1557.

Hattatı: Seyyid Ahmedi Şîrazi oğlu Seyyid Mîreki.

Kur’an Damat Rüstem Paşa tarafından Mevlâna Dergâhına vakfedilmiştir. Kahverengi deriden yapılmış cildi mıkleplidir. Cildin her iki kapağında gömme tekniğinde şemse ve salbek motifleri yer almaktadır. Cildin tüm yüzeyi altın varaklı olup düğümlü Çin bulutu motifleriyle süslenmiştir. Kağıdı aharlı sultani ipektir. Metin sülüs ve nesih hat ile 13 satır olarak yazılmıştır. İlk dört sayfası tezhiplidir.

  1. Kur’an

El yazması. Env. No. 1149. 14 x 10 cm. Osmanlı. 1835.

Hattatı: Hafız Mustafa Şevki.

Kırmızı renkli deri cildi mıkleplidir. Cilt kapaklarında şemse ve salbeklerin kenar çizgisi üzerine altın nok­talar kakılmıştır. Kağıdı ince ve sarı renklidir. İlk iki sayfası tam olarak tezhiplidir. Metin nesihle 15 satır olarak yazılmıştır.

  1. Kur’an

El Yazması. Env.No. 16.19.5 x 14 cm. Selçuklu. 1268.

Hattatı: Yakut-el Mustasami.

Kahverengi deri cildi Selçuklu döne­mi cildi değildir. 19.yy cilt özelliklerine sahiptir. Kağıdı ipek aharlı olup 437 sayfadır. Metin nesih hat ile 20 satır olarak yazılmıştır. İlk dört sayfası tezhiplidir.

  1. Kur’an

El yazması. Env. No. 1478. 16.5 x 11 cm. Osmanlı. 1767.

Hattatı: Cezayirli Mehmet Oğlu İsmail.

Kırmızı renkli deri cildi mıklepli olup kapaklarında altın varaklı şemse ve salbek motifleri bulunmaktadır. Kağıdı aharlı, filigranlı ve sarımsı renklidir. Kur’an nesih hatla siyah zemin üzerine gümüşle yazılmıştır. İlk iki sayfası tezhiplidir.

LEVHALAR
LEVHALAR 800 604 Hz. Mevlâna Dergâhı

Mevlâna Müzesi’nde 17. yüzyılın ikinci yarısından 20. yüzyılın başlarına kadar yazılmış 280 adet levha bulunmaktadır. Bu levhalar Osmanlı hat sanatının seçkin örnekleridir. Levhalar kadar bunların paspartularının üzerinde yer alan yağlı boya resimlerle, çerçeveleri de dikkat çekicidir.

Levhalar Osmanlı döneminin ünlü hattatlarının yanı sıra Mevlevi Dergâhı’ndan yetişmiş bir kısım hattat dervişler tarafından da yazılmıştır. Levhaların 71 tanesi Osmanlı Padişahı tarafından İstanbul’da çerçevelettirilerek Konya Mevlevi Dergâhı’na gönderilmiştir. (Bununla ilgili belgeler Hazine-i Evrak Arşivinde bulunmaktadır.) Bu bölümde muhtelif hattatlar tarafından yazılmış örnek levhalar tanıtılacaktır.

  1. Levha:

Ahşap. Env. No. 299. 77 x 240 cm. Osmanlı.1291 / 1874.

Hattatı. Mehmed Sadık.

Mevlâna Müzesi Türbe giriş kapısının üzerinde asılıdır. Levha siyaha boyanmıştır. Tahta üzerine malakari tarzında celî talik hatla “Ya Hazreti Mevlana” yazılmıştır. Yazı altın varaklıdır. Yazının altında hattatın adı ve tarihi yer almaktadır.

 

  1. Levha:

Ahşap. Env. No. 303. 39 x 107 cm. Osmanlı. 18.yy.

Siyah boyalı tahta üzerine istif edilerek celî sülüs hatla “Ka’betü’l uşşak bâşed in makam. Her ki nakıs âmed incâ şod temam” yazılıdır. Yazıların altın varakla yazılmış olduğu levha üzerindeki altın izlerinden anlaşılmaktadır. Altınların silinmesiyle beyaz renkli yazı ortaya çıkmıştır. Yazılar ince düz bir çizgi ile çerçeve içerisine alınmıştır. Mevlevi kaynaklarında Molla Camii’ye ait olan bu beyit için bir menkıbe anlatılmaktadır. “Molla Cami Mevlâna Dergâhına altı kez ziyarete gelmiş ancak dergâha girememiş. Yedinci ziyaretinde Dergâh’a girmesine izin verilince, başındaki başlığı huzura doğru atarak bu beyti söylediği” anlatılmaktadır. Zaman içerisinde Mevlevi mensublarınca çok kullanılan bu beyitin yazılmış olduğu levha yüzyıllardır türbe girişinde asılı tutulmaktadır.

  1. Levha:

Ahşap. Env. No. 172. 74 x 215 cm. Osmanlı. 19.yy.

Hattatı. Sultan II. Mahmud.

Osmanlı padişahı II. Mahmud tarafından yazılmış olan levha da, kırmızı boyalı tahta üzerine, malakârf tekniğinde altın varakla celi sülüs hatla “Subhân-Allahû ve bihamdihi subhân-Allahi’l aziym” yazılıdır. Yazının bitiminde II.Mahmud’un istifli “Ketebehû Mahmud bin Abdülhamid Hân” yazılı imzası yer almaktadır.Yazı altın varaklı bir cetvel içerisine alınmıştır. Cetvelin dışında sarmaşık yaprakların arasında gül motifleriyle süslenmiş bir bordur bulunmaktadır.

  1. Levha:

Karton. Env.No. 271. 50 x 102 cm. Osmanlı. 1243 / 1827.

Hattatı. Yesârizâde Mustafa İzzet.

Gümüş Kapının üzerinde asılı olan levha da siyah zeminli karton üzerine iki satır Celi Talik hat ile ” Ka betü’l uşşak bâşed in mekâm, Her ki nakıs âmed incâ şod temam” yazılıdır. Yazının altında” El Fakir Yesarizâde Mustafa İzzet gufiralehüma” yazılı ketebe kaydı yer almaktadır. Zerendud yazılar düz çizgili cetvel içerisine alınmıştır. Cetvelin dışında ince uzun yapraklı bitkisel bezeme bulunmaktadır.

  1. Levha:

Ahşap. Env. No. 272.147 x 88 cm. Osmanlı. 1251 / 1835.

Hattatı. Yesârizâde Mustafa İzzet.

Zıvanalı 7 parça tahtanın birbirine geçmesiyle oluştu­rulan ahşap pano üzerine, iki sütun halinde Talik hatla altın yaldızla Pertev Paşa Divanı’ndan alınan beyitler yazılmıştır. Çerçevenin alınlığı kabartma altın yaldızlı gül ve yaprak motifleriyle süslenmiştir. Levhada şunlar yazılıdır:

Budur Dergâh-ı Mevlâna Celâl’ud-din-i ve’d dünyâ
Bu Dergâh Ka’be-i cân u cenandır cümle uşşâka
Bu meşhed nurdan derya o hazret dürre-i beyza
Hubâbı kubbe-i hazrâ disem hami itme igrâka
Bunun her evc-i pâki uç virir şems-i hakîkatden
Muhâzi her biri ma’nide tâk’ı çarh-ı bisâka
Elezdir ney-şekerden çûb-i matbah çille-keş câne
Müreccah zevk-ı hıdmet yanlarında başka ezvâka
İderler sikke ber-ser sikke-i zer-gerden istiğna
Olub bi gıll u gışş iksir-i hâs’ı pûte-i faka
Girift-i aşk olurlar bâş keserler tavk-ı teslime
Ezelden beste gelmişler visâk-ı ahd-u misâka
Yanarlar şem’i cânâne cihân-u cân bir yâna
Dönerler hemçu pervane virirler varın ihrâka
Gehfâzâd olub gamdan gecüb fikr-i dü’âlemden
Rebâb-u nâyi eylerler bedel takyıd-u itlâka
Bununla şehr-i Konya fahr ider İran-u Turana
Bu bık’a kıble-kâh-ı arzudur bunca uşşâka
Murûr-ı vakt ile hacet olub ta’mire bu hayrı
Müyesser kıldı hak Şâhenşeh-i pâkize ahlâka
 

Zihi kutb-ı himem sâhib-kerem Sultân Mahmud Han
Odur şems-i ziyâ-bahş-ı inayet cümle âfâka
Dil-i agâhı mail bittabi hayr-u meberrâta
Mübarek tab’ı mukbil adl’ü dâd-u rahm-u eşfâka
Kalemler münhasır ahkâm-ı adlin neşr-u tahrire
Hazâin sû besû meşgul atasın bezi u infâka
Cemâl-i şevketi tenvir-i sırr-ı sûre-i veşşems
Cebin-i tal’atı teşbîh-i rûşen subh-i berrâka
Muvaffak olduğu bişübhedir her kâr u bârından
İder her emrini tefviz zirâ rabb-ı hallâka
O şah-ı mu’ciz-âyinin nevâ-yı feyzidir herdem
İder bu nây-ı kilki böyle mazhar sırrı intaka
İki târih mülhem oldu Pertev matla’ı dilden
Sezadır benzedilse ferkadeyn şems-i işrâka
Yapıldı dergeh-i munlâ budur çün ka’be uşşâka
Tavafa gel du’a it yapdıran sultan-ı âfâka
Feyz alur dergeh-i Mevlânada Eser-i kilk-i yesârizâde
Nutk-ı niyaz bende-i işân Pertev-i nâçiz ü nâtüvân”

  1. Levha:

Karton. Env. No. 173. 19.5 x 11.5 cm. Osmanlı. 1255 / 1839.

Hattatı. Mustafa Rakım.

Kirli beyaz karton üzerinde siyah mürekkeple sülüs, talik ve nesih hatla yazılmış dört sıra yazı bulunmaktadır. Pospartusu yeşil ve kırmızı renkli iki cetvelden sonra kıvrım dallı çiçeklerin bulunduğu bordürle çevrilmiştir.

  1. Levha:

Karton. Env. No. 174. 16.5 x 12 cm. Osmanlı. 1212 / 1797.

Hattatı. Mustafa Rakım.

Beyaz zeminli karton üzerine siyah mürekkeple istif edilmiş celi sülüs hatla “El-Necati fi’sıdkı” yazılıdır. Hattatın imzası ve tarihi yazınının altında yer almaktadır. Yazılı metin dört yanı çiçek buketleri bulunan paspartu ile çevrilidir.

  1. Levha:

Karton. Env. No. 175. 31 x 23 cm. Osmanlı. 18.yy.

Hattatı. Mustafa Rakım.

Beyaz zeminli karton üzerine, siyah mürekkeple istif edilmiş sülüs hatla “Ya Hazreti Saad ibn-i ebi Vakkas” yazılıdır. Paspartusu sulu boyayla yapılmış papatya ve çiçek motifleriyle süslüdür. Paspartunun sağ alt köşesinde 1327 tarihi yer almaktadır.

  1.  Levha: 

Karton Env.No. 176. 26 x 22 cm. Osmanlı. 1204 / 1789.

Hattatı: Mahmud Celâleddin.

Krem renkli mukavva üzerine istifli celi sülüs ile “Ve mübeşşiran bi rasulin yekti minbağdi ismihu ahmed” yazılıdır. 1204 tarihi ve hattatın imzası yazının bitiminde yer almaktadır. Suluboya ile yapılmış çiçek ve gül bezemeli paspartusu bulunmaktadır. Çerçevesi altın yaldızlı kabartma çiçek ve yaprak bezemelidir.

  1. Levha:

Karton. Env. No. 188. 72 x 118 cm. Osmanlı. 1287 / 1870.

Hattatı: Şefik.

Siyah zeminli mukavva üzerine turuncu renkli istifli sülüs bir hatla “Kelime-i Tevhid” yazılmıştır. Yazılar önce ince bir çizgi ile daha sonra çiçekli bordürle çevrilmiştir. Ketebe kaydı istifli biçimde yazının alt kısmına yerleştirilmiştir. Altın yaldızlı, kabartma asma yaprağı ve üzüm motifleriyle bezeli çerçevesi bulunmaktadır.

  1. Levha:

Deri.Env.No. 186. 35 x 85 cm. Osmanlı. 1294 / 1877.

Hattatı: Şefik.

Zerendûd levha. Siyah zemin üzerine altın mürekkebiyle istifli celi sülüs hatla ayet yazılmıştır. Yazılar köşelerde örgülü düz çetvelli bordürle çevrilidir.

  1. Levha

Kadife. Env.No. 196. 61 x 49 cm. Osmanlı. 1270/1853.

Hattatı. İzzet.

Mavi renkli kadife kumaş üzerine altın yaldızlı kartondan kesilmiş yazılar kumaş üzerine istif edilmiştir. Levhada Celi sülüs hatla yazılmış “Ya Hazreti Muhammed Mevlâna Celaleddin Rumi Kuddise sirrihu” yazılıdır. Yazıların altında İzzet imzası ve tarihi yer almaktadır. Yazılar düz cetvel ve katı sanatı örneği olan ince dallı buket çiçekler ve köşelerde güneş motifinin bulunduğu bordürle çevrilidir.

  1. Levha:

Karton. Env.No. 195. 21 x 30 cm. Osmanlı. 1286 / 1869.

Hattatı. İzzet.

Krem renkli mukavva üzerine iki satır istifli celî sülüs hatla “El Mustafa vel Murtaza ve ebnahuma vel Fatıma” yazılıdır. Hattatın imzası sol alt köşede tarihi ise sağ altta yazının altında yer almaktadır. Yazılar suluboya ile yapılmış gül ve menekşe motifli paspartu ile çevrilidir. Levhanın çerçevesi altınlı kabartma yaprak ve çiçek motifleriyle süslüdür.

  1. Levha:

Deri. Env.No. 198. 47 x 102 cm. Osmanlı. 1292 / 1875.

Hattatı. İzzet.

Siyah zemin üzerine istifli Celi sülüs hatla “Etme mirâti şikeste seni yüz surete kor” yazılıdır. Yazılar düz köşelerde düğümlü cetvelle çevrilidir.

  1. Levha:

Karton. Env.No. 202. 40 x 53 cm. Osmanlı. 19.yy.

Hattatı. Arif.

Siyah zemin üzerine tuğra biçiminde istif edilmiş biçimde altın yaldızla “Ya Hazreti Mevlâna Celaleddin Rumi Kuddise sirruhul Ali” yazılıdır. Levhanın sağ üst köşesinde yeşil destarlı Mevlevi sikkesi yer almaktadır. Levhanın iki yan alınlığında çiçek buketleri bulunmaktadır. Yazılar köşelerde bitkisel bezemenin bulunduğu düz cetvelle çevrilidir.

  1. Levha:

Karton. Env. No. 204.65 x 49 cm. Osmanlı. 1261 / 1845.

Hattatı: Mustafa Rüştü Konevi.

Konyalı bir hattattır. Mevlevi Dergâhı’nın son kalem işi süslemeleri bu hattat tarafından yapılmıştır. Konya’da pek çok camiide bu hattatın levhaları vardır. Beyaz zemin üzerine hilye levhası düzenlenmiştir. Yazılar celî sülüs ve nesih hatla siyah, kırmızı ve yeşil mürekkeple yazılmıştır. Ketebe kaydı sağ alt köşede yer almaktadır.

  1. Levha:

Karton. Env.No. 207. 39.5 x 25.5 cm. Osmanlı.19.yy.

Hattatı: Es Seyyid Abdülkadir Hulusi.

Kahverengi zemin üzerine Hilye Levhası düzenlenmiştir. Yazılar Celi sülüs ve nesih hatla yazılmıştır. Levha yer yer tezhiplidir. Levhaların en erken tarihlisidir.

  1. Levha:

Karton. Env.No. 216.12 x 41 cm. Osmanlı. 1312/1894.

Hattatı. Ali.

Beyaz zemin üzerine Celi sülüs hatla “İster İsen Hüdâyı Terk Eyle Mâsivâyı” yazılıdır. Yazılar kırmızı, yeşil, sarı renklerin kullanıldığı suluboya ile yapılmış çiçek bezemeli paspartu ile çevrilidir. Paspartuda 1326 tarihi yer almaktadır.

  1. Levha:

Deri. Env. No. 218. 20 x 73 cm. Osmanlı. 19.yy. sonu

Hattatı. Ali.

Zerendûd levha siyah zeminli deri üzerine yapılmıştır. İstifli Celi sülüs hatla “Gulla es e lüküm aleyhi ecran illel mevetdede fil gurba” ayeti yazılıdır. Yazılar köşelerde düğümlü düz cetvelle çevrilmiştir.

  1. Levha:

Karton. Env.No. 227. 18 x 36 cm. Osmanlı.1222/1904.

Hattatı. Hulusi.

Krem renkli zemin üzerine iki satır olarak Celi sülüs hatla yazılmıştır. Yazılar suluboya ile yapılmış çiçek motiflerinin bulunduğu paspartu ile çevrilidir. Çerçevesi altınlı kabartma olarak bitkisel motiflerle süslenmiştir.

  1. Levha: Karton.

Env. No. 208. 46 x 35 cm. Osmanlı. 1123/

  1. Hattatı. Ahmed bin Abdülkerim Konevi.

Konyalı hattat Ahmed bin Abdülkerim Konevi tarafından 1711 yılında yazılmıştır. Hilye levhasıdır. Levha altın yaldız ve mavi renklerle tezhiplidir. Tahta üzerine yapıştırılmış olan levha Mevlâna Müzesi’nde bulunan levhaların en erken tarihlisidir.

  1. Levha:

Karton. Env. No. 241.. 15 x 25 cm. Osmanlı. 19. yy.

Hattatı belli olmayan bu levhada Celi sülüs hatla Hz. Mevlâna’nın “Ya Olduğun gibi görün. Ya göründüğün gibi ol” sözü yazılıdır. Yazılar yeşil ve kahverengi renkli düz cetvelli paspartu ile çevrilmiştir.

  1. Levha:

Cam. Env. No. 253. 46 x 57 cm. Osmanlı.19. yy.

Cam üzerine boya ile yapılmıştır. Ortada sehpa üzerinde destarlı Mevlevi Sikkesi ile iki yanda ibrim motifi yer almaktadır. Sikkenin destarında ve ibriklerin gövdesinde altın yaldızlı, Celi sülüsle yazılmış “Fetih Ayeti” bulunmaktadır.

  1. Levha:

Karton. Env. No. 263. 37 x 28 cm. Osmanlı. 19. yy.

Mavi zeminli kağıt üzerine, iki sütun arasında sehpa üzerinde bulunan Destarlı Mevlevi Sikkesi yapılmıştır.

  1. Levha:

Dut yaprağı. Env.No. 266. 12 x 9 cm. Osmanlı. 19. yy. Dut yaprağı üzerine istifli Celf sülüs hatla “Maşaallah” yazılıdır.

  1. Levha:

Dut yaprağı. Env. No. 3256. 15 cm. Cumhuriyet. 20.yy.

Mevlâna sülalesinden Ahmet Selahaddin Hidayetoğlu’ndan müzeye alınmıştır. Dut yaprağı üzerinde Celf sülüs hatla “Ali Fatıma” yazılıdır. Levha Bursa’lı Saatçi Mehmet Efendi tarafından yazılmıştır.

  1. Levha:

Karton. Env. No. 317. 69 x 59 cm. Osmanlı. 1332 / 1913.

Hattatı. Mehmed Nuri.

Pembe zeminli mukavva üzerinde destarlı Mevlevi Sikkesi bulunmaktadır. Sikkenin üzerinde “Ya Hazreti Mevlâna Muhammed Celaleddin Rumi Kaddese sırrıhu es sami” yazılıdır. Yazıların boşluğunda ve sikkenin destarında beyaz üstübeçle yazılmış “Fetih” süresi yer almaktadır. Sikkenin altında istifli olarak hattatın adı ve tarihi yazılıdır.

  1. Ferman:

Kağıt. Env. No. 1320. 86 x 63 cm. Osmanlı. 1230 / 1814.

Osmanlı Padişahı II. Sultan Mahmud tarafından Hemdem Sait Çelebi’ye verilmiş postnişinlik meşihat fermanıdır. Divanî hatla yazılmıştır. Fermanın tezhibi arasında destarlı Mevlevi Sikkesi yer almaktadır.

  1. Ferman:

Kağıt. Env. No. 1321. 85 x 63 cm. Osmanlı. 1255/1839.

Osmanlı Padişahı Sultan Abdülmecid tarafından Hemdem Sait Çelebi’ye verilmiş meşihat fermanıdır. Ferman divanî hatla yazılmıştır. Yazılar bir sıra siyah bir sıra kırmızı mürekkeple yazılmıştır. Tuğranın sağ tarafında tezhipli Mevlevi Sikkesi yer almaktadır.

  1. Levha:

Karton. Env.No. 1360. 25×17.5 cm. İran. 1960.

Mavi zeminli karton üzerine Hz. Mevlâna’nın minyatürü yapılmıştır. 1960 yılında Tahran Üniversitesi’nden Prof. Dr. İbrahim Nimetullahi tarafından Mevlâna Müzesi’ne hediye edilmiştir.

  1. Levha:

Karton. Env. No. 6160. 128×98 cm. 2001.

Hattatı. Yusuf Coşkun Benefşe.

Krem renkli zemin üzerine Celi ta’lıyik hatla Hz. Mevlâna’nın şeceresi yazılmıştır. Yazıların etrafı şemse biçiminde altınla tezhiplenmiştir.

  1. Levha:

Karton. Env. No. 1357. 67×65 cm. 1957

Hattatı. Kemal Batanay.

Krem renkli zemin üzerine Celi Ta’lıyk hatlı Kemal Edip Kürkçüoğlu’na ait şiir dört satır olarak yazılmıştır. Yazıların arası siyah mürekkeple düz çizgi ile bölünmüştür. Levhanın kenarında battal ebrulu paspartu bulunmaktadır.

  1. Levha:

Karton. Env. No. 3224. 82 x 33.5 cm. 1964.

Hattatı. Hamid Bey.

Mavi renkli zemin üzerine sarı mürekkeple Celi Ta’lıyk hat ile “Ya Hazreti Mevlâna” yazılmıştır. Yazı cetvel içine alınmıştır.

  1. Levha:

Yaprak. Env. No. 5957. 15 x 10 cm. 20.yy.

Oval biçimli ince damarlı yaprak üzerine altın varakla istifli şekilde “Der Yemeni Piş-u meni” yazılmıştır.